taamay düz, doğru, açık, vazıh; taamay col: doğru ve düz yol; taamay ayt-: dosdoğru, dürüst söylemek; taamay tiydi: tam hedefe değdi; taamay çeçilgen masele: vazıh surette halledilmiş mesele; taay.taamay: doğruca; taamay kırk cıl boldu ele folk. tam kırk yıl geçti.
taamp ger. tam-III’ten.
taan I, yahut çökö taan: alaca karga Lâtince adı colaeus olan bir çeşit kargadır, m.); ak tumşuk taan: alp dağlan alaca kargası; ak mo-yun taan: bayağı alaca karga; kızıl tumşuk taan: Lâtince adı pyrroco-rax olan karga; sarı tumşuk çökö taan: ingiliz alaca kargası. II: al maa taan: o bana aitir; adam taam takır çok, malğa katır can eken folk.: insan kılığı yok, hayvana benziyor.
taana yahut uu taana bir zehirli otun ismidir.
taandık aidiyet, mülkiyet; bul maa taandık at: bu, bana ait attır; ta- andrk kurandısı: gram. mülkiyet affiksi; taandık ayruuçu gram. mülkiyet attribut'si.
taam- tanımak; itiraf etmek.
taanıgıs tanımıyacak; tanımaz; taanığıs bolaıp özgörgön: tanınmıyamıyacak derecede değişmiş.
taanığsız = taanığıs.
taanıl tanılmak, itiraf edilmek.
taanıldır- et. taanıl-'dan.
taamınal alâmetli işaretli, bildik, ta- nıdık; taanımal üygö keldi: tamdık eve geldi.
taanış I, tanıdık.
taanış- II, birisiyle tanışmak, birşey hakkında malûmat almak.
taanıştık tanışiklık
taanıştır aşinalandırmak. tanıştırmak.
taanıştırı I-, pas. taanıştır-'dan.
taanışuu tanışma, aşina olma, muarefe.
taanıt- tanıtmak; bul kişilerge seni taanıtkan men elem: bu adamlara seni ben tanıtmıştım; babañdı ta. anıtamî: ben sana babanı tanıtırım.; eyerdin kaşın taanıttı bk. kaş 1,2.
taamtuu işs. taanıt-'dan.
taanuu tanıma, itiraf, ilân (ikrar).
taanuuluu tanıdık, tanınmış, bildik.
taap ger. tap. VIIden.
taar l. dağarcık, torba; 2. kajba yünlü kumaş.
taarat — daarat.
taarı- biçmek, testere ile biçmek (amudı veya boyuna olarak): ok cürögün taarıp öttü: kurşun kalbi delip geçti.
taarıl- pas. taarı.'dan.
taarın- darılmak; çok sözgö taarınat ehemmiyetsiz sözden darılıyor.
taat a. itiaat boyun iğme (Allaha itaat); taat-iybadat: (Allaha) itaat, ibadet.
taazım = taacım.
taba I, başkasının felâketine sevinme; duşmaña taba, dosko külkü bolbo!: ats. düşmanı sevindirme, dostlar güldürme!; tabası kandı: birisinin belâ ve musibtini görerek svindi. II, tava, küçük tava.
tabaağan 1. hazır cevap olan, çare bulan; 2. tedarik etmesini bilen (çok tedarik eden).
tabak I, tahta çanak; ak tabak: mineli, emayye çanak; tabak tart-: sofraya yemek vermek, sunmak; tabağın özünö tartaibız yahut öz tabağın özünö tarttırabız: mec. ay. nı şeyle mukabele deceğiz; ala tabak bk. ala 2. II, yaprak (kâğıt); tabaka; basma tabak: tab. matbu kâğıt tabakası, forma.
tabakta- : tabaktap: tabak-tasbak (almak, dökmek; dağıtmak, sunmak); tabaktap tart-: tabaklarla vermek, sunmak; kazanasın eline bölüp bergen tabaktap folk.: haznesini halka cömertlikle (harfiyen.: tabaklarla) dağıttı.
tabılğa 1. herhangi bir ele geçirilen şey (hediye kazanç, ganimet ve başkaları) 2. dostları yahut akrabaları ziyaret sırasında alman armağan; 3. bukunan şey. bulungu.
tabılği . Lâtince adı spiraea olan bir
ağaç .
tabıluu işs. tabıl-'dan.
tabın ., tapmak; tapınmak.
tabınuu tapma, tapınma.
tabip a. tabip,. mutatabbip.
tabış I = dabış; tabış-tubuş bk. tubuş ; bir taibiştân: bir ağızdan. II, 1. buluş; tabış atooç grajn.
akkuzatif ; 2. kazanç.
tabış-III . 1. hep beraber bulmak; 2.hep birlikte kazanmak; 3. anlaşmak, barışmak
tabışker k-f. iyi kazanan (tedarik etmesini, kazanmasını bilen)
tabışmak bilmece.
tabışmaktuu bilmecelik, muamma; tabışmaktuu sır: bir muamma olan sır.
tabışta- seslenmek, batırmak.
tabıştan- ., ses çıkarmak; tabıştağan çel: uluyan rüzgâr.
tabıştır- 1. buluşturmak; 2. barıştırmak.
tabışuu 1. buluşma; 2. barışma.
tabıt l, a. ölü taşımak için sedye; 2. tabut. II, antreneman, temrin, talim; tabıtı katuu: talime gelmiyen, talim ve terbiyesi güç olan; tabıtına keltir-: talim ve terbiyesini yerine getirmek; atımdı, kaışumdu tabıtına keltir tim: atımın ve alıcı kuşumun antrenemanı tamdır.
tabıyğat a. tabiat; tabıygat tanuu: tabiatı tetkik.
tabıyğı a. tabiî; tabiyğı baylıktar: tabiî servetler.
taca- (karş. cada-) nefret hissetmek; ay tıp oturup, tacadım: söylemekten bıktım.
tacaal . a. 1. deccâl; tacaal çığar mezgidi: 1) tacaal'ın çıktığı zaman; 2) mec. halkın başına gelen "felâket ve musibet günleri; 3. korkunç şey, gaddar..
tacaaldık gaddarlık.
tacat- et. taca-'dan.
tacı f. 1. taç, çelenk; 2. ibik
tacıdar . f. taç giymiş; başına iklil komjuş olan.
tacırıyba a-.-tatbikat, tecrübe.
tacırıybala ., tecrübe etmek, tatbikatını yapmak
tacrıybaluu tecrübeli.
tacırıypa = tacırıyba.
taciriyba = tacırıyba
tacoor (Rad), rakı saklamak için kullanılan deri tulum.
tağa . dayı.
tağdır a. takdir, kader, kısmt alın yazısı; teskerl tağdır; ters takdir; tağdırı bir uuç boldu: içinden çıkılmaz bir duruma düştü, helak yakasına geldi.
tağın ., takınmak; bermet menen şurunu ayabay boyğo tağınıp: folk. birçok boncuklar ve gerdanlıklar takınarak; kılıçıñardı tağmıp, atıñarğa mingile: folk. kılıçlarınızı takınarak atlara bininiz!; orden tağın.: nişan takınmak.
tak ı, f. 1. dürüst, derli toplu, muayyen; tak künü bugün: tam bugün; tak tüştö keldim: tam öğle zamanında geldim; Talastıñ tak boyunda: tam talaş kıyısında tili tak; dürüst ve açık ifade etmesini bilen; tak ayt: dosdoğru, açıkça söylemek; tak esep yahut talana tak esep: tam hesap; alasa beresege tak: alacak-verecek hususunda dikkatlidir; tapa tak = tapatak; tak bölüüçü mat.: tam, eksiksiz bölücü (kasım) 2. tek (çift olmıyan), biricik; cuppu tak? tek mi, çift mi? (oyun); tak öt-: hayatı yalnız (evlenmeksizin) geçirmek; tak san mat.: tek sayı. II, f. taht; altın tak: altın taht; tağınan tayğıldı, bk. tayğıl-. IIIf. yara izi, benek, leke; ak tak: onulan yaranın yerinde beyaz leke; cürökkö (yahut köñülgö) tak sal.: incitmek, müteessir eylemek; köngülünö tak salba folk: onu incitme, gönlünü kırma. IV: ak etkende tak etet: büyük sabırsızlıkla bekliyor; tak kat: dona kalmak, büsbütün dinmek; tak kattım, tak kattım: guguk kuşunun sesini taklittir, ki güya yazın bu kuş otların kuruyacağından haber veriyormuş; tak kötör- 1) (bir ağırlğı) yakarıya kolay ve çabuk kaldırmak; 2) mec. ifratla ve müba- lâğa ile övmek; tak sekir-: birden bire sıçramak; tak katır-: hiç bir şey vermemek, boş elle çevirmek; tak tuk: takırtı; tak teke. bk. teke 1. V, 1. takmak, asmak; orden tak .: nişan takmak; ükü tak-: (kalpağa) baykuş yahut puhu tüyünden süs takmak; topçu tak-: düğme takmak; 2. calğan material tak-: birisine yalan, kirletici mevad isnat etmek. VI, f. tüp (bk.)’ten bir parça yukarı eleçek (bk.) üzerine sarılmış olan bez parçası. ! VII. at üzerine bağırış = koş IV. ancak bu bir tek at için kullanılır; tak- tak: at ayak patırtısını taklit, tir.
taka l 1. nal (at ve ona benzer hay. vanların tırnaklarına vurulan demir); taka kak-: nal takmak, nal vurmak; 2. ökçe II, top (başayı denilen kumaş topu. bk. başayı) III: taka. tak-tak: ölçülü takırtıyı (mes. vagon tekerlekleri takırtısı) taklittir.
taka- IV, sımsıkı yaklaştırmak, ya. naştırmak; tamğa taka-: duvara yanaştırmak.
takalat- et. takalardan; men baldaığa takalatıp iydim: çocuklar beni kafese koydular, çocukların tuzağına düştüm.
takalatuu işs. takalardan.
takaloo nallama, nal vurma.
takaluu I, 1. naili; 2. mec. at; takaluudan tay kalbay keldi, tayluudan tay ak kalbay keldi: nallıdan tay geri kamadı, taylıdan da değnek geri kalmadı" (büyük küçük, derecesine, mevkiine bakmaksızın herkes geldi). işs. takal'dan
takana : kam takanasız yahut kam takanası çok: gamsız, kaygısız ke- dersiz.
takanasız bk. takana.
takanç = takançik.
takançık kendisine dayanılabilen nesne: dayanak.
takancıkta .. dayamak; takançıktap bas-: bir ayakla yere adamakıllı basarak, ötekisinin ucunu hafifçe yere dokundurarak, sekerek yürümek (topallamak); butun takançıktap basa albadı: acıyan ayağına hafifçe dayandı ve yürüyemedi.
takat a. sabır, tahammül, takat ber -; baskıya karşı komak, dayanmak, mukavemet etmek.
takay- sımsıkı, çok yakın, israrla takay işte-r özenle (sebatlılıkla) çalışmak; işençilikti foolşevikterçe takay iştöö menen aktoonu özünün milde ti dep esepteyt: özenle çalışmak suretiyle itimadı hakketmeyi kendisinin bir borcu sayıyor; planların takay turup turmuşka aşınp kelişken: kendi plânlarını onlar ısrarla tatbik ettiler; takay otur-: sıkışarak oturmak; munu takay oturğan kişi kılat: bunu yalnız üzerinde özenle duran adam yapabilir.
takay IIyahut eşektin takayı, sıpa.
takdır = tağdır.
takı- bıktırmak, takılmak, sırnaşmak; takıp ele surap kaldı: sualler ve soruşturmalarla canımı çıkardu
takıbaa a. dn. perhizkârlık, takva muttaki.
Takıbaala- Allahdan korku ve takva göstererek, .günahtan sakınarak bir iş yapmak.
takıbaalık dn. takva, günahtan sakinlik, zühüt.
talakta- I. acele ettirmek; 2. zorlamak ısrar etmek.
takıl- sıkışık vaziyette, son derecede müşkülât içinde bulunmak; çöptön takıl-: kuruot ihtiyacı içinde bulun- mak.
takılda- takırtı yapmak; takıldap ele süylöyt: beyhude yere çene çalıyor.
takım dizin iç yanı; takımğa bas— üzengi kayışı altına koyarak kıstırmak, (atlı hakkında); kuu takım: kurnaz,, sokulgan..
takımda- 1. yakından takip etmek, geri kalmadan kovalamak; 2. peşi. ni bırakmamak, takılmak, kusur aramak.
takımdaş- muş. takımda’dan.
takır 1. çıplak, bitkisiz, otsuz; takır baş: matruş kafa, saçsız baş; 2. çıplak arazi, ot bitmiyen balçıklı toprak; 3. katiyen, büsbütün (menfi cümlede); takır kaltırbay cedi: hiç bir şey bırakmadan yedi; takır çok :katiyen yok; hiçbir şey yok; bizdiñ ölkabüzdö cumuşsuzduk takır çok: bizim memleketimizde işsizik katiyen yoktur.
takıray- bitksiz kalmak, çıplak olmak.
takırayt- bitkiden mahrum etmek, çıplak bir hale komak; baş takırayt-: matruş kafayı teşhir etmek.
takırçak çıplak; tap takırçak: çır il çıplak, ter temiz olarak.
takıya a. takke; kep takıya: kadınların eleçek (bk.) altından giydikleri beyaz takke; takıya saydı: kırgiz gençliğinin düğün oyunlarından biridir ( bu oyun sırasında gelinin takkesi değnekle düşürülürdü).
takmazala- istihza karışık paylamak, azaralmak (çok iyi, âlâ, bunun nasıl ya unuttururum 'ben sana; bakalım bu nasıl oluyormuş ve s. gibi).
takool 1. kuvvet, gayret, enerji; 2- takviye, istinat, destek; değenime köngün dep, takool bölüp bergin, dep folk: benim sözlerime uy diyerek, bana destek ol,.diyerek.
taksir a. es. efendi (kendisiyle konu. sulan kimseye tevcih edilen hürmet sözüdür).
taksız I, lekesiz, lekelenmemiş olan. II, muayyen ve kat'î olmıyan.
taktaII f. 1. tahta, kereste; kara takta: kara tahta; kızıl takta: kırmızı tahta; buuday takta boldu: buğday denk olarak yükseldi (başak çıkarmak üzere iken); 2. iki parçadan dikilmiş ve gocuk yapmak için hazırlanmış olan deri.
takta- III, muayyeniyet vermek, ince ve noktası noktasına hesap yapmak; alasabereseñdi taktap cürgün;: alacak verecek hesaplarında temiz ol.
taktala- bir şeyi bir şey üzerine sıra ile koymak.
taktaş- hesaplaşmak.
taktaşuu hesaplaşma; muayyeniyet verme.
taktay = takta II.
taklayla- tahta ile örtmek yahut süslemek; üstü astın taktaylap salğan uy: tavanı ve dabanı tahtalardan olan ev.
taktaylan- tahta ile örtülmek yahut süslemek.
taktaylat et. taktayla-'dan.
taktı = tak II; azimkandıñ taktısı folk.: azimhanın tahtı.
taktık muayyeniyet, muşahhasiyet; cüzdön bîr taktığı menen mat.: yüzde bir nisbetinde dürüstlük ile; cüzdön bir taktıktan kemi menen mat.: yüzde bir nisbetinden eksik dürüstlük ile; sözdön bir taktıktan artığı menen mat. yüzde bir nisbetinden daha fazla dürüstlük ile.
taktır- et. tak-V'ten.
taktika r tabiye.
taktikaluu taktlı. ölçülü.
takuur işs. takı-'dan.
tal I, 1. badem söğüdü, söğüt, kürek söğüdü; kırcın tal. 'bilek tal, ecki t al: söğüdün nevileridir; sen anı tal karmaba: sen onu kendisine imtisal edilecek bir örnek sayma!; mac-rum tal: salkım söğüt; 2. çubuk, ince çubuk; 3. tane (uzunca şekilde olan şeyler hakkında); bir tal şi-reñke: bir tanekibrit. II: tapa tal = tapatal. III, yahut talı-, 1. donakalmak, yumuşak (uzuv hakında), bayılmak; kolıum talıdı: elim uyuştu;; közü talıytı: gözü yoruluyor; ölö-tala yahut ölgön.talğanda yahutöldüm- taldım değende bk. öl- II; 2. sar'adan muzdarip olmak.
tala- soymak, yağma etmek.
talaa 1. step. kır, sahra; ay talaa: çöl: kuu talaa: kuru sahra, çöl; pakta talaası: pamuk tarlası; talaağa ket- mec.: boşun, faydasız yere kaybol- mak; bizde emgek talaaağa ket. pey t: bizde emek boşuna kaybolup gitmez; kur talaanı süylöyt: boş ve faydasız sözler söylüyor; közünün caşı on talaa bölüp ıylap turat: iki gözü iki çeşme; talaada kalsañda: ne pahasına olursa-olsun; talaada kalsañ da; taap ber: nerede bulursan- bul; 2. vadi; alay talaası: alay vadisi; 3. tebeteydiñ talaası: kalpak dikmeye yarayan kumaş parçaları.
talaala- : kan talaalap ağıp turğan: kan çeşme gibi aktı.
talaalan- . havaya savrulmak, boşuna mahvolmk.
talaalık . sahravî. sahralık.
talan yağma, talan; talaaña tüşkön mal: yağma ile elde edilen hayvanlar, yağma mal; taaan-çaçın yahut talaan- bülün: nehbü garet; talaan sal-: yağma ettirmek.
talaptaş aynı şeyi istiyenler, aynı maksada doğru yürüyenler.
talaptuu arzulu, talepli, istekli.
talaş l kavga niza; eç kimdiñ talaşı çok: kimse itiraz etmiyor; küz-talaş maalı ats. güz-mücadele (kışlık geçimini sağlamak için uğraşma) çağıdır; talaş- tartış kavga ve niza ., II münakaşa etmek, münazaa etmek, itiraz etmek, iddiada bu- lunmak; can talaş bk. can II; namısmğdı talaşam: senin şerefini, namusunu müdafaa ediyorum.
talaştır- et. talaş- h'den; çoku talaş-tıra berip kaldı: kafa tepesine bir iki defa indirdi (şiddetle vurdu); can talaştır bk. can II.
talaşuu işs. talaş- ıfden; can talaşu-u: 1) ölümle mücadele, ihtizar, can çekişme; 2) mec. umutsuzca (nev- midane) gayret sarfetme.
talat- yağma ettirmek; çöbön malğa talattı: otunu hayvanlara çiğnetti; talatıp kpydıu' eline altmış töö se- bimdi: folk. çeyizim olan altmış deveyi halka yağma ettirdi.
talatuu ; işs. talat-'dan.
talay = dalay.
talda- 1. ayrı ayrı dallara ayırmak; 2. dikkatla seçmek, ayırtlamakr çeşitlemek; 3 tahlil etmek; taldap kara-: ayrı ayrı bakmak, inceden inceye tetkiki etmek.
talıt- yormak; köz taht-: gözleri yormak; taman talıt.: tabanı yormak.
talıtuu işs. talıt-'dan.
talimsi- = talımsı-.
takla- havanda dövemek, ufalamak, param-parça etlemek, tahrip etmek.
taklan- ufalamak, dövülmek, param parça olmak.
talkalanış işs. talkalan-'dan.
taklalaş- müş. talkala-'dan.
talkalat- et. talkala-'dan.
talkaloo işs. talkala-'dan.
talkan kavut; may talkan: yağlı kavut; taş talkanı çıktı: param parça oldu; taş- talkanın çığar yahut taşın talkan kıl-: kınp parça parça etmek; oozuna talkan kuyup mec.: ağzına kavut almış gibi (konuşmuyor).
talkanda- 1. kavuta çevirerek; 2. kırıp parça parça etlemek.
talmalan- 1. saradan mudarip olmak; 2. mec.taşkınlık etmek, kudurmak.
talmoorsu- bütkön boyum talmoorsup turat: bütün vücudum sızlıyor } ağrıyor.
talon r. bono, talon.
taloo yağma, talan.
talooçuluk yağmagerlik.
taloolon- kısmen kızarmak, pembe- leşmek; beti kızarıp taloolonup turat: yüzü yer yer kusardı; kün taloolonup kızarıp çıktı: güneş kırmızı şualar saçarak doğdu.
taluu donma, uyuşma (el, ayak hakkında.), baygınlık; taluu cer: hassas yer (öyle bir yerdir, ki oraya vurmak vücudun bir kısmının duygusuzlanmasını veya baygınlığı (mucip olur).
tam I, (balçıktan, kerpiçten yapılan) duvar; tam uy: daimî (portatif olmıyan) mesken, ev (balçık sıvalı, kârgir ve s. gibi); cer-suu, tam taş: arazi ve meskân; teşik tam: (rad.) örekenin balçıktan yapılan yuvarlak başı. II: tam tam yahut tam tüm: (he. nüz yürümeye başlıyan çocuğun) korkak adımlan; tam tüm bas-: korka korka atılan adımlar (küçük çocuk hakkında).
tam- III(girundifi taamp'tır) „ damlamak. IV, tutuşmak, yanmak; ot tama elek: ateş henüz tutuşmadı (odun daha ateş almadı).
tamak 1. yiyecek; tamak iç-: ,gıda almak, yemek; bugün tamak içtiñ-bi?: bugün yemek yedin mi? ta-mak-aş önör çayları: erzak sanayi-i müesseseleri; 2. gırtlak;; tamak boo: hamut sırımı (bağı); ay tamak: beyaz gerdanlı (güzel kadının sıfatlarından biridir); kıl tamak: ince boyunlu; aram tamak: başkalarına yük olan, çalışmadan yiyen; tamak kır-: kesik kesik ok. sürmek; kaz tamak: geranium (bitki); çar tamak: guşa (hastalık).
tamaktan- birparça yemek; gıda almak, doymak, gereği gibi karın doyurmak.
tamaktandır yedirmek içirmek
tama a. l .herkes, hepsi; 2. tamam, son.
tamamat a. tamamiyle, büsbütün, herkes, hepsi.
taman 1. taban (ayağın ve ayakkabının); kara taman kon. es. baldırı çıplak; it taman: köpek pençesi (mimarî tezyinatın bir çeşididir); tamam cerge tiybet: 1) tabanı yere değmiyor (gayet hızlı koşuyor); 2) asın derecede seviniyor; çel taman: rahat oturmayan adam; taman tındır-: ayakları dinlendirmek; tamanıbızdı tındırbayt: bizi rahat bırakmıyor (daima şuraya buraya gönderiyor); tamaña ur- av.: alıcı kuşu avın peşine salıvermek; sarı taman = sartaman; 2. üzenginin dibi; altın taman üzöngü folk.: altın dipli üzengi
tamanda- 1. tabanla koşmak, (mes bir ucuna basarak, öteki ucunu çekmek için taban altına koymak); bacakların arasını açarak, tabanlariyle dayanmak; 2. ötük tamanda-: çizmeye taban, pençe vurmak.
tamız I, a. sıcak, sıcaklık. II, damlatmak; düşmandın çırağına may tamız- mec. düşmanın değirmenine su akıtmak (harf.: düşmanın çırağına yağ damlatmak); oozğo suu tamız (ölüm halinde olan kimsenin) ağzına su damlatmak (tâki ıstırabı hafiflesin); oozuna suu tamızıp kaldı mec.: son dakikaları yaşıyor. III, tutuşturmak, yakmak; öşkön ottu tamızdıñ, ölgön candı tirgizdiñ fok.: sönmüş olan ateşi (yeniden) tutuşturdun, ölen canı dirilttin.
tamızğı I, damlatma aygıtı, pipet, damlalık. II, ateş tutuşturmaya yarayan nesne (çıra, yonga, talaş ve s. gibi).
tamızğılık = tamızğı II.
tampañda ., biçimsizce hareket etmek.
tampay- biçimsizce şişman omak.
tamsil a. kısa, hikmetli söz, kinayeli söz.
tamşan- 1. bir şeyin tadına -bakarken yahut hayert ederek dilini şakırdatmak ve dudaklarını şapır* datmak; 2. hoş bir şeyi hatırlamak; 3. taaccüp etmek.
tamşandır tamşant-, et. tamşandan.
tanışanuu 1. bir şeyin tadına bakarken yahut taaccüp ederek dili şaklatma ve dudakları şapırdatma; 2. hoş bir şeyi hatırlama; 3. taaccup etme.
tamtay- fakirce ve örselenmiş kılıkta bulunmak; tamtayğan:'büsbütün fakir.
tamtık tamtığı çıkkan yahut tamtığı ketken: yırtlmış, pare-pare olmuş, örselenmiş; kiyiminde tamtık çok yahut kiyiminin tamtığı ketken yahut tayda tamtık çok: giyimi büsbütün parçalanmış, yırtık pırtık olmuş; betinde tamtık çok: yüzünde sağlam yeri kalmamış (tırmalanmış, yaralanmış); tamtıgına çeyin: son ipliğine kadar.
tamtıksız adamakıllı yırtılmş, pare pare olmuş, örselenmiş.
tan- inkâr etmek, kendine ait olduğunu veya kendisinin yaptığını tanımamak, imtina etmek; anı tanbayım: onu inkâr etmiyorum; mu. nü eç kim tana albayt: bunu kimse inkâr edemez; esten tan: histen mahrum olmak,'bayılmak; kişi başkanı tansa da, tokoçtu tanbayt:-insanı herşey bıktırıyorsa da, ekmek bıktırmıyor; etti tanıp kettim: etten nefret etmeye başladım, etten bıktım; akıldan tan-: aklını oynatmak.
tana dana (iki yaşına basmış genç inek).
tanaca küçük dana.
tanap a. 1. ip, bağ, nâkil tel; 2. bir satıh ölçüsüdür, ki aşağı yukarı 1/6 hektara muadildir.
tañkığıy ucu yukarıya kıvrılmış kanatları geniş olan (burun).
tañsık 1. taaccuuba değer, nadir olan; mağa bul tañsık emes: bu beni hayrete düşürecek şey değil; 2. şiddetlle arzu edilen; şiddetle arzu eden; tañsık emesmin: pek o kadar arzulu değilim.
tañşı- muhtelif şekillere girmek; türlü türlü ahenklere dökülmek (ses, şada hakkında).
tangşış- müş. tağşı-'dan.
tañtıñda . = tantı-.
tañuu 1. işs. tañ-V'ten; küyöö tañuu: bir düğün adetidir, ki şundan ibarettir: genç kadınlar güveyi -bağlarlar, o ise, onlara para vermek suretiyle kurtulmıya mecburdur; 2. bağ, köstek, bukağı; kolun çeçip tañuudan folk.: elinin bağlarını çözerek.
tank r. tank (harp aletlerinden).
tanka tanki = tank.
tanker r. tankı idare eden. tank süren..
tansa r. dans.
tantı- çene çalmak, boşa sözler soylemek.
tantık 1. söyleyişte kusur (çocuklarda olduuğ gibi, bazı sesleri gereği gibi telâffuz edememek); 2. boş sözler (ör. bk. çalçık); 3. herze söy-myen.
tap I, sınıf (muayyen bir içtimaî ta- baka); tap sayasatı: sınf politikasi; tap colu: muayyen bir içtimaî sınıfın menfaatlarını güderek tutulan yol; tap karakılığı: sınıf î uyanıklık; tap ciktelişi: sınıfı tabakalara ayrılma taazzi; sen maa ele tapsmğ: sen yalnız bana denksin, sen yalnız benimle boy ölçüşebilirsin. II. zaman, an, uşul tapta: şu zamanda, bu anda; aşık bölüp tös-tükkö, tozup turğan tabı eken folk.: (kadının) töştüğe aşık olarak, (onu) beklediği dakika idi. III, f. 1. sıcak, ılık; ottun tabına kızıp turğan kıskaç: ateşin sıcağında kızan maşa; 2. kuvvet, sıhhat; tabı çok: rahatsızdır, kendini fena- hissediyor. IV: tap ber- yahut tap koy-: vurmak için el kaldırmak; tap cıldır-bay alamın senden: senden almadıkça tek bir adım atmaya bile müsaade etmiyeceğim; tap ibilgizbey yahut tap aldırbay: sezdirmeden, gizlice. V, idman; tabına kelgen: idman görmüş, tavında; eti tabınan tömöndöp ketken: (koşu atı hakkın- da) lüzumlundan fazla arıklamış; kıl tabında: tam tavında, tam lüzumlu idmanı görmüş (ne arık, ne de semiz). VI(Rad.), orta, ortaca, şöyle böyle; tap ettü ( Rad.): oldukça zayii VII, ta hecesiyle başlıyan sözlere takviye için katılır: tap-taze: tertemiz; tap takır: dümdüz (pü- rüzsüz) .
tap- VIII(girundifi taap'tır), 1. bulmak, ele geçirmek; taap ay t-: akıllıca ve ciddî söylemek; bir ayda kanca tabat?: ayda ne kadar kazanıyor?; tapkan taşığanıbız: bütün kazancımız; tapkan mal: kazanlan mülk; içimen tap kişi bk. iç I; teşik tap;: deliği bul; (kazanın deliğini su sızdıran yerini bul da, onu tıka; kazanda su sızdığında, onu su ile doldururlar ve içine bir parça kavut atarlar: akan su kavutu deliğe çeker, ve delik te bu suretle kapanır); 2. bala tap: çocuk do- ğurmak; uul taptı: oğlan doğurdu; 3. (bilmeceyi) halletmek.
tapa ta hecesiyle başlıyan sözlere taviye için katılır;; tapa tal = ta-patal; tapa tak = tapatak; tapa takta = tapatakta.
tapan I = taman; töö tapan: baharın ilk günlerinde açan bir beyaz çiçek; üç tapan: çocukların bir çeşit aşık oyununun adıdır. II, apan sözünün tekidir, III, 1. hem alçı'sı (bk.), hem taa'sı (bk.) aşınmış olan aşıktır„ ki daima 'kâh alçı yanile, kâh taa yanile durur; 2. meç çevik, kurnaz, hazırcevap, çaresaz; alçı, taañdı cep koyğon tapan ekenseiñ: kurnazarm elebaşısı imişsin; sen her zaman sudan kuru çıkmanın yolunu buluyorsun.
tapança f. 1. talbanca, revolver; 2. birçeşit pide adıdır.
tapındık çeviklik, atikliklik, kurnazlık.
tapatak noktası notasına, vazıhan, açık; tapatak acırat-: vazıh olarak ayırmak (sınırlarını tayin etmek).
tapatakta- : tapataktap = tapatak
tapatal : tapatal tüştö: güpegündüz.
tapçı idmancı, antrenör.
tapçıl sınıf yöününden eksiksiz, sın-fî, kendi sınfına sadık olan; tapçıl tarbıya: sınfî terbiye.
tapıl apıl sözünün tekidir.
tapır : tapır tapır: şiddetli ayak patır- tısını taklittir.
tapkıç 1. hazırcevap, çaresâz; 2. atik ve aramalarda usta.
tapkıççıldık hazırcevaplık, çare-sâzlık.
tappat a. dn. Kur'anın III (yüz onbi-rin) ci faslının (sûresinin) birinci kelimesidir, (ki bu sûreyi geçerken talebe hocaya bir tabak et getirirdi) .
tapşıruu 1. teslim, tevdi, vazife verme; 2. elden ele teslim, devretme; et teslim etme. : et teslim etme.
tapşıruuçu teslim eden.
tapta- antrenman yaptırmak; bür-kütün tülkü etine taptağan: karakuşunu, tilki eti yedirmek suretiyle antreneman yaptırmış; çay tapta-: (süt ve yatğ ile tertûyelemek sure- tiyle) çay hazırlamak; ketmen tap-ta: kazmayı bilemek; dalısın tapta-dı: (işini tasvip ederek) omuzlarını sıvazladı.
taptak : taptak ırğı yahut taptak se-kir-: kesik kesik sıçramak; taptak kötör: hızlı hareket yaparak birden bire kaldırmak. taptal-, idman edilmek; antrenemangörmek.
taptama kazanda pişirilen pide. taptan-, 1. kendi için antreneman yapmak; külük atın taptanıp folk.: kendi için koşu atını antreneman ederek; 2. tedhizatlı olmak. taptat-, et. tapta-'dan. taptık, sınıflık; taptık sezim: sınfî duygu.
taptır- buldurmak (ör. bk. dayın).
taptış a. teftiş.
taptışta- teftiş etmek.
taptuu : eti taptuurak: eti pek o kadar yağlı değil; taptuu ele malı bar : bir miktar hayvanı var.
tar dar; tar cer: 1) dar yer; 2) mec. zor vaziyet, haller, müşkül daki-(ka; içi tar: hasis, cimri; terisi tar: çahu-k kızan çabuk sinirlenen.
tarık I, a. târih; tabıyğat tariki: tarihi tabiî; madanıyat tariki: medeniyet tarihi. II, hasis, cimri. III, 1. sıkıntı, zorluk hissetmek; 2. kuvvetten düşmek, gevşemek.
tarıkçı tarihçi, müverrih.
tarıkı a. târihî; tarıkı kün: tarihî gün.
tanktık hasislik.
tarıl- 1. daralmak, kısılmak, dar ve sıkışk olmak; 2. hasis olmak.
tarkıldak karatavuk (Turdus); boz tarkıldak, ala tarkıldak: karatavuğun nevileridir.
tarlan yahut boz tarlan yahut tarlan boz: kır (at donu).
tarmak şube, kol, dal.
tarmal 1. kıvırcık; 2. kıvrımlı; ıbük- lümlü.
tarnıaldan- kıvrılmak, kıvırcıklanmak.
taroo 1. işs, tara “-“ dan; 2. dal budak salma.
tarp ölü cesedin kalıntıları, leş; co-roluu çerde tarp kalbas ats.: com kuşunun buunduğu yerde leş kalmaz; ala tarp: eskimiş, örselenmiş, yırtık pırtık nesneler.
tarpağay : tarpağay murun: kanatları geniş olan 'basık burun.
tarpañ yürüyüşü kötü olan at.
tarpañda- ağır ve biçimsizce hareket etmek, yürümek.
tarpı- ön ayağile vurmak (deve hakknda); cer tarpı-: ayağile toprağı kazmak, (yabani hayvan hakktnda).
Tars ! takırtı; tars et-: şiddetli takırtı yapmak; tars-tars yahut tarsa-tars: çatırtı; tars kat: dona kalmak.
tart- 1. çekmek, sürüklemek; caa tart-: kirişi çekmek, yaydan atmak;, tart arabañdı mec.: çek a-râbanı; defol; başına tartsa ayağına, ayağına tartsa, başına cetpeyt ats.: başına çekerse, ayağına yetişmiyor, ayağına çekerse, başına yetişmiyor; at calin tartıp mingende 1) (ata), yelesine tutunup bindiğinde; 2) mec. (oğlan hakkında) bir parça büyüdüğünde; cip tart-: ip çekmek; tuzak tart-: tuzak kurmak; katar tart-: sıraya dizilmek; oñ közüm tartıp tarat: sağ gözüm seğiriyor; sür ö t tart-: tersim eylemek; fotoğraf çıkarmak; cay aylan ayaktap, küzgö tartkan u- bak: yaz günlerinin sonlarına doğru geliyor ve güzün yaklaşmakta olduğuı seziliyordu; şireñke tart-: kibrit çakmak; sırların tartıp kör sırlarını anlamaya bak; (sırlanını bir yokla,); tartıp al-: çekip almak; baş tart-: bk. baş ı; 2. sofraya yemek çekmek, yemek sunmak; aş tart- yahut tabak tart-: yemek çekmek, sofraya yemek sunmak; çapan çap, at tarttı: hırka ve at sundu (yahut bunları bir ceza olanak üzere ödedi); 3. mec. iğdiş etmek (hayalarını çıkarmak); seni tartıp taştağanbı?: sen hadım mısın yoksa?: sen erkek değil misin yoksa?; 4. tartmak (teraziye çekmek); tarazaa tart-: terazi ile tartmak; 5. (üflemek suretiyle ça- lınan musiki aletini) çalmak; coor tart-: düdük ve kaval çalmak; garmon tart-: akordeon çalmak; 6. öğütmek; tegirmenge barıp, un tartıp keldim: değirmene gittim ve un öğüttüm; 7. hareket etmek, yönelmek; coldon burulup, bizdi karay tarttı: yoldan saparak, ibize doğru yöneldi; 8. tütün içmek yahut tütünü ağza atmak; tameki tart-: tütün içmek; boporoz tart-: cigara içmek; asmay tart-: enfiye çekmek (dudak ardına, dil altına atmak); 9. sürmek, yapıştırmak (mes.. yakıyı); köö tart-: kunum sürmek; köö tartkay betime tanığa saldı: 1) yü- zümü, kurum sürmüş gibi. lekeledi; 2) mec. beni terzil etti; 10. muayyen bir renge girmek, muayyen bir kılık, şekil almak; sarğılt tart-: sarıya çalmak; kuba tart-: ağarmak; beyaza çalmak; kutoalcın tart -: bir parça ağarmak; ırkılcın tart-: şüphe ve tereddüt içinde bulunmak; kirgil tart-: bir parça kirlenmek, bulanmak; afoa keçke salkın tartıp turdu: akşama doğru hava birparça soğudu; kara kök tartıp: koyu maviye çalarak; seyrek tartıp kaldı: seyrekleşti; kıyın tart-: güçleşmek, - müşkül bir duruma girmek, fenalık hissetmek (hasta hakkında); ceñil tart-: hafiflik hissetmek; cımcırt tart-: sükut etmek; 11. katlanmak, yaşamak (baştan geçirmek); azap tart-: azap çekmek; ayıp tart-: para cezası ö-demek, para cezasına çarpmak; 12. birisine çekmek (benzemek); enesine tartkanbı,, atasınabı?: anasına mı çekmiş, babasına mı? Semetey) atası manastı tarıp baatır bolot: (Semetey) babası manasa çekerek, bahadır olacak; 13. (geçmiş zaman yahut hal zaman girundifi şeklinde ve önce gelen ablatifla birlikte)., den;... dan itibaren; altıncıdan tartıp, on cetinçi sentyabrege deyre: 6 eylülden 17 eylüle kadar; bir nece top cıldardan beri tarta: bir kaç yıllardan beri;... mından arı tarta: bundan böyle bugünden itibaren; oktyaibrden tartıp: ilkteşrinden beri; bir metreden tartıp beş metreye çeyin: bir metre- den beş metreye kadar; 14. arak tart-: rakı yapmak (başlıca, evde iptidaî usullerle).
tartağay uzun bacaklı, ince uzun kimse.
tartak = tartağay.
tartakta- = tartalañda-.
tartaktat- = tartalaniğdat-.
tartalakta- = tartalañda-.
tartalaktat- = tartalasğdat-.
tartalañda- : biçimsizce hareket etmek, yürümek (ince ve uzun boylu kimse hakkında)
tartalañdat- et. tartalañda -’ dan.
tartañ = tartağay.
tartañda- = tartalañda- .
tartañdat- = tartalañdat- .
tartar su tavuğu (Crex Pratensis) ; suu tartar: Rallus (kuş) .
tartay- kuru ve uzun kılıkta bulunmak, uzamak, sivrilip yukarıya doğru çıkık durmak; tartayıp birin- serin terek öskön: şurada burada kavaklar sivrilip duruyordu.
tartıl- pas. tart- ’dan; suu tartılıp kalıptır: su çekilmiş; tabak üç künü tartıldı: aşlar üç gün çekildi (ziyafet üç gün sürdü) ; sotko tartıl- : mahkemeye celbedilmek; et tartıldı: et sofraya verildi; kerney surnay tartılıp folk. : kerney ( bk. ) , zurna çalındı.
tartım (krş. tart ) : bir tartım asmay: bir defa çekilecek kadar enfiye; bir tartm buuday: bir miktar buğday ( değirmen susağına dökülebilcek kadar buğday ) ; tartımı cakşı: iyi evsafa malik olan; iyi neticeler veren; bıyıl maldıñ tartımı cakşı: bu sene hayvanlar iyidir (iyi beslenilmiştir, eksilişi yoktur ve s. ) çöptün tartımı cakşı: otlar iyidir; tartımı cok: iyi evsafı olmıyan, iyi neticeler vermiyen; tartımı cok cigit: iyi sıfatları olmıyan delikanlı.
tartın- 1. kendi üzerine çekmek; ötük tartın- : çizmeleri çekmek (giymek) ; cılkının cılğıy terisin köçügünö tartınıp folk. : sepilenmemiş at derisini altına serdi; 2. iştiraktan imtina etmek, iştirak etmemek- çekinmek, sıyrılmak; uşunday iygiliktii işke kişi tartınıp kalabı? : bu gibi iyi bir işten insan imtina eder mi; 3. sıkılmak; tartınbay yahut tartınbastan: çeknmeden, korkmadan, cesaretle; tim ele bet aldınça kep aytıp, tartınbay handan süylödü folk. : aslâ çekinmeden, cesaretle hanın yüzüne söyledi.
tartınçaak yedekte iyi yürümeyen, direnen ve ileri gitmiyen.
tartış I, 1. işs. tart- ’ tan; arkan tartış: gençliğin ve büyük erkeklerin grup ha- linde urgan çekişme oyunu; 2. kapışma; tap tartışı: içtimaî sınıflar arasındaki mücadele; talaş- tartış, bk. talaş I; kitep tartış bolup turat: kitablar kapışılıyor, kitap yetişmiyor; tamaktıñ tartışınan: yiyecek kıtlığından.
tartış- II, çekişmek.
tartıştık aşırı derecede kıtlık, kifayetsizlik; üy tartştığı: mesken buhranı.
tartıştır- et. tartış- II’ den.
tartip a. sıra, nizam, kaide, tertip, intizam, disiplin, sistem; içki tartip: iç nizam, dahil düzene ait kaideler; öndürüş tertibi: üretim disiplini; emgek tartibi: emek disiplini; ün tartibi: ruzname; tartipke sal- : tanzim etmek, yoluna komak, sistemleştirmek; tartipke kel- : tertiplenmek, muntazam bir şekle gelmek sistemleşmek; tartipke çakır- : usul ve kaidelere riayet etmek için davet etmek.
tartipte- tanzim eylemek, yoluna komak, tertiplemek, sistemleştirmek.
tartiptel- tanzim edilmek, yoluna konmak, sistemleşmek, tertiplenmek.
tartiptüü tertipli, muntazam, sistemli; Kızıl Armiyadan küçtüü. tertiptüü armiya cok: Kızıl Ordudan daha kuvvetli, daha disiplinli başka bir ordu yoktur.
tartiptüülük intizam, sistemlilik.
tartkı : üstöldüñ tartkısı: masanın çekmecesi.
tartkıç : caa tartkıç nişancı.
tartkın cezir, suyun çekilmesi.
tartkınçak 1. ileri gitmek istemiyerek direnen kimse; 2. dik kafa, direngen.
tartkınçakta- 1. ileri gitmek istemiyerek direnmek; 2. inat etmek.
tartma 1. çekmece (mes. , masa, dolap ve s. gözü) ; 2. kendine çeken yahut kendisinden geçiren; kün tatrtma: güneş şualarını geçiren; kara nesre ötö ele kün tartma bolot: kara şeyler güneşi (güneşin şualarını) geçirmeye son derece müsaittirler; 3. kadın « sarığı » nı (eleçek’ i) üst taraftan tutturmaya yarıyan kumaş şeritleri (dir, ki bunlar birden dörde kadar olurlar) ; 4. ker tartma: dik kafalı.
tartmakta- işi uzatmak: sallamak, sürüncemede bırakmak.
tastar yahut tastar cip: tündük’ ten (bk. tündük 3) baş bosoğo’ ya (bk. bosoğo) doğru uzanan ip.
tasatrluu 1. tastarlı (bk. tastar) ; 2. mec. evli kadın.
tastay- düm düz, pürüzsüz; tastayğan kız: vekarlı kız; tastayğan suluu kız alıp folk. : ağırbaşlı, temkinli bir kızla evlenerek; tastayıp karap turat: hiç şaşırmadan, çekinmeden bakıp duruyor.
tastorkon f. sofra örtüsü.
tastorkonduk 1. sofra örtüsü yapılacak olan kumaş; 2. sofra örtüsü üzerine konulan (yiyecek ve içecek) .
taş 1. taş; kök taş: kibrititi nuhas; göztaşı; aki taş: kireç, kireç taşı; ottuk taş: çakmak taşı; asıl taş: kıymetli taş, tabi renk taşıyan taş; taş köpüröö: taş köprü; tegirmen taş; değirmen taşı; sözünün tübündö taşı bar: sözünde bir düzmelik var, bir hile ile konuşuyor; tilegi taş kabat: umutlar kırılacak mukavemet görecek; oozuña taş; yahut taş kapkır. söv. : ağzına taş tıkansın; koluñan kara taş kelbeyt: hiçbir iş yapamaz, hiçbir işe kabiliyeti yoktur; akçası tursun. kara taşı da cok: parası nerede. kara taşı bile yok; tayakçan taş kılabı? : sopa ile müsellâh olan ne yapabilir? ; dañkı taş carğan: geniş şöhrete maliktir. şöhreti afakı tutmuş; dañkı taş carıp dubaña ketti: birçok milletler arasında meşhur oldu, tanında; cay taş (halk inanışı) : güya koyun işkembesinde bulunan ve yağmur yağdırma hassasına malik olan küçük taş; tam- taş bk. tam I ; taş öbök bk. öbök; dambır taş, bk. dambır taş kordo bk. kordo I ; taş salışmay: bir oyunun adıdır; taş, salışmay oynoşup folk. : taş salışmay oynoşup folk. : taş salışmay oynayıp; taş calak. bk. calak I; 2. çeki taşı; taşı öödö kulap turat mec. : işleri mükemmel gidiyor; 3. paytak, dama taşı, satranç taşı; 4. yumurtalık (anat.)
taşak haya torbası (hayalarla birlikte) .
taşbaka kaplumabağa.
taşbarañ k-f. tar. taşlama, recim (bir ceza şeklidir) .
taşı- I, kıyılarında çıkmak, taşmak, kenarlarından taşmak; süt taşıp ketti: süt taştı; taşığan darıya: 1) taşmış ırmak; 2) dalgalı, köpüren ırmak. II, taşımak bir yerden diğer bir yere geçirme; bir satırdan o bir satıra geçirmek (yazıda) ; tapkantaşığanım: bütün bulduğum, bütün kazandığım, bütün kazancım; söz taşı- : (gizlice) haberler nakletme (hoş görmemek edasiyle söylenir) .
taşığıç = taşuuçu; kat taşığıçı: mektup dağıtan, kavas.
taşıl- I, koşul- I sözünün tekidir. IImut. taşı- II’ den.
taşımal satırdan satıra geçirme işareti (yazıda).
taşımalda- azar azar taşımak; taşımaldap köç- : eşyaları azar azar tamak suretiyle tedricî surette göç etmek.
taşta- I, 1. atmak; iş taşta- : grev yapmak; 2. yardımcı fiil rolünde iy- (bk. iy V) ve ciber- (bk.) fiilerine yakındır; 3. = cazda- I; cazıp iye taştadım: az kaldı yazacaktı; kıyayamattıñ kıstoosun körüp kala taştadıñ; ötüñ çığıp oozuñdan, ölüp kala taştadıñ folk. : az kaldı, cehennem azabına katlanacaktın, ağzından ödün akacak ve canın çıkacak bir duruma yaklaşmıştın; Elemandın sırttanı uçup kete taştadı folk. : Eleman’ ın yiğiti az kalsın uçacaktı. II, taşlardan ayıklamak; taruu taşta- : darıyı taşlardan ayıklamak.
tatay korku, dehşet ifade eden nida (başlıca kadınlar arasında) ; o, tatay; vay başıma gelenler.
tatayla- tatay (bk.) diye bağırmak; fena halde korkmak.
tataylat- tatay (bk.) diye bağırtmak, dehşet salmak; korkutmak.
tatı- tada malik olmak, tadını vermek; tatığan kımız: tadı bozulmuş olan kımız; toyğondo toktunun eti topura tatyat ats. : insan tokken kuzu eti bile toprak tadı veriyor; sorponun tuzu tatıdı: çorbanın tuzu iyidir; şirin tatı- : tatlı olmak; ceke calğız eki kişige tatıdım: tek başıma iki kişiye muvaffakıyetle karşı koydum; tatıbay turğan üy: tatsız ev (iyi evsaftan mahrum olan ev) .
tatık 1. tat; 2. liyakat.
tatıksız tatsız; tatıksız turmuş: tatsız hayat.
tatım : bir tatım tuz: tek bir yemeğe konulabilcek kadar tuz.
tatır- tattırmak; daam tatırbay, kuup saldı: hiçbir şey tattırmadan koğdu.
tatıran korkunç şey, ucube.
tatış- müş. tat-’ tan; tuz tatış, bk. tuz.
tatıt- tatlamak, tat vermek; tuz tatıt- : (yemeğe) tuz komak (harf. : tuz tadı katmak) .
tatkan- dadanmak; bir kün menin üyümdö baloo cep, tatkanıp kalıptır: bir gün benim evimde pilâv yemişti, ondan beri benim evime dadandı.
tatkant- . et. tatan-’ dan.
tatkanuu işs. tatkan-’ dan.
tattı = tatuu.
tattılık tatlılık, tat.
tattır- tadına baktırmak, tattırmak.
tattuu tatlı, hoş.
tatuu I, barışlık münasebetlerde bulunan, dostça; tatuubuz: dostuz, biz aramızda barış içinde yaşıyoruz. II, tatma, lezzetine bakma.
tatuulaş- barışmak, dostlaşmak.
tatuulaştır- barıştırmak, dostlaştırmak.
tatuulaşuu barışma.
tatuuluk barışlık, dostça münasebetler; tatuuluk menen tur- : barış içinde yaşamak.
tay I, ana tarafından akrabalık; tay ece: ananın hemşiresi (ister büyük, ister küçük olsun) ; tay ene: ana tarafından nine, büyük anne, : taaceñe (tay ceñe yerine) ananın büyük kadın akrabasıdır yahut ananın büyük erkek akrabasının karışı; tay bas: inatçı, söz dinlemez (başlıca kadınlar hakkında) ; tay ekesi soğulup kaldı mec. büsbütün kırıştı, aşırı derecede buruştu. II, 1. bir yaşında olan iri hayvan; tay buka: ikinci yaşına basmış olan tosun; 2. iki yaşına basmış olan tay; tay taka = tay tuyak 2 (bk. tuyak 3) ; tay- tuylak: her hangi bir tay; 3. okşama sözüdür; erke tayım: sevgilim. III: tay-tay; yeni yürümeğe başlayan çocuğa teşvik nidasıdır; taytayla = taytayla.
tay- IV, 1. kaymak; 2. mec. eksilmeye yüz tutmak; coldon tay- : yoldan çıkmak; aldan tay- yahut karundan tay- : kuvvetten düşmek; andan mal taydı: o, servetini kaybetti; ölör ögüz baltadan taybayt ats. : ölmeye mahkûm olan öküz baltadan korkmaz; özüñ barıp sura, öñdü körsö, cüz tayat: kendin bizzat giderek iste. senin yüzünü görürse sıkılır ve reddedemez.
taya- dayanmak; kün beşimge tayap kalğan kez ele: gün öğleye yaklaşmıştı; aşuunu tayap barıp konduk: geçide ulaşarak geceledik.
tayak 1. değnek, baston asa; tayak ce- : dayak yemek dövülmek; tayak cegiz- : işi dayağa kadar götürmek; añgeme muzoo emizer muzoo tayak cegizer ats. : sohbet (lakırdıya dalmak) buzağıya anasını emmek imkânı verir, bu hal ise, senin dayak yemene sebep olabilir; kara tayak es. al. münevverler zümresi; 2. kapı çerçivesinin uzun (amudî duran) süvesi; bosoğo- tayak bk. bosoğo.
tayant- et. tayan-’ dan; töş tayant- yahut too tayant- : dağa çıkmaya zorlamak; maldı töş tayanıp cay! : hayvanları otlatmak için bir parça yukarılara çıkar! ; böyrök tayant- bk. böyrök; toboğo tayant- bk. tobo.
tayanuu dayanma.
tayda tamtık sözünün tekidir.
taydır et. tay- IV’ ten.
taydırmak çükö (bk.) oyununun adıdır.
tayene = tay ene (bk. tay I).
tayğak ayak kaydıran; taygak col. ayak kaydıran yol.
tayğalan- kaymak, ayak kaymak.
tayğalant- et. tayğalan-’ dan.
tayğalanuuu kayma, kayış.
tayğan tazı.
tayğıl- kaymak, ayak kaymak; taktasınan (yahut tağınan yahut takınan) tayğılı mec. : hâkimiyetten mahrum oldu.
tayğılt- et. tayğıl- ’ dan; köz tayğılt- : parlaklıgiyle gözü kamaştırmak; sın tayğılt- : herhangi bir tenkidi kaldırmak (ona dayanmak) .
tayı- dn. kurban vermek; azır tayı (ölünün ruhuna) kurban vermek; cer- suu tayı: yer-su tanrısına kurban vermek (bk. cer 1) ; tük tayıbayt: hiçbir şeye kulak asmıyor; ona hiçbir türlü nasihat tesir etmiyor; taybas: anlaşmaya gelmiyen; albardan tayığan bk. albar.
tayım I, buyum sözünün tekidir. II: caza tayım: tesadüfen yanlışlıkla.
taymaş- . 1. direnmek; 2. güreşmek, mücadele etmek, boy ölçüşmek, olanca kuvvetini sarfetmek; teñ taymaştı: kuvvetçe denk oldukları anlaşıldı, güreşte birbirinden aşağı kalmadılar.
taymaşuu 1. direngelik, israr; 2. kuvvetleri germe, gayret etme.
tayoo destek; mağa tayoo otur! : bana yakın otur!
taypa I, muslin; taypa cooluk: muslin başörtüsü. II, geniş, yaygın. III, a. soy, kabile, taife.
taypak = taypañ.
taypala- bilmemezlikten gelmek, numara yapmak.
taypalat- doğruca dememek, dürüst cevap vermemek, kaçamak yola sapmak, savsaklamak.
taytayla- 1. çocuğu yürümeye alıştırmak için elinden tutarak yardım etmek: 2. mec. bakmak, beslemek, büyütmek.
taytyalaş at başı beraber gitmek (ne geri kalmak, ne de ileri gitmek) ; eköö taytaylaş bolup kirdi: ikisi birden, aynı zamanda girdiler.
tayuu işs. tay- IV’ ten.
taz I, kel (hastalık) . kel adam; taz ardansa. börk alat ats. : kel hiddetlenirse kalpağını çıkarır (ve kafasını gösterir) ; taz kara = tazkara II, leğen (kap) .
taza f. temiz, pâk: tap – taza: ter temiz.
tazala- temizlemek.
tazalğıç temizleme aygıtı: egin tazalağıç maşina: hububat ayıklıyan makine.
teek 1. bir küçük değnektir, ki bununla küçük tayın boynuna çıkta (bk.) sıkıştırılır; 2. kapı sürgüsü.
teekte- teek (bk.) yardımiyle sıkıştırmak; kol teekte- : kolu burup bağlamak.
teele- = teyle- ; malın teeleyt: hayvanları toplıyor (onarı muntazam bir şekle koyuyor) .
teeme = tema.
teep tep- II’ den gerundif.
tege : mal- tege: hayvan, hernevi hayvan.
tegele = degele.
tegerek muhit, daire; şaar tegeregindegi: şehir yöresindeki şehir civarındaki; tegerek baş: yabanî havuç.
tegerekte- kuşatmak, etrafında dolaşmak.
tegerekteş- bir şeyi hep beraber kuşatmak, bir şeyin çevresinde hep birlikte durmak.
tegerektet- et. tegerekte-’ den.
tegerektöö kuşatma; imperialçıl mamleketterdin tegerektöönde bolup turabız: emperyalist devletlerle kuşatımış bir vaziyetteyiz.
tegeren- yuvarlanmak, dönmek.
tegerent- yuvarlamak, döndürmek.
tegerenüü yuvarlanma dönme, devir.
tegeret- yuvarlamak, döndürmek, çevirmek.
tegeretüü yuvarlama, döndürme, çevirme, devir.
tegi 1. katiyen büsbütün (menfi cümlede) ; tegi carabayt: büsbütün yaramıyor; 2. takviye için kullanılan kelimedir; tegi sen süylöböçö! : söyleme, Allah aşkına! ; çıkçı tegi! ; çık rica ederim! ; tegi aytkanıñ kelsin! : senin dediğin yerine gelsin!
tegin I, 1. bedeva, meccanî; ekseñ egin içersiñ tegin ats. : ekin ekersen, bedeva yersin; tegininen: bedava; 2. boşuna, boş yere. II: egin tegin: hernevi hububat ve bitkiler.
tegiriç eni 10-12 verşok (bir varşok arşının 16- da biri kadar bir uzunluk ölçüsüdür, M.) tan ibaret olan bir dokuma kilimidir, ki keçe evin içinde uuk’ un (bk. uuk I) büklümünün (matto’ sunun) bir parça altından geçer; tegiriç şım: bu gibi kumaştan dikilen şalvar.
tegiz 1. düz; tegiz col: düz yol 2. müsavi, denk; baarı tegiz keldi hepsi geldiler.
tegizçildik müsavat.
tegizçilik = tegizçildik.
tegizde- düzlemek, tesviye etmek.
tegizdel- düzeltilmek, tesviye edilmek.
tegizdik seviye; madanıy tegizdik: medeniyet seviyesi.
tegizdöö düzeltme, tesviye bir seviyeye getirme.
tehnik r. teknisyien.
tehnika r. teknik; tehnika ösümdüktörü: sınaî bitkiler.
tehnikalık teknikî, fennî.
tehnikum r. fen mektebi.
tek I, 1. alt, aşağı; 2. temel; 3. zemin: sahre, tekevvün: formation; 4. menşe (içtimaî) ; tek sostavı: içtimaî teşekkül; tek cağınan cet element: içtimaî yönden yabancı olan unsur; ata tegi yahut tek cay yahut sade tek: içtimaî menşe; ata tegin caşırıp: içtimaî menşeini gizliyerek; ata teginen beri manap: (babadan evlâda intikal etmek suretiyle) irsî manap. II, 1. sükûnetle, rahatça tek tur. : rahat dur, sus; tek cür: kendini sâkin, rahat mütevazi tutmak; 2. boşuna; tek turğuça tegin işte; ats. : boş durmaktan bedava olsa da çalış!
teke I, 1. (enenmemiş) teke ; too teke: yabanî teke, dağ tekesi; sokur teke bir oyunun adıdır; tak teke: 1) bir oyun ismidir; 2) iplik üzerindeki palyaço (çocuk oyuncağı) ; tekeñdi soyğon kim bar? : senin tekeni kım kesti (ne sumurtuyorsun, kızıyorsun, küsüyorsun? ) ; küzgü teke cıttanat: son bahar tekesi gibi fena kokuyor; teke mañday: tam karşıda; kız teke: 1) (halk inanışı) hakikî cinsini saklamak ve düşman ruhları aldatmak için kız elbisesi giydirilmiş oğlan; 2) hünsa; teke sarğıl: kızıl saçlı; 2. Kırgız halk takviminde bir ayın adıdır. II = takı- .
tekeber a. 1. kibir, grur, kurum; 2. müşkülpesentlik, güçbeğenirlik.
tekireñ dört nala koşma, dörtleme, sekerek yürümek (meş. ayaklarına köstek vurulmuş at hakkında) ; tebireñ- taskak menen bara atabız: kâh dört nala koşturarak kâh link yürüyüşle gidiyoruz; tekireñim tügöndü: bıktırdı. kabak tadı vermeye başladı.
telçit- yürümeye başlamak için yardım etmek (çocuğa, hayvan yavrusuna) .
telçitüü işs. telçit-’ ten.
telefon r. telefon.
telefonistka r. telefoncu kız.
telegey 1. muhit, dolay telegeyi tegiz yahut telegeyi teñiz yahut telegeyi teñ: her şeyi uygun gidiyor; hiçbir düşüncesi yok; 2. = telbegey; temir kiygen coobu dep. telegey kiygen kızbı dep folk. : bu, demir giymiş düşman değil mi? bu, keçe şapka giymiş kız değil mi?
telegeylüü şümûllü. cihanşümûl.
telegraf r. telgraf.
telegrafist r. telgrafçı.
telegramma r. telgraf, telyazı.
telek : ala telek: karın erimesi neticesinde açılan toprak, yer yer bu gibi açıklıkları çok bulunan yer; cer beti ala telek bolup kaldı: yer yüzü ala teleklerle kapandı.
teli I. 1. bu bir hastalıktır, ki bunun neticesinde göğde iğrilir ( başlıca atlarda) ; teli coru çaldıbı. emine boldung Maaniker? folk. : sana ne oldu Maniker (at) yoksa teli hastalığiyle mi hastalandın? ; 2. deli, aklını oynatmış;3. = temteñ.
teli- II. hayvan yavrusunu başka bir anneye katmak.
temtey = temteñde- 2; temteyip calğız kele cattım ele: tek başıma hazîn bir tavırla ağır ağır yürüdüm.
temtire- = tentire- .
ten f. beden. cisim; can-ten menen kiriş- : canla başla girişmek; bir işe özenle , gayretle, ciddiyetle başlamak; mağa ten: (bu) bana aittir; moynuna ten albay koydu: üstüne amaldı; albadım, dep, ten albadı: inkâr ederek, almadı diyor.
tene f. beden, ten.
teñ 1. denk; teñ şayloo: denk, müsavi seçimler; teñ carım: tam yarı; eki at teñ keldi: iki at (koşuda) aynı zamanda geldiler; teñ emes denk değil; teñi cok: dengi yok, eşi bulunmıyan; başkalardı teñine albayt: başkaları adam yerine koymuyor; teñme- teñ: denk olarak, aynı hisleri taşıyarak; meniñ teñim: benim yaşıtım, benim arkadaşım; 2. yarı; teñinen köp: yarıdan fazla; kozunuñ teñ pulu: kuzu değerinin yarısı; 3. karı kocadan biri, koca, karı, yavuklu, nişanlı ( delikanlı ve kız ) ; 4. hepsi; mecmuu; törtöö teñ: dördü birden; barı teñ: hepsi; hepsi birden; törtööbüz teñ: dördümüz birden.
teñçil müsavata. adalete meyyâl olan.
teñçilik müsavat, hukuk müsavatı.
teñde- denk etmek, müvazeneli bir şekile koymak; kadırıñ tabar katın al, teñdep otun al folk. : kadrını bilecek karı al, hayvan üzerine odunu denkleştirerek yükle.
teñdel- denk olmak, bir sıraya gelmek.
teñdeme denkleştirme.
teñdeş I, denk, müsavi.
teñdeş- II, müş. tende-’ den; sen ağa teñdeşpe: sen onunla denk olma.
teñdik 1. denklik, hukuk müsavatı; 2. es. yemin ederek şehadet, başkasının şehadetinin doğruluğunu tasdik ederek edilen yemin; kaalağan cerden teñdik alsın: benim şehadetimin doğruluğunu yahut suçsuzluğunu tasdik etmek için istediği adamı çağırsın (karş. can sal- : can II maddesinde) ; eyesi teñdikke könsö da, uuru könbeyt ats. : (çalınan) eşyanın sahibi ant içmeye muvafakat ediyorsa da, hırsız muvafakat etmiyor.
teñdiksizdik denksizlik, müsavatsızlık.
teñdöö 1. denkleştirme; 2. mat. muadele.
teñdüü denkli, eşi bulunan, müsavi; özü teñdüü adam: kendisi gibi adam, kendisine denk gelen adam.
teñe- denkleştirmek, müsavi kılmak; uzunu kırk metr teñegen: boyu kırk metreye muadil olan.
teñel- denk gelmek, müsavi olmak; mağa teñelbe! : sen benimle boy ölçüşme! balağa teneğlbe! çocukça hareket etme!
teñelt- denkleştirmek.
teñeş- boy ölçüşmek.
teñeştir 1. denkleştirmek, müsavi kılmak; 2. (uzunluk ve boy hususunda) mukayese etmek, karşılaştırmak.
teñge 1. (Şimalî Kırgızlıkta) ruble. 2. (Şimalî Kırgızlıkta) bir ruble yahut 50 kapik kıymetinde olan gümüş sikke ; 3. (Cenubî Kırgızlıkta) 20 kapik; 4. çeç teñge: kadın saç örgüsüne takılan gümüş ( daha ziyade gümüş paradan olan ) zinet; 5. teñge çöp: bir çeşit yonca ( Medicago lupulina) .
teñgeel denk, müsavi, boy ölçüşebilen,rekabete muktedir olan.
teñirey- ucu yukarıya doğru çevrilmiş olmak (burun hakkında)
teñiri Tanrı.
teñirsi- aşırı derecede caka satmak.
teñiz I, deniz. II, iyi arkadaşlık edebilen, uysal (insan hakkında) ; telegeyi teñiz. bk. telegey.
teñke = teñge.
teñkey- kalın karınlı ve yürürken kıçını oynatır olmak.
teñsel- mevzun ve ağır bir surette sallanmak; bir parça sallanmak.
teñseldir- et. teñsel-’ den.
teñselgiç saat rakkası.
teñselt- mevzûn ve ağır bir surette sallamak; bir yandan o bir yana sallamak.
tenseltüü işs. tenselt-’ ten.
teñselüü mevzun ve ağır sallanma.
teñsin- kendini denk, müsavi saymak.
teñşer- = tekşer- .
teñşeril- = tekşeril- .
teñşerüü = tekşerüü.
teñtayla- : teñtaylap aytış- : biri birinden geri kalmıyarak münakaşe etmek.
teñtaylaş- müş. teñtayla-’ dan; tentayğlaşıp turat: (kuvvetçe ve biribirine karşı muamele v.s. itibariyle) biri birinden geri kalmıyorlar. biri birine denktirler.
tenti- başı boş gezmek. serserice dolaşmak. yurdundan, kendi halkından ayrılıp gitmek; sen kayda tentip cürdüñ? sen nerelerde dolaştın? ; tentip tentip: serserice dolaşarak.
tentimiş serseri.
tentire- = tenti- .
tentit- et. tenti-’ den.
tentüü başı boş dolaşma. serserice gezme.
teoriya r. nazariye.
teoriyaçı nazariyatçı.
tep I, te hecesiyle başlıyan kelimelere takviye için katılır; tep-tegerek: yuşyuvarlak; teptegiz: dümdüz. II, ( gerundifi teep’ tir ) tepmek. çifte atmak. ayakla vurmak; ayakla dürtmek; muz tep- : buz üzerinde kaymak (demiryakla, yani paten ile yahut düzce ayakla) ; kandıñ tepkeni: nabız tepmesi; selkinçek tep- : salıncakta sallanmak.
tepçi- tegellemek; mık menen tepçip saldı: çivi ile tutturdu; suunu tepçip keç- : suyu sığ yerlerini bularak seçerek geçmek; terip- tepçip: derleyip toplayıp, teferruatına kadar dikkat ederek: terip- tepçip ayt- : mufassal bur surette inceden inceye söylemek, anlatmak.
tepe = tepI; tepe-teñ yahut tep tepeteñ: büsbütün denk; tepe-tegiz: dümdüz; dünüyönü tepe- tegiz kıldırıp: dünyayı dolaşarak.
tepek mantar.
tepeñde- sık sık mahmuzlamak (atlı hakkında) .
tepeñdet- et. tepeñde-’ den.
tepeñdöö işs. tepeñde-’ den.
tepeteñ = tepe- teñ (bk tepe ) .
tepey- öne doğru çıkmak; çıkık durmak (küçük nesne hakkında) ; eki toonuñ arasındağı tepeygen alaçık: iki dağın arasında sivrilip duran kulübe.
tepeyt- et. tepey-’ den arğımağın kekeytip, kök kepiçin tepeytip, colğo cürüp kalsın. de folk. : söyleyin ona, atını kızdırarak, mavi pabuçunu giyerek yola çıksın.
tepireñde- hareket etmek (küçük ve sıska hakkında) .
tepirey = tepey.
tepke . tepkek, mus. keman köprüsü.
tepki . tekme. tepme: tepki ce- : 1) tekme yemek; 2) mec. hakaretlere ve cebirlere maruz kalmak; tepkinin aldına al- : tekme atmak suretiyle dövmek; tepkiye cer: kısa mesafe, yakın (harf. : tekme atılacak kadar yakın yer ) .
tepkiç 1. basamak; 2. merdiven; 3. ustalıkla ve şiddetlice tekme atmasını bilen; iyi kapan (alıcı kuş hakkında).
tepkile- tekme atmak. tepmek dövmek.
tepkilet- et. tepkile-’ den.
tepkilöö işs. tepkile-’ den.
tepse- 1. ayaklar altına almak çiğnemek, ezmek. at tepsegen: at çiğnemiş; araba tepsegen it: arabanın ezdiği köpek: 2. mec. zulmetmek; balçıktay tepse- : fena zulmetmek.
tepseen = tepsöörün.
tepsel- 1. ayak altında çiğnenme; tepselgen tema: çiğnenmiş konu; 2. mec. zulmedilmek.
tepsendi = tepsöörün.
tepset- et. tepse-’ den; çöptü malğa tepsetip ciberdi: hayvanlara otu çiğnemeye müsaade etti.
tepsetil- müt. tepset-’ ten.
tepsöörün : eliñ tepsöörünü: insanların gezdiği yer; tepsööründö kalğan: (kalabalığın. atlıların) ayakları altında çiğnendi kaldı.
tepşi oymak suretiyle yapılmış küçük ağaç tekne.
ter I, ter; kara terge tüş- : ter dökerek bitap düşme; seni kara ter kısıp turabı? : neden bunca üzülüyorsun? ne zorun var? ; aram ter. bk. aram; at teri kaypayt: uğraşmasına değmez; ter al- : atı yarışlara hazırlamak.
ter- II, dermek toplamak; onun ter: odun toplamak; pakta ter- : pamuk dermek.
terbey arbay sözünün tekidir.
terçil çok terliyen.
terde- terlemek; at calı köldöp terdegiçe tappadım: neticesiz araştırmalarla canım çıktı.
terdel terlemek.
terdeme humai racia.
terdet- et. terde-’ den.
terdetüü işs. terdet-’ ten.
terdik teğelti; kuu terdik: at kullanmasını bilmiyen kimse.
terek kavak; bay terek: titrek kavak: kara terek: karakavak; ak terek: akçakavak.
tereñ . derin.
tereñde- derinleşmek.
tereñdet- derinleştirmek.
tereñdetüü işs. tereñdet-’ ten.
tereñdik derinlik.
tereñdöö . işs. tereñde-’ den.
tereze . f. pencere.
terge- 1. tahkiat yapmak; bakmak, tetkik etmek (bir işi) ; 2. es. (kadınlar hakkında) ( o kadın için yasak olan) bir kelime yerine başkasını kullanmak.
tergööçü sorgu hâkimi.
teri deri; terisi tr. bk. tarı- : teri tersek. bk. tersek.
teriçi 1. derici 2. es. deri ticareti yapan.
terigüü incitme. tahkir.
terik- gücenmek.
teriktir- et. terik-’ ten.
teril- derlenmek, toplanmak.
terim . derleme, toplama, pakta terimi: pamuk toplaması; birinci terim pakta: birinci devşirmenin pamuğu.
terimçi I. toplayıcı (mes. pamuğu) . II. örülmüş koşum takımları yapan saraç; koş aydağan eginçi, kamçı örüüçü terimçi folk. : çift süren çiftçi, kamçı ören saraç.
teris = ters.
terisken bir otun adıdır.
teriş- müş. ter- II’ den.
teriştir- soruşturmak, bütün tafsilâtiyle sormak.
terki : arkı- terki, bk. arkı.
terme derme.
termeçik ufak-tefek yakacak (yonga çalı çırpı ve s.) .
termel- deprenmek, sallanmak, dalgalanmak.
termele it. ter- II’ den ; çöp termele- : (hayvanlar hakkında) otu koparmak.
termet- depretmek, sallamak, dalgalandırmak.
termetli- pas. termet-’ ten.
termetüü depretme, sallama.
termin r. terim, ıstılâh.
terminologiya r. terminoloji.
territoriya r. toprak, arazi.
terror r. tedhiş.
terrorçu tedhişçi.
terrorduk tedhişe ait, teröre müteallik.
ters aksine, içi dışa çevrilmiş; ters ket- : tersayak; ter eles: serap; ters bağıngkı gram. : tâbi ilzamî cümle.
tersayak dik kafalı, inatçı.
tersayaktık dik kafalılık, inatçılık.
tersek : teri-tersek : hernevi deri, her çeşit ham deriler; arsak-tersek, bk. arsak.
terseldey : tegele keptin terseldeyi oşo ğo: konuşmanın özü asıl bundan ibarettir.
teskey güneş görmeyen gölgeli yer, mañday teskey, bk. mañday.
tesköö 1. yoklama; 2. yoluna koma, tanzim etme.
teskööçü bir işi tertip ve tanzim eden.
tespe a. tesbih; tespe tart- : tesbih çekmek.
teste f. deste, tutam (ekin biçenin avucuna topladığı ekin ve s. tutamıdır, ki bunları toplayıp, sonradan demet şeklinde bağlarlar; bir kaç testeden bir tane ekin demeti çıkar) .
tetik 1. üzerinde bir şeyin döndüğü mil, mihver; 2. menteşe mili; 3. mekanizma 4. es. cihaz, organ (hakimiyet teşkilâtı, kurumu) ; tömönkü tetikte: aşağı cihaz, aşağı organlar (kurumlar) ; keñeş tetikteri: Sovyet kurumları; 5. hamarat, anlayışlı, çevik; köönü tetik: canlı; tişim ketik bolso da, köönüm tetik: ats. dişim gedik olsa, da, gönlüm canlıdır, gençtir: tetik ündüü: db. hanekileşmeye müstait olan sesli (voyel) .
tetir = tetiri.
tetiri bilâkis, tersine.
tetiriklik terslik; işterinin tetirigin körsötömün: işlerinin ters gittiğini göstereceğim.
tetirinçe bilâkis, aksine.
teyle- 1. tamamlamak, tanzim etmek; cumuştu teylep koyup barayın: işi bitireyim de öyle gideyim; 2. hizmet etmek; bakmak; mal teyle- : hayvanlara bakmak (onları intizama koymak) .
teylöö 1. bitirme, tamamlama, yoluna koyma; 2. bakma, hizmetini görme; zayım karmooçulardı ülgülüü teylöö: ellerinde istikraz tahvilleri bulunanlara örneklik bir tarzda hizmet etme.
teytey- biçimsiz, hantal olmak biçimsizce yürümek.
tez I, kerege (bk.) ve uuk (bk. uuk I ) yapmak için kullanılan aygıt, doğrultma aleti; tezge sal- : 1) tez’ e koyma; 2) mec. sıkıştırmak (dersini verme) . II, f. seri, çabuk, tez; tezinen: tezelden; tezinen çara körbösö: tezelden çarası görülmezse; köp bergenden, tez bergen: ats. çok vermekten çabuk vermek yeğdir.
tezdet- tacil etmek.
tezdetil- tacil edilmek.
tezdetüü tacil etme.
tezdik sür’ at, çabukluk, tezlik.
tezek 1. at tersi; mağa karağanda, al tezek terip kalat: benimle yarışa çıktığında tezek derip kalır (o, benimle boy ölçüşemez) ; 2. tezek (yakacak) ; 3. temir-tezek: her nevi demir; demir emtya.
tezis r. tez.
tıbır : tıbır-tıbır camgir tibirayt: tikir tıkır yağmur yağıyor.
tıbıra- tepinmek, çırpınmak (ağlayan çocuk hakkında) ; ayak patırtısı çıkarmak, daha bk. tıbır.
tıbırat- et. tıbıra- ’ dan.
tıbırçıla- = tıbıra- .
tıbırçılat- = tıbırat; butun tıbirçaltip: ayaklariyle tepinerek.
tığılı- tıkılmak, sokulmak; cürük oozğo tığılağanda: mec. sıkışık bir zamanda.
tığılış itiş-kakış, izdiham.
tığın I, tıkaç, mantar, tıpa.
tığın- II, mut. tık- II’ den; (kendine) tıkamak, tıkmak; çapandı başıña tığın! : kaftanı baş altına koy! : baş ayağıña tığınıp atasıñ: (giyimi) hem baş altına, hem ayak altına sermişsin.
tığınçık = tığın I.
tığında- tıkamak, sıkı kapatmak.
tığındat- et. tığında-’ dan.
tığındoo tıkama, sım sıkı kapatma.
tığırçık kısa boylu, sağlam ve tıknaz (insan ve hayvan hakkında) .
tığız . 1. sağlam. sık. gergin. dar; tığız baylanış: sıkı rabıta sıkı temas; tığız baylanışkan: sıkı bağlanmışlar; sıkı temasta bulunanlar 2. acele, müstacel; tığız buyruk: sıkı emir, müstacel buyruk; tığız cumuş: müstacel iş.
tığızdık 1. sıklık, darlık; 2. müstaceliyat.
tığuu tıkma, sokma, tıkama.
tık I: tık ele turup kaldı: şıp diye duruverdi; tık tık etken = tıkıldağan (bk. tıkılda-) ; tık-tık cötöl- : kesik kesik öksürmek. II. tıkmak, tıkamak, sokmak.
tıkan derli toplu, çevik.
tıkandık derli topluluk, dikkat. meharet.
tıkçığıy bünyesi kuvvetli olan tıknaz.
tıkçıñda- hareketlerinde tıknaza benzemek.
tıkçıñdat- zorla tıkmak.
tıkçıy- küçük, şişmanca, sık. tıknaz olmak (insan hakkında) .
tıkılda- kesik kesik ve sık sık takırtı yapmak; tıkıldap cötölüp atat: kesik kesik ve sık sık öksürüyor; tıkıldağan: aceleci.
tıkıldat- et. tıkılda-’ dan; eşikti tıkıldattı: kapıyı vurdu ( sık sık ve kesik kesik) .
tımızın yavaşça, sessizce ihtiyatla, sezdirmeden, gizlice, etekaltından tımızın bol- : susmak, ağızdan tek bir kelime bile kaçırmamak, nefesini kısmak; tımızın süyünüp kaldı: içinden sevindi; tımızın coldor menen: gizli yollardan.
tımızındık sözsüzlük. sır; tımızındıkta kalıp kele catat: iş bir sır olarak kalıyor. ifşa edilmiyor.
tımpıy I, susma oyunu.
tımpıy- II, tam bir sükûtu muhafaza etmek. susmak, tek bir kelime bile ağızdan kaçırmamak; tımpıyıp, unçukpay kaldı: sustu, ağzını kapadı; tımpıyıp ooz açpay cüröt: susarak ağzını açmadan geziyor.
tımpıyuu işs. tımpıy-’ dan.
tımtırakay her biri bir yana dağılarak; tımtırakay çıktı: (panik içinde) her biri bir tarafa dağıldılar: kiyimdin tımtırakayın çığardı: bütün giyimi eskitip parça parça etti.
tımtırs sükûnet (sessizlik) . ara. kısa fasıla; dülöy tımtırs: tam sessizlik. çıt yok.
tın I, 1. nefes; 2. dinlenme. fasıla. teneffüs.
tın- II, dinlenmek, tevakkuf etmek, rahat etmek; eki tınıp keldim: yolda iki defa dinlendim; tındım kıl- : yok etmek; cooçuluğu bar bolso. tındım kılıp salayın folk. : düşmanlığı varsa, ben onu yok ederim.
tınar 1. kuş 1 (bk.) nevilerinden biri; 2. destek, dayanak, umut; ezilbey kantem, Bököy, men: elimdin ketti tınarı folk. : nasıl üzülmeyim, Bököy, halkım dayanağını kaybetti.
tınçı- 1. rahat etmek, sükûnet bulmak, sütliman olmak; 2. (et hakkında) bir parça bozulmak.
tınçıt- 1. teskin etmek, sütliman haline komak; 2. (et hakkında) bir parça bozmak; etti tınçıtıp ceyli: eti bir parça eskitip yiyelim.
tınçıtuu = tındıruu; özün özü tınçıtuu: kendi kendini teskin etme.
tınçıtal- . dinmek rahat etmek, sükûnet bulmak.
tınçtık sükûnet, rahatlık, huzur; ötügüñ tar bolso. üydün tınçtığınan ne payda! ats. çizmen dar olursa, evin rahatından sana ne fayda!
tındım . bk. tın II.
tındır- et. tın- II’ den işin tındır: işlerine bak da aralarını bul!
tındıruu teskin.
tıñ 1. canlı. çevik. dinç. sağlam, dayanıklı, kudretli; tıñırak cür! : (kanburunu çıkarmadan, gevşemeden) bir parça canlıca yürü! ; öz canına tıñ: ihtiyaç hissetmeksizin yaşıyor; tıñ ookat kılıp turam: başkalarından daha fena, daha aşağı yaşamıyorum; atım tıñ, cürböy kala elek: atım daha canlıdır, yorulmamıştır; kiyim başı tıñ: üst başı fena değil (oldukça iyi giyinmiş).
tıñ- II, dinlenmek, hastalıktan iyileşmek, kendine gelmek, canlanmak.
tınık- sükûn bulmak, dinlenmek hastalıktan iyileşmek; tığınıp kele atasıñbı? : artık iyileşiyorsun, değil mi? kendini daha rahat hissediyorsun, değil mi?
tınım 1. soluma (bir nefes alma ve verme) ; tınım ubakıt ötkön soñ: birkaç lahzadan sonra; 2. sükûnet bulma, istirahat, huzur; tınım tap- : rahatlanmak; kündüz tınım, tündö uyku bilbeyt: gündüz rahat, gece uyku görmüyor; 3. sükûn, fasıla, pause; 4. teneffüs.
tınımsız duraksız, durmaksızın, fasılasız, arasız, nefes almaksızın; tınımsız iş cuması: fasılasız iş haftası.
tınoo 1. solurken çıkarılan buğu yahut hava; 2. sükûnet, rahatlık.
tıntık 1. küçük (insan hakkında) ; 2. küçük ve basık burunlu.
tıntıy- 1. küçük olmak (insan hakkında) ; 2. küçük ve basık burunlu olmak.
tıp I, tı hecesiyle başlayan sözlere takviye için katılır (ör. bk. tırmak) . II: tıp ele oltura kalasıñ, cürsöñçü! : tıp diye oturuveriyorsun; yürüsene!
tıpıldaş- şıp şıp etmek; camğırdın tamçıları tıpıldap cerge tüştü: yağmur damlaları şıp şıp yere düştüler.
tıpıldat- et. tıpılda-’ dan; tıpıldata baskan kaçırlar: ufak ufak adımlarla yürüyen katırlar.
tıpılıs r. kon. Tiflis bezi (bir nevi kaba bez) .
tıpın 1. kepek: başımda tıpın emes, mee: kafamdaki kepek değil, beyindir; 2. tıpın cün: kuş tüyü.
tıpır tıyın II ve ıpır sözlerinin tekidir.
tır : tırday cıñalaç: çırıl çıplak.
tırakay tım tırakay = tımtırakay.
tırakayla- her yana dağılarak kaçmak, koşmak.
tırakata- şataretli olmak, şen ve şuh bir surette yürümek, kıç atmak, tıraktap kül- : büyük bir şevk ve şataretle gülmek.
tırambay kon. = tramvay.
tırañda- ateş almak, alevlenmek, sövüp sayarak üzerine saldırmak, hiddetten kendini zaptedememek.
tırañdat- et. tırañda- .
tıray- apışmak, ayaklarını ve kollarını açmak; tırayıp catıp kaldı: bacaklarını ve kollarını açarak yahut bacaklarını ve kollarını kaldırarak yatıverdi.
tırayke = tırıyke.
tırayt- et. tıray-’ dan.
tırbalañda- kendini zorlamak, elinden gelmiyecek işlere teşebbüs etmek (zayıf ve kurumuş insan hakkında) .
tırbalañdat- et. tırbalañda-’ dan.
tırbığıy küçük ve zayıf, kurukemik (adam) .
tırbıñda- = tırtañda- .
tırbıy- küçük ve arık olmak; tırbıyğan = tıbığıy.
tırcıñda- = ırcıñda- .
tırçı I: tırçı arkan: çiyne (bk.) için kullanılan ip.
tırçı- II, alınmak, hırslanmak, kızmak.
tırçıy- = tıçı- II; kabağı tırçıya cazdap turat: kaşların çatarak gibi. hırslanacak gibi duruyor.
tırday bk. tır.
tırık bıçak, kılıç ve benzerlerinin yaptığı yaranın izi.
tırs çatırtı, kıtırtı, gıcırtı; tırs-tırs bas- : gıcırtı çıkararak yürümek: tırs ettirip çert- : ses çokarmak suretiyle fiske vurmak; tırs etken can cok: çıt yok; tım-tırs = tımtırs.
tırsılda- çatırdamak, kıtırdamak.
tırsıldat- et. tırsılda-’ dan; tırsıldatıp bastır- : hızlı gitmek (başlıca, tay üzerinde) .
tırsıy . kabarık ve gergin olmak (mes. çok yemiş çocuğun karnı yahut iyi dolmuş tane hakkında) : şişmek.
tırtañda- . 1. hareketlerinde zayıfa benzemek; 2. mec. boşuna çabalamak; elinden gelmiyeceği belli olan iş için uğraşmak (başlıca, zayıf ve kurumuş adam hakkında) .
tırtañdat- . boşuna, elinden gelmiyecek ve faydasız iş ile uğraşmaya zorlamak; arık atıñdı tırtañdatıp çappa: arık atını boşuna sürme, koşturma!
tıyala . r. kon. ( «dyelo» ) iş; emine tıyalañ bar yahut tıyalañ emine? : sana ne?
tıyanak fezleke, sonuç, netice; ayıptoo tıyanağı: ithamname; sözünün tıyanağı cok: sözünün rabıtası yok; şöyleki ondan bir netice çıkarmak kabil değil.
tıyanaktuu tahkik edilmiş, sağlam (güvenilebilen) ; tıyanaktuu kabar: güvenilebilen, tahkik edilmiş olan haber; tıyanaktuu türdö: kat’ î şekilde.
tıydır- et. tıy-’ dan.
tıyıl- menedilmek; coopsuzduk tyılsın: mes’ uliyetsizliğe son vermeli; içi tıyıldı: iç sürmesi (ameli) durdu.
tıyılış imtina (kendi kendine menetme) , kendini zaptetme; camandıktan tıyılış: fenalıktan, kötü hareketlerden imtina.
tıyılt- et. tıyıl-’ dan.
tıyılıuu işs. tıyıl-’ dan.
tıyın I, yahut tıyın çıçkan: sıncap. II, kopik (para: rublenin yüzde biri) , cez tıyın (yahut düzce tıyın) : bakır para, bakır sikke; tıyın tıpır: para pul; sokur tyında da keregi cok: «kör paraya bile lüzumu yok» : on paraya bile almam; tıyın çöp: bot. çayır yoncası.
tıyındık kapiklik; eki tıyındık: iki kapiklik.
tıykı ıykı sözünün tekidir.
tıyl = tıl.
tıypıl : tıp tıypıl talap ketti: soyup soğana çevirdi.
tıytakta- inat etmek, direnmek, müşkülât çıkarmak.
tıytañda- = tırtañda- .
tıytay- = tırtay- .
tıytık . kuvvet: tıytığım kurudu yahut tıytığım tügöndü: büsbütün kuvvetten düştüm; tıytığı kalğan cok: hiçbir şey (damlası, parçası bile) kalmadı.
tız tız et- : yakmak sancımak (diyelim şiddetli ağrıdan, bir hamızî maddeden ve s. ) ; sol közüm tız ete tüştü: sol gözüm hafifçe sancı yaptı.
tızılda- 1. ıslık çalmak, zırıldamak, yaygara etmek; 2. mec. hızlı hare ket etmek. atı şiddetle koşturmak; tızıldap cügür- : hızlı koşmak; 3. şiddetlice ağırmak; içim tızıldap, küyüp atat: 1) içim dayanılmaz derecede yanıyor; 2) mec. dayanılmaz derecede âr, keder ve pişmanlık duyuyorum.
tızıldat- et. tızılda-’ dan; menin koluma tızıldatıp birdemsi çığıp kele catat: elime, yakıcı bir ağrı veren bir şey çıkıyor.
tızıldatuu işs. tızıldat-’ tan.
tızıldoo işs. tızılda-’ dan.
tibirtki bir dil hastalığının adıdır.
tigi öteki; tigi ce bul masele: şu veya bu mesele; tiginisi: onlardan ötekisi; tigindeyse: işte orada; tigi cay: mec. öteki dünya (ahret) ; tigi caylık dos bolup : folk. ahretlik dost olarak.
tigil I = tigi.
tigil- II, 1. dikilmek, nasbedilmek 2. dikilmek (iğne ve iplikle) ; 3. aşırı derecede dikkatle bakmak; tigilip kara- yahut tigile kara- : dikkatle bakmak: göz dikmek.
tiginçe 1. filânça; mınçası mında, tiginçesi anda barat: onlardan filân mikdarı buraya, filân mikdarı da oraya yünelecektir; 2. öteki gibi.
tik I, r. bir çeşit keten bezi (tokbez) . II, dik, amûdî: tik tıldıy: aşağıya doğru dik; conu şorğolop tik ıldıy tüştü: coru kuşu kanatlarını kısarak, aşağıya doğru atıldı; közü tik: dik küstah gözlü; tik aykındooç gram. : mef’ ul (complement direct) .
tik- III, 1. dikmek (rekzetmek) ; köz tik- : göz dikmek (dimdik gözü ayırmadan bakmak) ; üy tik- : keçe evi kurmak; 2. dikmek (iğne, iplik ile) ; 3. (Cenubî Kırgızlık’ ta) kökü ile beraber dikmek.
tikçigit patlak gözlü.
tikçiñde- = tikireñde.
tikçiy- = tikirey- .
tike I. amuden, şakulî tarzda, doğruca; tike şayloo bir dereceli seçim; tike kara- : dik bakmak; bitine karay albayt: yüzüne doğruca bakamıyor; tikesinen turat: dim-dik duruyor; tikeñden turgun! : dik dur! II, 1. (menfi ibarede) aslâ, katiyen, büsbütün; 2. (bu manayla daha ziyade bir tike yahut birtike) bir parça, azacık; bir tikesi: onlardan az bir kısmı (yahut bazıları) .
tike- III, dikmek, köz tike- : göz dikmek, gözü ayırmadan bakmak.
tikelen- dim-dik, dikilip durmak.
tiken diken (nebat; ak baş tiken: bir nevi dikenli bitki; töö tiken: deve dikeni, Circium, Carduus; mık tiken yahut temir tiken: Tribulus terrester otu.
tikendüü dikeni mebzul veya dikenle örtülü olan; tikendüü cer: dikeni çok olan yer.
tikenek diken; tikenekke bölöp saboo (yahut tayaktoo) tar. gayet ağır ve ıstıraplı cismanî cazaların bir çeşididir.
tikenetüü dikenli.
tikiled- canlıca hareket etmek; ti kildegen: tetik, atik .
tikireñde- gözlerin faltaşı gibi açarak, hiddetle saldırmak.
tikirey- 1. dim-dik durmak, örper- mek; tikireygen uzun kaş: uzun örpermiş kaşlar 2. dik-dik bakmak, dikkatle bakmak.
tikireyiş- müş. tikirey-‘ den.
tikireyt- dim-dik koymak; kulak kabartmak.
tikiy- = tikirey-.
tikiyiş = tikireyiş-.
tikiyt = tikireyt-; kulağın karışkırday tikiytken ağrımak: kurt gibi dik kulaklı olan at.
tiktir et. tik- III’ten; ötük tiktir-: çizme diktirmek, ısmarlamak; bak tiktir-: bahçe diktirmek; üy tiktir-: ev kurdurmak.
tiktiril- pas. tiktir-‘den altımış üy tiktirilet:atmış tane oba kurulacak.
til I, 1. dil; uñku tilder: cezrî diler; calğanma tilder: iltisakî diller; Sam tilderi: samî diller; Yafas tilderi: Yafesî diller; ene til: ana dili: önör aldı- kızıl til ats.. en yüksek hüner belagattir (tildir) *) ; til al-: söz dinlemek; söze kulak asmak; aytkan tildi albayt: söylenen sözü dinlemiyor; til algıç yahut til alçak: söz dinleyen, anlaşmaya gelen; tilime könbödü: sözümü dinlemedi, sözlerime muvafakat etmedi;tili oozuna cukpayt: gayet çabuk, hızlı konuşuyor; til suut-: bir parça teskin etmek: tili çığıp kele catat: (çocuğun) dili açılmaya başladı; til azar: söz dinlemiyen: kuş tilindey: küçücük (diyelim, kumaş parçası); kuş tilindey kat: kuşun dili kadar küçücük mektup; tilin tartpay süylödü folk. cesaretle, çekinmeden söyledi 2. sövme hakaret; til uk-: sövmeyi dinlemek. (sözle) hakarete uğramak; mağa tili tiydi: bana sövüp-saydı; 3. haber, sağlık; 4. as. düşmanının halerini söyletmek için tutulan esir, haberci. istihbaratçı; til al- yahut til sura-: malûmat almak, soruşturmak; tildi karmap alalı. tilden tildi suraylı folk.: dil yakalayalım ve ondan gerekli malûmatı alalım; 5. matbu organ (fikir yayan); 6. dilim,parça; 7. ağız tanburasının dili. til- II. dilmek taktay til- tahtayı testere ile biçmek; apiyim til- (tarlada) haşhaş toplamak.
tilde I. sövmek, sövüp- saymak.
tilde- II: börü tildep (mızark hak kında): iyice sivrilterek. bileyerek (harfiyen: kurt dili şekli verecek) .
tildeş- biri-birini sövmek sövüş mek.
tildeşüü sövüşme.
tildir et. til-‘ II’den.
tildüü 1. dilli; bal dildüü: tatlı dilli catık tildü bk. catık I: 2. belîğ, söz ustası.
tile- dilemek. istemek; duşmanlığa ölüm tilegençe. özüñö ömür tile ats.: düşmana ölüm dilemektense. kendine ömür dile! (düşmanın kendiliginden helâk olacağını umma da, onunla mücadeleye hazırlan!) kayır tile-: dinleme.
tilek dilek. arzu, niyet,maksat; tilegim:arzum. benim emelim; aktilek: 1) temiz iyi niyet; 2)hayır- hah; tilegiñe cet-: muradına er! tilegi koluna tiydi: istediği yerine geldi; tilekterin taşka tiydirdi: umutlarını dağıttı.
tileke parça; tilke-tilke: parça parça edilmiş; tilke kagaz: kâğıt parçası.
tilme 1. dilim şeklinde kesilmiş; tilme taş: birçok tabakalardan teşekkül eden kaya; 2. kasık nahiyesi bezlerinin iltihabı. lymphadenit.
tilmeç dilmaç. Tercüman.
tilmer 1. gûya kuş dilinden anlayan adam; 2. belîğ. söz ustası.
tilöö dilek.arzu.
tilsim a. tılsım, büyü, sihirbazlık; tilsim kıl-: büyü yapmak.
tilsiz dilsiz. dili olmayan; tilsiz coo
mec .: su.
tilsizdik dilsizlik; tilsizlik kıl-: söylemek imkânından mahrum olmak.
tilüü dilim- dilim kesme.
tilüülüü kesik. yarık.
tim 1. sükût. sükûnet; sözsüzlük; tim otur-rahat oturmak; tim cat-:rahat yatmak; tim koy-: rahat bırakmak, iltifatsız bırakmak, kendi haline terketmek; iş tim-tim bolot: iş örtbas edilecek; 2. sebepsiz. boşuna; tim ele keldim: hiç bir maksadım olmadan geldim.
tiriçilik . hayat, dirim. yaşama. yaşamak için lâzım olan şeyleri kazanma; üy tiriçiliği: ev işleri; balıktın tiriçiliği suu menen ats. balığın hayatı su iledir.
tiril . dirilmek. öldükten sonra te rar hayat bulmak.
tirüülöy diri-diriye. diri halde; tirüülöy kömülgön: diri-diriye gömülmüş.
tirüülük hayat, dirim.
tis ! geri baş! (ata bağırıştır).
tiser- geriye basmak (at hakkında); ürkünçök attay tiserip: ürkek at gibi geri basarak.
tisirey- = tırsıy-
tiskiç = tizgiç.
tiş . diş; kaşka tiş yahut mañday tiş: ön dişler (incisivas); kan tiş: hunhar: tişin eti: diş etleri; tişi batbayt: dişi batmıyor ( gücü yetmiyor); tişi çıktı: dişleri çıktı; tişi çıkan balağa çaynap bergen aş bolboyt ats. dişi çıkmış çocuğa çiğ- neyip verilen yiyecek gıda olamaz; nat tiş: kesme kerpeteni.
tişe- . süt dişlerini dökmek; at tişedi: (genç) at dişlerini döktü
tişte- 1. ısırmak, dişlemek; barma tişt:1) parmak ısırmak; 2) mec.: pışma olmak, nedamet göstermek; istegen tişteyt ats.: çalışan yer; iştebegen tiştebeyt: çalışmıyan yemez; 2. (dişlerle) ısırılmış tezyinat yapmak (başlıca, kumaştan yüzü olmayan kürke ve deri şalvara).
tişteek . ısırgan.
tiştegile- . ara-sıra ısırmak.
tiştem : bir tiştem et: bir lokma et (bir ısırımda koparılan parça).
tişten- : 1. dişleri sıkmak; 2. mec.hırslanmak, ateş püskürtmek.
tiştet- ısırtmak, dişletmek.
tiştetüü . işs. tiştet-‘ten.
tiştik- . sıkılmış olmak (dişleler hakkında).
tiştöö . ısırma, ısırıp koparma.
titin- tereddüt etmek, korkmak, şaşırmak; titinip. kiyimin çeçe albay folk.: şaşırıp giyimini çıkaramıyor; titinbey: 1) azimle. cesaret-le. atılganlıkla; titinbey barıp sayıştı folk.: cesaretle savaşa tutuştu; titinbey coop kaytardı: cesaretle cevap verdi; 2) tiksinmeden. iğrenmeden; titinbey ele bakanı karmap aldı: iğrenmeden kurbağayı eliyle aldı.
tirtire- titremek.
titireş- müş. titire-‘ den.
titiret- . titretmek. sarsmak.
tirtiretüü işs. titiret-‘ten.
titirken- iğrenmek, tikisnmek.
titirkenüü işs. titirken-‘den.
titiröö titreme, titreyiş; cer titiröö: zelzele.
tiy- . 1. değmek, dokunmak, düşmek(hissesine isabet etmek); kol tiy-bes mülk: el ilişmiyen mülk; tiybe!: ilişme! it (mışık) tiyip ketti: köpek (kedi) yaladı; it tiygen süt: köpeğin yaladığı süt; maa beş som tiydi: benim hisseme beş ruble düştü; ooz tiy-tadına bakmak, tatmak; gazete öz ubağın ola tiyet: gazete vaktı- zamanında alınıyor.ele geçiyor; kereği tiyer: lâzım olur; sağa biröö tiydibi? sana birisi ilişti mi; seni birisi incitti mi? kol tiybeyt: el değmiyor, vakit yok; kol tiygende: el değdiği zaman, müsait bir fırsatta; tiye ket- yahut tiye öt-: (mahsus gelmek suretiyle değil de, yol düşerken) uğramak; tiyip etme sınçı: üstün körü tenkitçi, erge tiy-: kocaya varmak; aldım. tiydimeden başkası bütkön: nbütün ön hazırlıklar tamam; caña tiy-: canına okumak; kököygö tiy-: bk. kököy; cürökkö tiy- bk. cürök; 2. hucum etmek; çılkı tiy-: atlara hücum etmek; anan adırdan cılkı tiyemin: folk.: sonra dağ yamacında ben atlar sürmeye atılıyorum; uyğa sayğak tiydi: ineklere öküzsineği musallat oldu.tiyak, öteki taraf. öteki; tiyakısı: öetik tarafı, onlardan ötekisi; tiyakka: ona, oraya.
tiydir- = tiygiz; darı tiydir-, bk. darı.
tiyeşe 1. temas. ilişme. münasebet, munuñ sağa da ilişiği var; tiyeşesinçe: uygunça, uygun bir tarzda; 2. (birisine isabet etmesi gerekli olan) hisse.
tiygiz 1. et. tiy-‘den; cardım tiygiz yahut kol kabış tiygiz-: yardım etmek; payda tiygiz-: fayda getirmek; yardımda bulunmak; kol tiygiz-: fırsat bulmak, münasip bir zaman seçmek; daam ooz tiygiz-:tadına bakmak; bayda tiygiz-: fayda dokundurmak. faydalı olmak;akımdı tiygiz!: hissemi. Hakkımı ver!; 2. sözle iğnelemek alay etmek; söz tiygiz- bk. söz.
tiygiziş- . müş. tiygiz-‘den.
tiygizüü . işs. tiygiz-‘den.
tiyimdüü kârlı, kazançlı.
tiyir (Rad). = tiygiz-.
tiyiş I, lâzım; zarurî; berüü tiyiş: vermek lâzım; baruu tiyiş: gitmek lâzım; tiyişbiz : mecburuz. Bize lâzımdır.
tiyiş- II. müş. tiy-‘ den.
tiyiştüü . lüzumlu, zarurî; tiyiştüü daracada: lâzım olan derecede.
tiyüü işs. tiy-‘den.
tiz dizmek; katar tiz-: sıraya dizmek. Saf saf dizmek; sözdük tiz- sözlük düzmek.
tizdet- : töö tizdet-: devenin dizi bükülen ön ayağını boynuna bağlamak; uuk tizdet-: bir uuk’u (bk.uuk) öteki uuk’a “tizgiç cip” (bk. tizgiç) vasıtasiyle bağlamak.
tizdir- et. tiz-‘den :tizme tizdir-: liste düzdürmek.
tizele- . diz üstünde durmak; dizle basmak, ezmek; sıñar tizelep oltur-: bir tek diz üzerine oturmak; (yani dizi bükülmüş olan bir bacağını altına alarak, ötekisini dik tutarak oturmak).
tizelet- diz çöktürmek. dizleri üzerine bastırmak.
tizgiç yahut tizgiç cip: dizmek, sıraya dizmek için hizmet eden nesne; uuk tizgiç: uuk (bk.)’un büklümünün üstünden geçen ince şerit.
tizgin 1. dizgin, terbiye (arabaya koşulan atın uzun dizgini); tizginin tartuu kerek: ipimi bir parça çekmek lâzım; curt tizginin ber: yurt idaresini vermek; 2. Kırgız dokuma tezgâhının bir kısmıdır (arıs pekiten ipliktir): 3. es. dümen.
tizginde- dizginden tutmak, dizgini kapmak.
tizgindeş- birinin atlarının dizginlerini tutmak (atlılar hakkında).
tizil- dizilmek. sıralanmak.
tizilt- et. tizil-‘den.
tizilüü işs. tizil-’den.
tizim 1. dizim, sıra; söz tizimi gram.: söz düzülüşü; 2. liste; içki tartip tizimi: iç intizam kaideleri.
tobokel a. tevekkül; tobokel. barayın!: ne olur- ne olmaz gideyim!
tobokelçil tevekkülle iş görmeyi seven adam.
toborsu- kurumak.
toborsuğansı- hafifçe kurumak; cer urğabay ele, toborsuğansıp kalıptır: yer büsbütün kurumamış da. birparça kurumuş.
toborsut- et. toborsu-‘dan.
tobot- = toot-,
tobur obur II sözünün tekidir.
toburçak 1. iyi ve iri at, savaş atı; 2. karağaydın toburçağı: çam kozalağı.
tobuş = dobuş.
toçka . r. nokta; toçka koy-: nokta koymak; radio toçkası: radyo noktası.
toçke = toçka.
toğo- . 1.saymak. hesabına saymak, mahsup etmek; mıktı küyöö catkanın kalıñğa toğoyt ats. es.: zengon damat (kız yanında) gecelemesini kalına mahsup ediyor; 2. şu veya bu şeye güvenmek; 3. ay toğodu: av ürkör’e yaklaştı (bk.ürkör: ayın seyrindeki safhalardan biri).
toğolo- yuvarlamak.
toğolok 1. yuvarlak. ala toğolok = ala toğonok (bk. togonok). 2. tar. bilye, kürecik (seçimler zamanında kullanılan): 3. isimsiz. anonim.
toğolon- . yuvarlanmak.
toğolot- . yuvarlanmaya zorlamak. yuvarlatmak.
toğolotmo = sekirtme.
toğolotuu işs. toğolot-‘tan.
toğonçor torun çocuğu. kız tarafından torunun kızı.
toğonok : ala toğonok: küçük saksagan kuşu Lanius.
toğoo 1. = töñölük; 2. zincirin halkası.
toğool 1. yanlaşma. çarpışma; 2. ayla ürkör’ün (bk.) birbirinden uzakta ve birbirinin karşısında bulundukları çağ; beş toğool : ilbahar ayının adıdır: beş toğool bolboy, bel çeçpeyt ats. beş toğool olmadan kuşak çözülmez (hafif elbiseye geçilmez).
toğooluu halkaları bulunan. halkalı; otuz toğooluu çınçır: otuz hakalı zincir.
toğot- (karş. toot-) dikkat ettirmek. iltifata lâyık görmek; kün murun kültügöndör kıştı toğotkon cok: vaktı-zamanında hazırlık görenler için kış korkunç değildi.
toğuz 1. dokuz; 2. tar. dokuzluk (dokuz baş hayvandan ibaret hediye yahut ceza ); töö baştağan toğuz: başında: bir deve bulunan dokuzluk; töö baştağan toğuzdan alıñ bergen: başında deve bulunan dokuzluktan mihir vermiş; at baştağan toğuz: başında bir at bulunan dokuzluk.
toğuzda- (karş. toğuz 2); toğuzdap: dokuzar-dokuzar, dokuzardan; toguzday ayıp bergen: dokuzar baş hayvanla ceza ödemiş.
toğuzduk . dokuzluk.
toğuzunçu . dokuzuncu.
tok 1. tok (aç olmayan): 2. vaktı hali yerinde olan ; tok turmuş: mü reffeh hayat; özünö tok: orta halli olarak yaşıyor.
tokmok tokmak. kaldırım tokmağı; kol tokmok: küçük tokmak; küçük kaldırım tokmağı.
tokmokto- dayak atmak pataklamak.
tokmoktoo . işs. tokmokto-‘dan.
tokmoktoş müş. tokmokto-‘dan.
tokmoktot- t. tokmokto-‘dan.
toko : toko- naalat yahut tokonalat: ânet, şiddetli tevbin; biröönün toko- naalatına kalbasın!: herhangi bir kimsenin tevbih ve lânetine çarpmasın.
tokoç . ekmek; kömkörmö tokoç: mayalı hamurdan yapılan ve kazanda pişirilen kalın pide; cupka tokoç: ince bazlama; capkan tokoç:küçük, kalın bazlama (bunu kazanın iç tarafına yapıştırırlar ve korları kazanla örtmek suretiyle pişirirler); kattama tokoç: sütte. yumurta ile yoğurulan hamurdan yapılan ve üzeri nakışlı çörek; kuy- mak tokoç: kaygana; bölkö tokoç:kömöçtön’de (bk.)pişirilen ekmek, mayalı ekmek; çoymo tokoç: irnevi gevrek ve yağlı hamur işi; ay tokoç: yağda kızartılan yufka; tokoç bet mec. yuvarlak yüzlü; oğuz tokoç dn. Buharanın hâmisi lan Behaeddinin ruhuna tesadduk edilen dokuz tane küçük ek-mek.
tooçton- kangallaşmak.
tokol 1. boynuzsuz 2. es. ikinci karı;tokol eleçek. bk. eleçek.
tokolduk . es. ikinci karı vazyieti ; tokoldukka al-: ikinci karı olarak almak.
tokonalat bk. too.
tokooru- . dinlemek, sükûnet kasbetmek (mes. ağrı hakkında).
tokoorut- . et.: tokooru-‘dan; tokoorutup süylö-: teskin edici ve kandırıcı tarzda söylemek; bu meseleni ömönkküdöy tokooruttu: bu meseleyi aşağıdaki gibi (teskin edici ir tarzda ) izah etti.
tokoorutuu işs. tokooru-‘dan.
tokoy orman. fondalık. çalılık.
tokoylo- . ormanda dolaşmak. ormanda kalmak.
tokoyluu ormanla örtülmüş. ormanlı; tokoyluu cer añsız bolbos ats.:ormanlı yer yabanî hayvansız olmaz.
tokson . doksan.
tokto- durmak. kesilmek. dinmek.duraklamak;; toktoğon koy: büyük yaşını-başını almış) koyun; toktoğon bee: aygır kabul etmiş olan kısrak.
totkol- . 1. durma; emi madaniyat kuruluşu maselelerine toktoloyun: şimdi medenî kuruluş meseleleriüzerinde duracağım; 2. akıllanmak. ağır başlı olmak.
toktoluş- . hep beraber dinmek, durmak.
toktoluu müsavi, kıymetçe denk olan; baları kalpaktın kaymal töögö toktoluu folk.: kalpağın değeri bir genç devenin kıymetine muadildir.
toktom karar; toktom çığar- yahut toktom kıl-: karar çıkarmak. Karar vermek; toktom kılındı: karar verildi.
tokton- . durmak. duraklamak. kendini tutmak; toktono albay: kendini durduramıyarak.
toktonol- (toktono-al); kendini durdurabilmek.
toktoo 1. durma;arağa toktoo kılbastan. çalğızıñ cetip kalıptır folk. yolda duraklamadan senin biricik oğlun gelmiştir: 2.mutedil tabiatlı, mütevazi. ciddi. makul aklı başında olan; akşan zeyrek. Toktoo bolo turğan bala : bu çocuk zeki ve ciddî adam olur; 3. rahat-rahat, acele etmeksizin.
toku- 1.dokumak; 2. eyerlemek: at toku-: atı eğerlemek; conuñğa taş tokurmun! canına okurum!
tokul- pas. toku-‘dan; karşı adlımda sar ala turğan eken tokulup folk.: önümde srı-benekli (at) eyerlenmiş halde duruyordu.
tokulda- boğuk takırtı çıkarmak (mes. bir ağaç nesneyle diğer bir ağaç nesneye vururken).
tokuldat- et. tokulda-‘dan.
tokulğa eyer takımı.
tokum 1. teğelti, eğre 2. süvari takımı; eer tokum: eğer bütün takımlariyle birlikte.
tokuma dokuma.
tokumdu : eer tokumdu: eyerlenmiş.
tokun- 1. kendi için eyerlemek; at tokun-: atı kendi için eğerlemek; teke sañıl tulpardı emi Töştük tokundu folk.: işte Töştük al yürük atı eyerledi; 2. mandaş tokun-, bk. mandaş.
tokunt- et. tokun-‘dan; at tokunttum: kendim için at eyerlettim.
tokuş- 1. hep beraber dokumak 2. hep birlikte eyerlemek.
tokut- 1.dokutmak; 2. eyerletmek; cerde kaşka corğonu asem menen tokutup folk.: akıtmalı al yorga batı mükellef bir surette eyereterek.
tokuttur- et. tokut-‘tan.
tokutuu . işs. tokut-‘tan.
tokuu dokuma (işi) ; toku fabrikası: mensucat fabrikası.
tokuuçu çulha. mensucatçı dokumacı.
tokuuçuluk dokumacılık.
tokuur : at tokuurbu? mec. oğlan mı? (yeni doğan çocuğun cinsi hakkında sualdir); at tokuur emes kırk cılkı mec.: oğlan değil, kızdır (harfiyen: at eğerleyici değil.kırk attır).
tol- . dolmak. olgunlaşmak; suuğa toldu: su ile doldu: tolup tuğran kız: olgun, gelinlik kız; bıyıl on ekige tolot: bu sene oniki yaşını dolduruyor; beş butka toldu: beş pud çekti; çımcık semirip, bat- maña tolbot ats.: serçe semirmekte batman çekmez (bk. batman 1); köñülgö tol-, bk. köñül; közüm tolo körbödüm, kuçağım tolo süybödüm folk.: kana- kana görmedim, geregi gibi kucağıma alarak sevmedim.
tolğoo 1. kıvrılma, çevirme; ker tolğoo: bir melodinin adıdır;2. burmak için kullanılan aygıt; 3. = tolğok; tolğoosu cetken mec.: geciktirilemez, mübrem günlük mesele, aktüel.
tolğot- 1. et. tolğo-‘dan; 2. doğum sancılarından ıstırap çekmek; tol- ğotup catkanda: doğum sancıları geçirirken.
tolku- dalgalanmak; suu tolkuyt-: su dalgalanıyor.
toltoluu toltu’su (bk.) bulunan: tol toluu cürök: kalbin sıfatıdır.
toltur- 1. doldurmak; üydün içi toltura el:. obanın içi insan dolu; 2. yerine getirmek; tilek toltur-: arzuyu yerine getirmek.
tolturt- et. toltur-‘dan.
tolturul- 1. doldurulmak 2. yerine getirilmek.
tolturuş- 1. hep birlikte doldurmak; 2. hep beraber yerine getirmek.
tolturuu- 1. doldurma 2. yerine getirme.
tolu dolu; tolu ay: dolun ay; tolubuz: hepimiz.
toluk dolu, tamamile; plandı toluk onundattık: plânı yerine getirdik; bişke toluk aştı: tam oarak tatbik edildi; büt cana toluk boydon bütün ve tam olarak; toluk ukuktuu bökül: tam salahiyetli vekil; toluk emes orto mektep: tam öğretimli olmıyan orta mektep: toluksüylöm gram.: tam cümle.
tolukşu- tam kuvvetinde, tam özünde bulunmak.
tolukşut- et. tolukşu-‘dan .
tolukşuu- işs. tolukşu-‘dan.
tolukta- 1. doldurmak (tamamlamak. ikmal etmek); 2. yerine getirmek; 3. doldurmak; toluktap ayt-: tam olarak anlatmak.
toluktağıç gram. mef’ûl; sebep toluktagıç: cümlede sebep ifade eden kelime; maksat toluktagıç: cümlede maksat ifade eden söz.
toluktal- 1. yerine getirmek; 2. doldurulmak, ikmal edimek.
toluktoo 1. doldurma, ikmal etme; 2. yerine getirme.
tomocnay r. kon. 1. gümrük dairesi; 2. gümrük dairesinde çalışan memur.
tomolu- yuvarlamak; yukarıdan aşağıya doğru yuvarlamak.
tomolok 1. toparlak, küre; 2. top, parça; bir tomolok et: bir parçacık et.
tomolon- yuvarlanmak; yukarıdan aşağıya doğru yuvarlanmak; tomoloñon bala mec.: küçük çocuk; toksondoğu can kalbay, tomoloñon baladan takır kalbay büp bütün uşul toyğo çıyıldı folk.: doksan yaşında olan ihtiyarlarla küçük çocukların kâffesi bu şölene toplandılar.
tomolonuş- beraber yuvarlanmak.
tomolot- et. tomolo-‘dan; sayıpsıñ tübün ön kektüü kişiñdi folk.: öteden beri düşmanın olan adamı kargı ile öyle vurdun , ki o, yuvarlanıp düştü.
tomoo güç hal ile gözüken iz; colduñ tomosu: eski bir yolun izi.
tomoolo- hayalmeyal hatırlamak.
tomooloğonsu- .:eles-bulas tomooloğonsuym: sanki düşte imiş gibi hayalmeyal hatırıyorum.
tomor bir bitkinin kökünün adıdır, ki bu kökten açık sarı bir boya yapılır.
tomp : tomp etip tüştü: pat diye düştü.
tompok 1. tombul; tompok bet: kalın suratlı; 2. kabarık, muhaddep.
tompulda- : tompuldağan celiş: biçimsiz, çirkin link yürüyüş.
tompuldat- et. tompulda-‘dan; tompuldatıp celdir-: biçimsiz ve çir kin link yürüyüşle gitmek.
tomsor- yüzde hiddet ve gazap eseri belirmek, somurtmak, surat asmak, muzlim bir çehre ile gözükmek; tomsorup açuusu keldi: aşırı derecede kızdı hiddetlendi.
tomsort- sumurtmaya zorlamak, kızdırmak, kederlendirmek; tomsortup taştap ketti: beni müteessir ederek ve kaygı içinde bırakıp gitti.
tomuğuu işs. tomuk- II’den.
tomuk I, 1. dizkapağı; tomuk eti tolğon: sağlam ve erkeklik çağına ermiş (insan hakkında); tomaok etiñ tolo elek, torolğon künüñ bolo elek folk.: sen henüz pekimedin, senin erkeklik çağın henüz gelmedi; tomuk eti tolğonço folk.: erkeklik çağına erinceye kadar; tomuk katmay: “lades” oynunu anran oyundur; 2. beygir ayağının köstek yeri; koyun tomuk: bir çalının adıdır.
tomuk- II, soğuktan şişmek (ten hakkında), pek fazla üşümek.
tomuyt- vurarak kabartmak; men anı tomuyta muştadım: ben onu vücudunda şişler peyda oluncıya kadar dövdüm; al cağılıp, başıntomuytup aldı: düştü ve kafasını şişirdi.
ton I, kürk, geniş yakalı gocuk; çolok ton: kısa çocuk; özüñe karapton bıçap! kendine göre hükmetme yalnız kendini düşünme!; balanın tonu (krş. çöp 2) son, döl eşi, çocuk yatağı. II = tonna.
tonduu 1. kürklü, kürk sahibi; ak tonduu mec. : zengin (harfiyen: be- yaz kürklü) ; calañ tondu mec.: züğürt; 2. iyi giyinmiş şık giyinmiş; aş attuunuku . toy tonduunuku ats. es.: yoğ aşı atlıya ait olup, düğün- de iyi giyinmiş olana aittir (yanioralarda yalnız onlara hürmet edilir.
toñ- II, donmak, üşümek; soğuktan katılaşmak; murutuna muz toñ- du: bıyığına buz peyda oldu.
toñdur- dondurmak.
toñdurma 1. dondurulmuş; toñdurma kımız bk. kımız; 2. ilkbaharda ekmek üzere güzün sürülen toprak; toñdurma köp tüşüm beret: güzün sürülen toprak çok mahsul veriyor; toñdurma aydoo:güzün toprak sürme.
toñğolok donmuş; toñğolok tezek: donmuş tezek; kara toñğolok: eri- dikten sonra tekrar şiddetli ayazın neticesinde varlığa gelen don.
toñkoçuk taklak; toñkoçuk at-: taklak atmak; başı menen toñko- çu attı: başı ile taklak attı.
toñkoçukta- 1. = toñkoçuk at- (bk. toñkoçuk) ; 2. (hayvanlar hakkında) burnunu toprağa sokarak ve kıçını yukarı kaldırarak aşağiya doğru kaymak.
toñkoñdo- baş aşağı, kıç yukarı yürümek.
tonkoñdot- baş aşağı kıç yukarı yürütmek.
tongkoñdotuu işs toñkoñdottan.
toñkoy- kıçını yukarı kaldırarak iğilip durmak; dizleri üzerinde durarak; ellerle yere dayanrak başla yere kadar iğilmek; toñkoyup çığıl-: baş aşağı, bacaklar yukarı düşmek.
too dağ; too tayan, bk. tayan; teşken too yahut teşik too: tonel; canar too: yanar dağ; opoldun toosuñay: dağ gibi kocaman, muazzam.
tooba = tobo.
tooçul dağları seven.
toodak toy kuşu. otis tarda; corğo toodak: ufak toy kuşu.
toodakçı toykuşu avcısı; toodakçı toru ala: Falco Feregrinus denilen doğan nevilerinden biridir.
toodok = toodak.
took 1. tavuk; 2. on iki senelik hayvan devri takviminde onuncu yılın adıdır.
tooluu dağlı, dağlık; tooluu cer karsız bolbos ats.: dağlık yer karsız olmaz.
toom 1. uzatkandın coldoştukka toomu çok ats.: yolcuyu geçirenler yoldaş sayılmazlar; toğuz coldun toomu: yolların kavuşak yeri. Dokuz yol ağzı; sokur toom bildim: bir parça farkına vardım gibi; calgızattın sokur toom colu: çok az beliren patika, keçiyolu; 2. es. Başka şekil, şık, bir kitabın nüshaları arasındaki tehâlüf.
toomat töhmet.
toomduu düğüm noktası, kavuşak yeri.
toop a. dn. tavaf.
toorak kara kavak.
toorat a. Tevrat.
tooru I, ordo (bk. ordo 3) oyunun safhalarından biridir.
tooru- II, gözetlemek, keşifle uğraşmak, bir şeyin etrafında dolaşmak, gözle nişan almak (mes. aşık oynarken vurmak için); tündö ayıldı uuru toorudu : geceleyin hırsız köyü şöyle bir yokladı;bödönönü toorup çaap aldık: bıldırcını birkaç defa kuşatarka vurduk; sen meni köp tooruba!: seni benim başımı fazla ağırtma; ayıktıñbı, can boorum, toorugan kesel-oorudan. folk.: seni rahatsız eden hastalktan iyileştin mi, can-ciğerim!
tooruk r. 1. mezat; 2. mezat tertip etmek suretiyle satış; malıñ tooruk bolot: emlâkin mezatta satılacak; tooruk kılıp sat-: mezat tertip etmek suretiyle satmak.
toorul- gözetlenmiş, kuşatılmış olmak.
toorunkay sığır hayvanları hastalığının adıdır.
tooruş- bibirini takip etmek. birbirinin hareketin dikkatle gözetlemek ( mes. güreşe hazırlanan boğalar hakkında); balbandar ortoğo tooruştu: pehlivanlar meydana çıktıla, birbirne göz attılar.
toos a. tavus kuşu.
tooş ses.
toot- (karş. toğot-): meni tootpoy koydu: o beni adam yerine koy- muyor, o bana asla iltifat etmiyor;sözün tootpoy koydu: sözüne kulak asmadı, sözünü dinlemedi; caşbalanı al tootmok bele, özüñ bar: küçük çocuğun sözünü dinler mi hiç. sen kendin git!; kişini tootup uyalıp da koyboyt: insanlardan zerre kadar utanmıyor; aylımdı tootpoy aralap, bu kelişi caman, dep folk.: benim köyümde korkmadan dolaşması- çok kötüdür.
tootpostuk ihmal.
top I. küre, top; top tep-: fubol oynamak; top segmenti mat..: kürevî segment. II. top (silâh); top at-: top atmak. III, boza süzerken kalan posa. IVzümre, küme, yığın, toplantı; şaydoot top, bk. şaydoot 2; bir top künü: mühimce bir zaman çok vakit; bir topton kiyin: bir müddet sonra; al menden bir top ulu da, çoñ da: o. benden oldukça yaşlıda büyük de; bir top arı barğanımda: hayli ileri gittiğimde; bir top söz bulup ötsö kerek: birçok lâf geçmiş olsa gerekir; balam bar dep maktanba, topto biröö cok bolso ats.: eğer çocuklarından hiçbiri halk toplatısına iştirak etmezse, çocuğun var diye övünme! V, to hecesile başlayan sözlere takviye için katılır: top- toluk.: tepeleme dolu, dopdolu.
topçu I, topçu. II. düğme; müyüz topçu: kemik düğme; sedep topçu: sedef düğme.: keregenin topçusu: kerege (bk.) ‘nin değneklerinin birleştiği bnoktalarda onları birbirine pekitmeye yarayan sırım düğümü; topçu baş Cnicus benedictus otu; bostanlarda biten Carduus-Cirsiumotu.
topçula- düğmelemek.
topçulan- düğmelenmek.
topçuluk (karş. közönök): düğmeleri iliklemek için) giyim üzerine dikilen ilmik.
topli = tupli.
topo I: topo tonop: soyup-soğana çevirerek. II = topurak.
topol = tokol I; tüpöksüz toopl nayza alıp folk.: kısa ve gündersiz mızrağı alarak.
topoloñ 1. bir koyun salgın hastalığının adıdır; 2. karışıklık. panik, isyan, kargaşalık; topolañun tozduru: darma-dağınık etti. Tarumar eyledi; çañ -topoloñ kıl-: tam karışıklık meydana getrimek. Her şeyi alt-üst etmek.
topoloñçu âsi. baş kaldıran.
topoloñdo- telâş etmek, paniğe kapılmak.
topoloñdot- telâşa vermek. Panik yaratmak.
topon I. 1. toz;boztopon: boz toz; 2. kepek; oor topon; (başakların kaba parçalariyle birlikte) iri kepek. II. f. 1. tufan; 2. (Tevratta anlatılan) bütün yer yüzünü kaplamış olan tufan.
topondo- (kalburla elerken) kepeği, çöpü atmak; oor topondo-: iri kepeği, iri çöpü bir yana atmak.
topoñdo- kâh iğilerek kâh doğrularak, hızlı yürümek.
toptoş- guruplar halinde birleşmek. gruplar teşkil etmek.
toptuu toplu. takım halinde olan.
topu . f. takke.
topuk (Rad.. V) = tomuk I.
topulda- şakırdayan boğuk ses çıkarmak; töönün korğulu cerge topuldap tüştö: devenin tezeği yere şakırtı ile düşüyor.
topuldat- et.topulda-‘dan.
topur : topur-topur: bir çok ayak patırtısının taklidi.
topura- 1. rahatsızlanarak hareket etmek; rahat durmayıp yeri çiğnemek (mes. heyecan içinde bulunan kalabalık hakkında); 2. bir yığın veya küme halinde toplanmak.
topurak 1. toprak; topurak sal- (kabre, ölü ile vedalaşmak üzere) toprak atmak; son vazifeyi ödemek; topurak salıp keleli: gidelim son borcumuzu ödeyelim; topuraktan tışkarı bolsok mec.: sağ olursak 2. arazi, toprak; Kırgızstan respulikası topurağında: Kırgızıstan cumhuriyeti topraklarında.
topurat- et. topura-‘dan; maldı topuratıp aydayt: hayvanları öyle sürüyor ki, ayak patırtısı çıkıyor.
topurla- = topura-.
topuyçe = topu.
tor ağ, tor; takya tor: tuzak.
tordo- 1. ipliği tura ve çile yapmak; btopçuluk tordo-: ilmikler yapmak; 2. ağ kurmak.
tordol- örselenmek, delik-deşik olmak.
tordomo ağ şeklinde olan.
torğo- (karş. toro) engel olmak, yolu kapatmak, alıkoymak; söz torğo-: sözü kesmek; sözümdü torğobo: sözümü kesme; söylememe mani olma!; torğoy çalma: çelme atma (güreşte).
torğol- mut. torğo-‘dan.
torğoo yolu kapatma, engel, mania.
torgoy tarla kuşu; col torgoy: dağlarda yaşayan tarlakuşu; moldo torgoy. sopu torğoy: tarlakuşunun çeşitleridir.
torgun bir çeşit ipekli kumaş.
torko bir çeşit ipekli umaş; torko ele: ipek elek; kıl torko: bir ipekli kumaşın adı.
torlo- = tordo-.
toro- (arş. torğo) mani olmak, alı- komak; col-: yolu kesmek, yolu kapatmak; toroy çal-: (güreşirken) çelme takmak; adımdı tobobo: bana mani olma, bana engel olma!; aldınan toroy çaptım: yolunu keserek koşturdum.
torol- erkeklik çağına ermek, büyümek; toğuz caşta toroldum; folk. dokuz yaşında kendimi büyümüş hissettim; daha ör. bk. tomuk I.torom, (karş. toom): toğuz coldun toromu: dokuz yol ağzı; yolların kavuştuğu yer. düğüm noktası.
toromol set engel, mania, dolambaç; dolaşık yol.
toroo = torğoo.
toropoy domuz yavrusu; toropoyun toz kılıp folk.: tarumar ederek; her yana püskürterek.
toroy- yan gelip yatmak, bir yana yatarak uzanmak (hayvanlar hakkında).
toroyt- et. toroy-‘dan; attan toroyto çaptım: öyle vurdum’ki o, attan yuvarlandı.
torpok yahut tay torpok: ikinci ya- şına basmış olan tosun; torpoktun meesin ceptirminbi?: deli miyim ben? deli yok burada; buka cokto torpok biy ats. koyunun bulunmadığı yerde keçiye Abdürrahman çelebi derler (harfiyen.; buganın bulunmadığında tosun hâkimlik eder).
tors ses talididir; tors ettire çaptı: (atlı) hızlı koşturdu.
toruk- II, yorulmak, dermansız düşmek (başlıca maneviyatı kırılmış adam hakk.), kederlenmek.
toruu (Rad, V) ilâveten, ilâve olarak.
toruul (Rad, V), tırıs yürüyüşü süratli olan at.
tos- = toz- IV; tostum!: (kâğıt oynarken) ortada duran paranı hepsini oynamaya razı olduğunu bildiren kelime.
toskoğoy muhaddep, kabarık, şişkin.
toskok undan ibaret toz (mes. değirmende).
toskool mania, engel.
toskoolduk = toskool; toskoolduk kılat: engel çıkarıyor. Mümanaat gösteriyor.
tosmo = tozmo.
tosto patlak gözlü.
tostongdo- = tostoy-.
tostoy- 1. kabarık. şişkin olmak; 2. mec. aşırı kızgınlıkla üzerine atilmak.
tostur- I. et. tos-‘tan. II = tozdur-.
tosul- = tozul-.
tosuray- 1. kabarmak, şişmek; 2. şişmanca, tombul olmak; tosurayıp kiyin-: tombul gözükür gibi giyin- mek; tosurayğan bala: tombul çocuk; tosurayğan köökör: küçük ve derli toplu tulum.
totu f. papagan; totu kuştay kooz: papagan gibi güzel, sülün gibi dilber: totu cünü menen. bulbul ünü menen ats.: papagan tüyü ile, bülbül, sesi ile (meşhurdur).
toy I, zyafet, işret, düğün şöleni; şenlik; toy-soy: hernevi ziyafet-şölen; kız toyu: düğün ziyafeti; uul toyu es. sünnet düğünü; toyğo toy ulansın!: ziyafet ardınca ziyafet olsun! ziyafetler boyuna devam etsin! (ziyafette hazır bulunanların iyi dileğidir); toy cedir-: ziyafet vermek; emi kaçan bizge toy cediresiñ!: ne zaman bize ziyafet bçekeceksin!; toygon barsañ, toyup bar ats.: ziyafete giderken tok karınla git!
toy- II. doymak, bıkmak; etke toydum: ete doydum; senden toydum: senden bıktım; toy soy-: düğün veya ziyafet için hayvan kesmek.
toydur- doyurmak. bıktırmak.
toyduruu doyurma.
toyğus doymaz; köz toyğus körköm: görüp doyulamıyacak derecede güzel.
toyğuz- = toydur-.
toyğuzuu = toyduruu.
toylo- cümbüş etmek. ziyafetten- ziyafete dolaşmak; ayıl sayıldap, toytoylop: avullarda dolaşarak ziyafetlerde ağılanarak; it üyüñdü toylop: atpasın: (sakın) köpek evinde bir şeyler yapmasın (bir şeyler yemesin!).
toz II, 1. toz; topoloñun toz kıldı: tozbuz etti, tarumar etti; topoloñu toz boldu: (korkudan) çil yavrusu gibi dağıldılar; 2. un tozu.
toz- III, 1. dağılıp toz olmak; azıptozup ketti: her yana dağılıp gittiler; 2. büsbütün eskimek, örselenmek (elbise hakkında). IV. 1. yolu kapatmak; tozup çık-: karşıya çıkmak; konok toz- misafir (konuk) kabul etmek; 2. beklemek, intizar etmek; 3. tutmak; murduñdu toz! Burnunu öne doğru uzat! (oyunda; daha ör. bk. tos); bala toz: çocuğu oturak üzerinde tutmak.
tozdur- 1. toz halinde komak; 2. büsbütün eskitmek, yıpratmak (elbiseyi).
tozğool = toskool.
tozğunçu tar. (işlek yollar üzerindeki) kolcu, tutkavul.
tozmo (karş. tos. toz IV) yolu kapatan. karşıya gelen; tozmo suu: bentle durdurulmuş su; tozmo suuday memiregen keç: durgun (hafiyen. setle kapatılmış) su gibi sâkin gece.
tozmoçu- yolu kesen, yoldan geçenleri durduran. muhafaza eden.
tozmolo- yolu kesmek. yoldan geçenleri durdurmak. alıkoymak.
tozmoloo yolu kesme, yoldan geçenleri durdurma, alıkoyma.
tozoğo : tozoğo toñse (Rad.): Çin memurlarının kalpaklarındaki boncuk.
tozok I. 1. cehennem; 2. mec. azap, ıstırap; azap-tozok: tahammül edilmez azap; seni tabuu-tiriniñ tozoğu: seni bulmak—hayatın azabıdır (seni bulmak aşırı derecede güçtür); tozok tart-: azap çekmek; toburçak minbey, cöölöylü, tozok tartıp, cönöylü folk.: yürük atlara binmiyeceğiz azap çekerek yaya gideceğiz.
tozul- pas.. toz- IV-‘ten;tozulağn tor: kurulmuş ağ.
töbö 1. tepe; 2. zirve töbösü kökkö cetip kaldı: tepesi göğe erdi (gayet sevindi; saadetin en yüksek derecesine çıktı); töböm menen cer (yahut kuduk) azsam da. taap berem: tepemle toprak kazsam dahi bulup vereceğim (ne pahasına olursa-olsun, bulacağım); 3. kalpağın tepesi.
töböl . 1. (hayvanın aınındaki) yıldız, akıtma; 2. tepe; biylööçü töböl: rical, idare başında bulunanlar, (üst tabaka).
töbölöş- dövüşmek. tepeleşmek.
töböt I = döböt. II = topot.
töcügür (kadınlar hakkında) evinde oturmayan (boyuna dışarıda gezen, dolaşan).
tögörök (karş. tegerek): 1. tögöröktün tört burçu: dünyanın dört ciheti. bütün dünya; tögöröktün tört burçun kıdırdı: yer küresinin dört köşesini dolaştı (her yere gitmiş); tögöröktün tört burçun tört kurçağan malım bar folk.: o kadar çok hayvanlarım vardır. ki onlar yer küresini dört kere kuşatabilirler; 2. tögörök koy: beşinci yaşına basmış olan enenmiş koç.
tögöröktö- = tegerekte-.
tögül- dökülmek (mavi,hububat gibi şeyler kabından veya yerinden çıkıp akmak) üyüñdö sütüñ tögülsö. taladamuzooñ emip kelet ats.: felâketler hep birden geliyor (harfiyen.: evde sütün dökülürse, kırda buzağın anasının sütünü emmiş olur). abiyiri tögüldü bk. abiyir 1. kuyruk-calı tögülgön at: uzun kuyruklu ve bol yeleli at; tögülgön sakal: uzun sakal kaba sakal.
töl 1. döl; tölü yahut tölüsü: dölü; tölü menen kança malıñ bar?: bu yıl dölü ile birlikte ne kadar hayvanın var?; töl ençilep çığar-: hayvan dölünden (oğluna) hisse ayırmak; 2. töl at gram.: has isim.
tölgö es. falaçma; 41 tane taşla fal açma (üçer taşın bir arya serilmesi muvaffakıyetten haber verir); tölgö sal- yahut tölgö tart-:fal açmak. fala bakmak (balıca. sefere çıkarken) ; tölgösü üçtön. tülösü tüştön: her yerde ve her hususta muvaffak oluyor.
tömpöy- kabarmak. şişmek (her hangi bir küçük nesne hakkında).
tömpöyt- et. tömpöy-‘den.
tömpöyüü . işs. tömpöy-‘den.
töndür- yoluna koymak, yöneltmek.
töñ (Rad., V) = döñ.
töñkör- devirmek, altını üste çevirmek.
töñkörül- devrilmek. alatı üste gelmek.
töñkörüş devrim. inkılâp mânasında da kullanılıyordu.
töñölük halka, yüzük.
töö deve; bee deseñ, töögö ketet ats. ben ne söylüyorum, tamburum ne çalıyır (harfiyen.: sen kısrak dersin. o deveye gider); tööñ (tösü, fakat tööm değil) ak tuudu: işlerin (yahut işleri) mükemmel gidiyor. işlerin tıkırında; ak töönüñ kardı carıldı: iyilik rahmet gibi yağdı; töödöy mildet: gayet büyük vazife, muazzam iş; töö bastı: (bir oyundur); töö bastıdan aman:genel karışıklıktan mutazarrır olmadı; töö çeçken tar.: yere çıkılan kısa kazığa bağlanmış olan deveyi çıplak kadına çözdür- mekten ibaret olan, kabile dere-beylerinin bir eğlencesidir, deve, onu böylece çözen kadına verilirdi; töö çeçkendey kıl-: rezil etmek, kepaze etmek; töö kuş: devekuşu; töö kuyruk, bk. kuyruk 1; töö uy- ğak, bk. uyğak; töö tiken, bk. tiken.
töökeç k-f. deveci, devekeş (deve ile yük taşıyan mekkâreci).
töölük gece ve gündüz , 24 saat.
töömantek töömetek, çocuk oyunlarındaki cezaların bir şeklidir (cezaya mahkûm olan oyuncunun başına dirsek konur, sonra kuvvetle basılarak geri çekilir, ki bunun neticesinde yumruğun art kısmı şiddete kafaya düşer).
töp I, 1. kaideye uygun, doğru, gerçek, muhakkak. nihâî surette; töp süylö-: doğru kaideye uygun söylemek; töp emes: yaramaz, muvafık olmayan. uymıyan; 2. namuslu, dürüst (adam); töp cigit : namuslu delikanlı. II: töp etip tüştü: töp sesi çıkararak düştü (hafif bir nesne hakkında).
töpö : töpö başı: bir topluluğun (aile şebeke v.s.) büyüğü, başı; bir üydün töpö başı: evin büyüğü.
töptö- bir işi iyi ve dikkatle yapmak; tögörötö çaldı ele. töptöy körüp aldı ele folk.: etrafı tetkik etti, her şeyi dikkatle baktı; tört tülük maldın barısına töptöp cıyıp aldı ele folk.: bütün hayvanları özenle topladı.
tör 1. obanın giremecine karşı olan yer, başköşe; tör ağa es.: reis (toplantı başkanı) ; tör ağalık es. riyaset; atasının törün taanıp alar!: ala cağı olsun!; tördön atmay: bir oyunun adıdır; 2. yüksek dağ otlağı, yayla; ısık körböy, tördö öskön; şamaldap salınbelde öskön folk.: dağlarda sıcak görmeden büyümüş; rüzgârda, serin dağ geçidinde büyümüş.
törağa = tör ağa (bk. tör: I).
törağalık = tör ağalık (bk. tör I).
törçül (karş. tör) 1. başköşe heveslisi; 2. db. Kırgızca sözlerin sonlarında bulunmayan c. d, ğ. g sesleri ve harfleri böyle tesmiye olunuyorlardı.
törkündö- akrabasının yahut babasının evine gitmek (evli kadın hakkında).
törkündöt- et. törkündö-‘den; katının törkündötüp cibergen: karısını balasının evine göndermiş.
törkünsöök babasının evini sık-sık ziyaret etmesini seven (evli kadın hakkında).
törkünsü- evli kadının hısım- akrabasına münasebette bulunması gibi münasebetlerde bulunmak; caman katın çıkkan cerin törkünsüyt ats.: kötü karı kocasının ailesine karşı. kendi ailesine gibi muamele eder (yani kendisi bir misafir imiş gibi hareket eder).
törö I, 1. efendi. devlet memuru, rifat sahibi, derebeyi; törölörçö: bey gibi, bürokratça: 2. es. bürokrat.
törö- II, doğurmak; eneñ erkek törögöndöy: (sen öyle memnunsun ki) sanki annen erkek çocuk doğurmuş.
töröçül es. bürokart.
töröçülük 1. beylik, bey tavırları; 2. es. bürokratizm.
törölö- törö gibi muamele veya hareket etmek (bk. törö I).
törölöş- bürökratlaşma. törölük. beylik. bey tavırları.
töröön eröön sözünün tekidir.
törösü- beylik taslamak, azamet satmak.
töröt doum, doğurma; töröt üyü: doğum evi.
törsögöy = torsoğoy.
törsöñdö- = torsoñdo.
törsöy = torsoy.
tört dört.
törtkül 1. dört köşeli. murabba: buruş törtkül mat.: bozuk murabba: 2. kale. hisar; törtkülün tört kat uruptur folk.: kendisine dört sıra kale inşa etti.: 3. şehir yeri (eski bir meskun mahallin haberleri); buzulğan eski törtküldöy atañdın şaar-kalası folk. babanın şehri bir harabeye benziyor.
törtöö dört tane.
törtültük (karş. ekiltik) dört adet yerine geçen.
törtülük dörtlük.
törtünçü dördüncü.
töş 1. göğüs. döş; calañ töş: yaman, şiddetli; töş carı: bir metre kadar uzunluk ölçüsü (uzatılmış kolun parmak uçlarından göğüsün yarısına kadar); 2. dağın eteğinden birparça yukarı kısmı; yamaçın aşağı kısmı; töş tayan, bk. tayan.
töşö- döşemek, sermek; taş töşö-: taş döşemek (mes.. sokağa); may töşö mec.: kandırmaya çalışmak. töşök, yatak; töşök cañırt-: 1) yatağı yenilemek; 2) mec. tekrar evlenmek; töşök salar es.: yeni evlilere yatak düzmek mukabilinde verilen hediye; töşök talaş: toprağa adamakıllı gömülen ipi çekip çıkarmak (bir düğün adetidir); töşök tart-: yatakta yatmak (hasta hakkında); hastalanmak; bir ay töşök tartıp cattım: bir ay yatakta kaldım (hasta yattım).
töşöl- 1. döşelmek, serilmek (teğelti hakkında) taş töşölgön köçö: taş döşelmiş sokak; 2. meleke kesbetmek; töşölgön cazuuçu: tecrübeli muharrir töşölgön corğo: çok koşarak meleke kesbetmiş olan yorga.
töşön- bir nesneyi, döşek, sergi olarak kullanmak.
töşönçü döşek: yatak; töşöngön töşönçüñ barbı?: serecek bir şeyin var mı? töşönçü-orunçu bk. orunçu.
tötögö kırmızı ve beyaz keçe parçalarından dikilen, obanın dış tarafından tuurduk (bk. tuurduk I) ile üzük’ün (bk. üzük I) birleştiği yerin birparça yukarısından geçerek. obayı kuşatan şerit şeklindeki süs; tötögö baştık es.: beyaz ve kırmızı keçe parçalarından küçük torbalar şeklinde dikilen ve obaya uuk (bk.)’ların uçlarına asılan tezyinat.
tötölö- doğru yönde hareket etmek; tötölöp ayt-: uzatmadan söylemek doğru söylemek.
tötön hayranlık ve taaccup ifade eden kelimedir; tötön cakşı: gayet iyi; tötön oşondoy kılsa eken!: böyle yaparsa ne iyi olurdu!; tötön alardın kiçinekey baldarın kötsöñ!: sen onların küçük çocuklarını görseydin (ne şeker şeylerdi onlar)!.
tötöp teselli. avunma, rahatlanma; köñülgö tötöp emespi? kalbe ferahlık değil midir?; anı köönümö tötöp kılıp alıp cürömün: kalbimde onun hakkında çok iyi hatıralar taşıyorum.
tözün törkün sözünün tekidir.
traktor r. traktör.
traktorlo- traktörle çalışmak.
tratorloşturuu traktörleştirme
tramvay r. tramvay.
transkriptsiya r.transkripsiyon.
transport r. nakliyat.
transportir r. minkale.
transporttuk r. nakliyata ait; transporttuk bölüm: nakliyat şubesi.
trap r. gemilere girmek ve çıkarmak için kullanılan iskele veya merdiven.
tul 1. es. ölen kocasının tasviri (resmi) olup, karı-koca yatağının üzerinde asılırdı (ki bu tasvirin altı-na oturup, kocası için sağu sağar-dı); 2. kocası için yas, mâtem; tul-katın (karş. cesir): dul kadın (kocası öldükten sonra bir seneye kadar); tula oltur- yahut tul sokta- ölen kocası için ağlamak (sagu sağma); beş kökül caşım tul boldu folk.: nişanlım öldü.
tula = tulku; tula boy: bütünü, hepisi tamamiyle.
tulañ stipa otu nevilerinden biridir (karş. ködöö).
tuldan- 1. tasalanmak (ölen koca için); tuldanıp canıñ kıynaba! folk.: kederlenip canına ıstırap verme!; 2. yaslı bir şekle girme (karş. tul 1); ak üyüm kızıl tuldandı, mendey alğanı, ıylap, tul kaldı folk.: ak obamda yaş tasviri (resmi) vardır, ben, onun karısı, dul kaldım.
tuldat- dul bırakmak (karıyı).
tulduu (kocası için) mâtemli.
tulğa sacayak; taş tulğa: taşlardan yapılmış olan ocak.
tulku hep, bütün, tamamile, hacim; tulku boy: bütünü tamamiyle, hacim, bütün vücut, bünye; tulku boyum ooruyt: bütün vücudum ağrıyor.
tuman . sis; çöö tuman: dağlar üstünde görünen bulutlar; sasık tuman: dağ üzerinde takılı kalan bulut; çöö tumanday: saman altından su yürüten (insan).
tumoo yahut sasık tumoo: nezle, tumağı, soğuk alğınlık, girip.
tumoolo- yahut sasık tumoolo = tumooro-.
tumooro- nezle olmak.
tumsak hareket etmek, atta gezmek adetini bozmak, bunları yapamaz olmak; (hareketten, atta gezmekten) çar-çabuk yorulan.
tumşuk 1. gaga, hayvan suratı, hayvan burunu; hortum; balta tumşuk: gagası kalın ve kısa filorcin kuşu: Coccothrautes; kem tumşuk yahut tumşuğu kaykı mec. talihsiz, betbaht; suuk tumşuk: kepaze olmuş, terzil edilmiş; rüsva olmuş; betnam olmuş; koçkor tumşuk: muhaddep burun muhaddep burunlu; cez tumşuk mit. pençeleri ve burnu madenî olan kocakarı kılığında bir cinî varlıktır; it tumşuğuna suu cetkende süzöt ats.: köpek burnuna su dayandığı zaman yüzmeye başlar; tumşuğuna suu cetti: son derece müşkülât içindedir; 2. oyanın (gemin) burna gelen kısmı; 3. coğ. burun.
tumuray- somurtmak, surat asmak; insanlardan kaçıñan ve münzevi bulunmak.
tun I. yahut tun bala: ilk çocuk; tun uulum: ilk oğlum.
tun- II, 1. dinmek; 2. temiz ve şeffâf olmak, durulmak; suu başınan tu- tan ats.: su kaynağından temizlenir; 3. memnun ve mahzuz olmak, tatmin edilmek; tuna kara-: memnuniyetle, tatmin edilerek bakmak; kımızğa tunduk: kımıza kandık: bol bol kımız içtik; 2. asğırlaşlaşmak: kulak tuñan çuu: kulağı sağırlaştıran gürültü partırtı.
tunar- 1. kararmak, karanlık olmak, karanlık basmak; 2. kör olmak.
tunarık sisli ufuk.
tunarıkta- bozarmak; bulanmak; közü bir az tunarıktap kaldı: 1) gözleri bir parça karardı, 2) gözleri fena bulanık görüyor.
tunart- et. tunar-‘dan.
tuncur . Astur palubarius denilen atmacanın dişisi (ki değerce tuyğun- dan (bk.). sonra ikinci derecede gelir).
tuncura- 1. tam bir rahat ve sükûn içinde bulunmak; 2. kederli, abûs ve düşünceli olmak.
tuncurañkı : andan da tuncurañkı oyğo çumup: daha derin düşünceye dalarak.
tuncurat- et. tuncura-‘dan.
tuncuroo 1. tam bir rahat ve sükûn durumu; 2. düşüncelilik durumu.
tundur- 1. şeffâf ve temiz yapmak, dinlendirmek durultmak (diyelim, suyu); 2. memnun ve mahzuz etmek; susun berip tundurdu: içecek verdi ve memnun etti; 3. sağırlaştırmak, sersemleştirmek; on eskiden örgön buldursun, çapsa kulak tundursun folk.: on iki srırımdan örülmüş kamçı, ki onunla vurulduu zaman insanın kulağını sağırlaştırıyor; 4. saka tundur- vurmak için kullanılan aşığı kurşunla doldurmak (şöyleki kurşun dışarıya çıkık durmasın).
tuñgak meme emen hayvan yavrusunun tezeği, meme emen çocuğun gaiti.
tuñğuç = tun I; tuulup öskön tuñğunç cer folk.: doğduğum ve büyüdüğüm yer (vatan).
tuñğur añğır sözünün tekidir.
tuñğuyuk uçurum.
tuñuç = tun I.
tunuk şeffâf. saf, duru; tunuk suu: duru saf su; tunuk küzgü, temiz (iyi) ayna.
tunuke f. safha biçiminde olan demir saç.
tunukele- saçla kaplamak.
tunukelüü saçla örtülü; tunukelüü üy: çatısı saçla kaplanmış olan ev.
tup yahut tupa, tu hecesile başlayan sözlere katılan takviyedir-: tup-tuura. yahut tupa-tuura yahut tupadan- tuura: dos-doğru.
tupa tupadan. bk. tup.
tupli r. terlik.
tur . 1. ayakta durmak. ayağa kalkmak; men erte turdum: ben erken kalktım; bul tura tursun: şimdilik bunu bırakalım da (başka işle meşgul olalım); tura tur!: dur, bir parça ekle!; bilip turup, caşırat: bildiği halde saklıyor; örüp turup, körbödüm deyt: gördüğü halde görmedim diyor; muzari sık olarak turamın, turasıñ, turat şekilleri yerine: turumun, turusuñ, turu şekillerinde bulunmaktadır (bk. catırı cat- ııı, 5 maddesinde), 2. bulunmak, ikamet etmek, oturmak(yaşamak); sen karakoldo turasıñ: sen karakolda oturuyorsun; 3. değmek (değerinde olmak) kança turat: değri nedir? kaça!; turğan narkı: maliyet fiyatı; 4. hizmette bulunmak, ücretle çalışmak; bayğa tuğran: zenginin yanında çalışmış; 5. (önde gelen ğanı şekille yahut datif kılığındaki iş ismi ile) niyet edilmek; hemen hemen vukua gelmek veya getirmek üzere bulunmak ; kün caağanı turat: yağmur yağacak gibi duruyor, neredeyse yağmur yağacak; ketkeni turat: gitmek üzere bulunuyor; bergeni turat: vermek niyetindedir, şimdi verecek; ceñesi turat ketüügö folk: yengesi (bk. ceñe) gitmeye hazırlanıyor; 6. (mak, sun yahut gay şekillerinde) yalnız o değil, hatta…; mınday tursun: şöyle dursun… yalnız o değil hatta…; külküm gelmek turğay, uyaldım: gülmek nerde, utandım; al, işti oñomok tursun, arkta keltirgen: işi düzeltmek şöyle dursun, büsbütün berbat etmiş; el taramak dursun, öböyüp catat: halk dağıtmak şöyle dursun, çoğaltmaktadır; almak turğay körbögön: almak şöyle dursun, görmemiş bile; al turğay yahut al turmak yahut al tursun: şöyle dursun…; 7. turbaybı!: bu değil mi; işte bu ya!; kelgen turbaybı! işte o geldi ya! kırgızca süylöyt turbaybı!: kırgızca konuşmuyor mu!: kırgızca konuşuyor ya; bala boydon turbaysıñbı!: sen küçük bir çocuksun ya!; 8. eki turbay bir beken-: bunlar iki türlü nesne olmayıp, aynı şeyler mi sanıyorsun!; 9. tura artık; bulu bar tura: parası var ya!; kelgen tura: geldi ya; 10. lakayıt kalmak; kantip tursun!: nasıl lakayit kalsın!; 11. barıp turğan: en mükemmel ; ala (bk. ör. cer ı); 12. yardımcı fiil sıfatıyla işin sürekliliğini ve devamını gösterir: sözülüp turat: uzayıp çekiliyor (mes. lastik); cey turalı: şimdilik yiyelim; elip tur: bazan uğra (bunu adet edin!); uyku geip turat: uykum geliyor; 13. teşekkül etmek; beş kişiden turğan komissiya: beş kişiden teşekkül eden komisyon.
tura ı, atın tırnağının alt tarafı. çatalı; turadan tügöndü: ayakları sakat oldu (yürük at hakkında) turadan tügönbögön tulpar yorulmaz yürük at. ıı, bk. tur 9.
turak ikamet yeri, durak, konulan yer; turağı cok: duracak, sığınacak yeri bulunmayan; turak üstölü: adres bürosu.
turaksız devamsız, sebatsız, karasız, değişen sık sık değişen; turaksız çonduk mat.: değişken kemiyet.
turasızdık devamsızlık, kararsızlık.
turakta- yaşamak, oturmak ikamet etmek.
turaktuu sarsılmaz, sabit muhkem: turaktuu çoğnduk mat.: devamlı hacim, değişmez kemiyet, sabıte; turaktuu okuu kitebi: okullar için kabul edilen tek ders kitabı.
turğuzul- 1. konulmak; dikilmek (nasbedilmek); tapsız sotsialistik koomdun sonun üyü bizdin köz aldıbızda tuğuzulup catat: mükemmel sınıfsız sosyalist cemiyeti binası bizim gözümüzün önünde dikilmektedir; 2. aldırılmak, uyandırılmak.
turğuzuluu işs. turguzul-‘dan.
turğuzuu işs. turğuz-‘dan.
turist r. turist, seyyah.
turk kesilmiş ve derisi yüzülmüş hayvan gövdesi; buttun turku yahut buttun turkusu: ayağın, tabanın uzunluğu.
turku = turk.
turman 1. (bu manayla daha ziyade eer turman), bütün takımlariyle birlikte eyer, bütün, tam süvari takımı; 2. gereçler, ev eşyası, tesisat; boz üynün turmanı: keçe evin ahşap kısmı, obanın kafesi.
turuştuk mukavemet, sebat, dayanma; turuştuk ber -: sebat göstermek, karşı komak, dayanmak.
turuuçu ikamet eden, yaşayan (oturan), sakin.
tuş 1. karşı yanda bulunan mahal; tuşumdağı: karşımdaki; tuş bol-: karşılaşmak, tesadüf etmek; tuş kelgen. karşısına çıkan, herhangi bir rast gelen; tüşüñ tuş kelsin!: ruyan uygun gelsin!; tuş kıl-: karşılaşmaya zorlamak; bugün mağa caman cerden tuş keldi: bugün benim işlerim yürümüyor, bugün beni hep muvaffakiyetsizlikler takip ediyor; tuş kiyiz, bk. kiyiz; 2. yön istikamet; kaysı tuşta?: hangi yönde; tuş-tuşunan duşman menen kurçalıp kalğan: her yandan düşmanla kuşatılmış; tuş tarapka: her yana tuş keldi cakka kete berişet: atlara binerek, herkes bir yana gitti; 3. zaman,an,fırsat; bizdin tuşubuzda: bizim zamanımızda; tak oşo tuşta: tam bu zamanda, tam o dakkada; ar nerse öz tuşunda kımbat: her işin zamanı var, her şey zamanında kıymetli; tulpar-tuşunda, külük- künündö ats.: savaş atı bir hadise zamanında işe yaradığı halde; yürük at her zaman (lazımdır); teñ-tuş: denk (aynı seviyede insanlar hak.), yaşıt.
tuşa- kösteklemek (ön aykalara) bukağı vurmak; kuura tuşa- yahut cüyür tuşa-: (ayaklar birbirine dokunacak surette) sım sıkı kösteklemek; keñ tuşa: serbest, geniş kösteklemek.
tuşar atın ön ayağının aşağı kısmı (köstek vurulacak olan yeri); ayağın tırnakla diz arasındaki kısmı; kişini tuşarına teñebeyt: insana kıymet vermiyor onun gözünde başkaları on para etmiyor.
tuşaştır- (hayvanın ön ayaklarını) kösteklettirmek.
tutam 1. kulp, sap; 2. bir avuç (nesne); 3. dört parmak genişliğinde olan uzunluk ölçüsü.
tutamda- 1. yumruk içinde, yumulmuş elde tutmak; 2. tutam ile ölçmek (bk. tutam 3).
tutamdat- et. tutamda-‘dan.
tutamdoo işs. tutamda’dan.
tutan- tutuşmak, yanmaya başlamak alevlenmek.
tutandır- yakmak, tutuşturmak.
tutandıruu yakma, tutuşturma.
tutandıruuçu yakıcı, kundakçı; soguşu tutandıruuçu yahut soguş otun tutandruuçu: harp kundakçısı; soğuştu tutandıruuçulardın sokkusuna sokku menen coop berüügö dayarbız: harp kundakçılarının darbesine karşı darbe ile cevap vermeye hazırız.
tutaş- ıı. bitişik olmak; yan yana bulunmak, aralıksız (yekpare) bir hale gelmek.
tutaştır- et. tutaş- ıı’den.
tutatkıç kundakçı.
tutka = tutkuç.
tutkap tutkak, çabuk kızma hassası.
sinirlilik ; tutkabı karmap aldı: taşkınlık etti, aşırı derecede hiddetlendi.
tutkaptuu tutkaktuu, hoppa, çabuk kızan,sinirli; kolu tutkaptuu: eli temiz değil.
tutkuç . 1. kulp,sap; 2. ocaktan kazanı indirirken kullanılan keçe ellik çay tutkuç: çaydanlığın kulpuna sarılan bez.
tutkun 1. esaret, hapis; 2. esir, tutsak, mahpus.
tutkundal- esir olmak, esir düşmek, hapsedilmek.
tuttuk- 1. idrar tutulmak; tuttuğup öl-: idrar tutulmaktan, üremiden ölmek; 2. (söylerken) kekelemek; tuttuğup ele süylöy albay koydum: kekeledim ve söyleyemedim; tuttukapay süylö!: kekelemeden, şaşırmadan, sakin bir tavırla söyle!
tutul- tutulmak, yakalanmak, ele geçirilmek; kün tutuldu: güneş tutuldu; ay tutuldu: ay tutuldu.
tutuluu işs. tutl-‘dan.
tutum 1. devam: tutumu bar: devamı var; 2. aralıksız, arasız; acırağis tutum maani: parçalanmayan, bütün kavram; 3. es. zincir halkası.
tutun- kendi çocuğu gibi tutmak; tuubasañ da enek, tutunup meni bağıp al! folk.: gerçi, anneciğim, sen doğurmadın, fakat sen beni artık kabul ve terbiye et!; tuubasam da, tutuñan, emçek sütün berbesem, elik sütün berdim bi? folk: seni doğurmadımsa da, kabul ettim, seni kendi sütümle beslemeyip, dağ keçisi sütiyle mi besledim?
tutuş- hep beraber tutmak, birbirini tutmak, tutuşmak (kapışmak).
tuu ı. 1. sancak, bayrak; ötmöö tuu: geçici sancak; 2. tar. tuğ. ıı, kısır, henüz doğurmamış olan; tuu bee: kısır, doğurmamış olan kısrak. ııı, doğuş, doğum.
tuu- ıv, 1. doğurmak, doğmak, türemek; tuuyt (bazan tubat): doğuruyor; artık tuuğan: yüksek soylu, asil; cumurtka tuu-: yumurtlamak; ara tuu, bk. ara 3; tuuğan ene: öz anne; tuuğan cerim: doğduğum yer, vatanım; 2. tulu etmek (doğmak) (güneş, ay hakkında); başına kün tuudu: “başına güneş doğdu” (o daima muvaffak oluyor); başına kara gün tuudu: başına felaket geldi.
tuubas kısır, doğurmayan (kadın, dişi hakkında).
tuuçu alemdar, bayrakdar.
tuudur- 1. doğurtmak; tuudurğan ata: öz baba; üç ese tuudurup alasıñ: üç misli alırsın (mükafata nail olursun); 2. doğum sırasında yardım etmek.
tuuduruş- müş. tuudur-‘dan.
tuuğan . hısım, soydaş kabiledaş; bir tuuğan: öz kardeş; bir tuuğan kızıl armiyabız: bizim öz kızıl ordumuz.
tuuğandık akrabalık; bir tuuğandık salam: kardeşçe selam.
tuuğanduu hısım akrabası bulunan; tuura biyde tuuğan cok, tuuğanduu biyde ıyman cok ats.: adil hakimde akraba yok, akrabalı hakimde ise iman yok.
tuuğuz- = tuudur-; tıynına som tuuğuzup: bir kapiğine bir ruble kazanarak.
tuul- doğmak, doğmuş olmak; kayradan tuul-: yeniden doğmak, hayat bulmak; kayradan tuulğan: yeniden doğmuş, yeni hayat bulmuş olan.
tuulğa tar. miğfer, tulga.
tuuluu işs, tuul-‘dan.
tuuma : eneden tuuma bolup aldı: anasından doğduğu şekilde kaldı; üydö tuuma: evde oturan erkek veya kadın (erkekler hakkında daha ziyade alay edasiyle söylenir); calğız tuuma; biricik doğmuş.
tuur . alıcı kuşun oturduğu tünek.
tuura ı, 1. doğru dürüst, sahi, düz, adil, namuslu; tuuradan tuura yahut tupadan tuura: doğruca, doğrudan doğruya; tuura kel-: rast gelmek, münasip gelmek, tam zamanında olmak, hizaya gelmek; tuura emes: doğru değil; 2. en, genişlik; uzunduğu da, tuurası da: boyu da eni de: tuurası çıkkan: enine daha geniştir; tuurası coon, boyu bas folk.: geniş ve kısa boylu (insan hakkında); tuurası biyik çoñ korğon folk.: yan duvarları yüksek olan büyük kale; tuura çağımdan bir ün çıktı: yandan bir ses işitildi. ıı, (menfi cümlede) hiçbir zaman, dünyada!
tuura- ııı, doğramak, kıymak, et tuura-: et doğramak. ıv, taklit etmek, yansılamak.
tuurala- tevcih etmek, yoluna komak intizama komak, uydurmak; mutabık kılmak; ustavğa turalap: talimatnameye uygun bir tarzda.
tuuralan- ı. yoluna konmak, tanzim edilmek, uydurulmak. ıı, hırslanmak, hiddetlenmek.
tuuralant- et. tuurlan- ı, ıı-‘den.
tuuralcın 1. genişçe, biçimsizce, geniş; 2. tıknaz, geniş yapılı ( insan hakkında).
tuuralık doğruluk, açık yüreklilik namusluluk; tuuralık menen: doğlukla.
tuuralu tuuraluu, hakkında, üzerine, dolayisiyle.
tuuramçı et doğrama uzmanı, ziyafetlerde kendisine et doğrama vazifesi yükletilen kimse; tuuramçıdan tuuganıñ bolsun ats.: et doğrayıcılarından akraban olsun! (aç kalmazsın!).
tuurandı taklitlik; tuurandı söz gram.: taklitlik söz (onomatopee).
tuuraş ı. taklit, yansılama, taklit suretiyle alay etme.
tuuraş- ıı, müş. tuura ııı, ıv-‘ten.
tuurat- et. tuura- ııı, ıv-‘ten.
tuurda- (bir şeyin) yakınında dolaşmak; ayıl tuurda-: köy etrafında dolaşmak (mes. kurt hakkında, bir şey kapmak umudile köy civarında bekliyen hırsız hakkında; köyün himayesi altında kalmak isteyen çoban hakkında).
tuurduk 1. (obanın bir kısmı) kerege (bk.) ‘yi örten keçeler (ki dört parçadan ibaret olurlar); bosoğo tuurduk: iki taneden ibaret ön tuurduk; törkö tuurduk: iki tane arka tuurduk: tuurduk kala-: obayı kurtarırken tuurduk’u pekitmek; tuurduk boo: tuurduk’u pekitmek. bağlamak için kullanılan ip: 2. (rad.) komşu.
tuurduu : tuurduu mal: bütün sürünün ziyneti olan hayvan; tuurduu kişi: cemiyetin süsü olan adam.
tuuşal- bir yandan bir yana dönmek (uyanan insan hakkında).
tuuşalt et. tuuşal-‘dan.
tuuşar f duşar; alaamatka tuuşar kıl- kon.: felakete duçar kılmak.
tuuşkan akraba.
tuuşkandık = tuuğandık; caşasın sssr eliniñ tuuşkandık soyuzu!: yaşasın. sovyetler birliği milletlerinin kardeşlik birliği.
tuuştuu gayretli, enerjik, sağlam, dayanıklı.
tuut 1. doğum (hayvan hakk.); tuut önöktüğü: genel doğurma münasebetiyle görülen faaliyet; 2. (dişi hakkında) doğurma devresinde yahut doğurma önünde bulunan; tuut bee: doğurmak üzere bulunan kısrak; tuut koy: kuzulamak üzere olan koyun.
tuy- duymak, sezmek (farkına varmak).
tuyak 1. hayvan tırnağı (tuynak); ay tuyak: tek tırnaklı (daha ör. bk. ay ı, 2); aça tuyak mal: namussuzca (mes. çalmak suretiyle) kazanılan hayvanlar; tuyak pul es. başkasının mer’asında hayvan otlatma ücreti; 2. tar. hayvan otlatma mukabilinde devletin aldığı resim; tuyak kat: hayvan otlatmak için alınan bilet; 3. at tuynağı şeklinde olan gümüş külçesi; tay tuyak: 1) aynı külçenin tay tırnağı biçiminde olanı; 2) at tuynağından çoban ayakkabı; tayağım menen tay tuyağımdın karın kañk ettirip aldım: asamla (şañırdayan) bir darbe ile ayakkabımdan karı vurup düşürdüm; 4. baş (hayvan sayısı); cüz tuyak mal: yüz baş hayvan; cılkı tuyağının azayışı toktolup, cılkı bağuu öydölöy baştadı: at sayısının azalışı durdu ve at yetiştirme işi artmaya başladı; 5. nesil, zürriyet; tuyağı çok cok folk.: zürriyeti yok; arkamda kalgan tuyak cok folk.: nesil, zürriyet bırakmadım; kalbadı perzent – tuyağım folk.: çocuğum- zürriyetim kalmadı; tuyak kör-: çocuk sahibi olmak.
tuz tuz; calama tuz: kaya tuzu; tuz aramı: nankör; tuz tat-: ekmeği tuzu tatmak, ikramdan ve misafirperverlikten istifade etmek; tuz tatış: hep birlikte ikram edilmek kudaydın tuzun uurdadımbı!: allahın tuzunu çalmadım ya!: benim nem eksik!: tuz ursun! (başlıca. nankör hakkında ilenç sözüdür); özüm menen bir tatkan tuzum ursun başıñan folk.: benimle beraber tattığın tuz vursun!: kızmatımdan tartınıp kırk ciğit. seni tuz urdu folk.: siz, kırk yiğit. benim hizmetimden ayrıldınız. bu nankörlüktür; tuz atta-: es. (antiçme şekillerinden biridir), tuz üzerinden atlamak; tuz kötörülüp turat: kısmet böyle beliriyor; tuz buyursa yahut tuz kötörülsö yahut tuz bolso: kısmet olursa; tuzum bolso, kelermin folk.: kısmet olursa gelirim; tuzğa siy- es.: haklılığı, suçsuzluğu hakkında yemin etmek (harfiyen.: tuza işemek; bu ant en kuvvetli, en korkunç sayılırdı); tuzuña siysem, oñombu? folk.: sana verdiğim sözü, andımı, bozarsam, iyi olur mu hiç?; tuzğa siydir-: haklılığı, auçsuzluğu hakkında yemin ettirmek (harfiyen.: tuza işetmek); tuz kömgöndöy köm-: serseriyi gömer gibi, saygı göstermeksizin, lazım gelen merasime riayet etmeksizin gömmek.
tuzak herhangi bir tuzak; cele (bk,), kıltak (bk.) ve s.; taman tuzak: atı ayağından tutmak için ilmik; tuzak tart-: tuzak kurmak.
tuzakçı tuzaklar kurmak suretiyle avlayan.
tuzda- tuzlamak.
tuzdal- pas. tuzda-‘dan.
tuzdaş sofradaş, bölük veya mektep arkadaşı; kırk cigitim, tuzdaşım; kıynoodo turat bir başım folk.: kırk yiğitim, kırk sofradaşım, benim başıma felaket geldi.
tuzdat- et. tuzda’dan.
tuzdoo tuzlama.
tuzduu tuzlu.
tü = tüü.
tübölük daima, ebediyen, her zaman için; tübölük coldoş: ebedi yoldaş; künümdügün karaba, tübölügün kara: günlük işe bakma: daimi kalacak işe bak!; tübölügü tüz olsun: istikbali iyi olsun!
tübürt ayak patırtısı.
tügöl bütün tam olarak, tamamıyle; tügölü menen keldi: tam olarak hepsi geldiler.
tügöldö- sayısını, niktarını tahkik etmek, hesaplamak. yekün çıkarma. bilançosunu yapmak.
tülö- tüyünü dökmek ve değiştirmek (kuşlar, hayvanlar hakkında); tülögön taylaktay mec.: yırtık pırtık giyim giymiş; perişan kıyafette.
tülök (kuşlar hakkında) artık tülemiş olan; bir yaşını atlatmış olan; tülökkö oturğan bürküttöy şañşıyıt: bağlanmış karakuş gibi iniyor; bozum tülök yahut bosum tülök yahut bosun tülök: ilk tülemeden sonra karakuş (yani ikinci yaşına girdiği çağda); taş tülök: ikinci tülemeden sonraki karakuş; kum tülök: üçüncü tülemeden sonraki karakuş; ım tülök: dördüncü tülemeden sonraki karakuş.
tülön- = tülö-.
tülöndü tüleme neticesinde dökülen tüyler.
tülöö es. hasta için, yahut yaylaya göçme münasebetiyle, yahut kaybolan hayvanın bulunması dolayısıyla kurban kesme; tülööñ katır!; iyiliği görmeyesen!; tülöö-pülöö dn. herhangi bir kurban.
tülöt- et. tülö-‘den.
tülük azık-tülük: erzak; azık tülük magazini: evcil hayvanlar (yani onların bütün çeşitleri: atlar, sığır hayvanları, develer, koyunlar ve keçiler); tört tülügü şay: rahat ihtiyaçsız yaşıyor; tört tülüktün başın kuradı: mühim miktarda hayvanlar elde etti.
tülüktüü tört tülüktüü: zengin, hali vakti yerinde.
tümön hesapsız, gayet çok, on bin; birdiki miñge, köptükü tümöngö ats.: kulaktan kulağa söylenen söz bin kişiye duyulur, çok adama söylenen söz ise, hesapsız adama duyulur; tümönü türülgön bay: hesapsız servete malik olan zengin.
tün ı. gece; künü tünü yahut kündür tündür: gece gündüz, geceli-gündüzlü, yirmi dört saat; buurul tün, beyaz geceler, kutup dairesine en yakın yerlerde aydın geceler; tündögü: dünkü; tün kat-: bütün gece gitmek yolculuk yapmak; tün katır-: bütün gece yolculuk yaptırmak; bugün tünü: bugünün gecesi; tünü menen yahut tün boyu: bütün gece; ceti tündö: geceleri gece ortasında; ceti tündö mında emne kılıp cürösüñ?: gece ortasında burada ne arıyorsun?; altündö (al tündö): 1. o gece; 2. önümüzdeki gecede. ıı, ün sözünün tekidir.
tündögü bk. tün ı.
tündösü geceleyin.
tündötön yahut tündötön beri: geceden beri.
tündük 1. gecelik, bir gece müddet; bir tündük col: bir gecelik yol; 2. şimali 3. obanın, uuk’ların (bk. uuk) üst uçlarıyla tutulan, yukarıdaki ahşap dairesi; tündüktün közü: tündükteki deliklerdir, ki bunlara uuk’aların üst uçalrı sokulur; tündük cabuu: tündük’ü kapatmaya mahsus keçe parçası; tündük tüşür- mec.: bikrini izale etmek; bir tündüktön kün kör: beraber yaşamak, bir çatı altında yaşamak tündüktön kuyulup turğanday: gökten yağar gibi; 4. dizilmiş boncuklarıyla birlikte sicim uzunluğu ölçüsü; bir (eki, üç) tündük şuru aldım: (iki, üç ve s.) tündük boncuk aldım; 5. tekerlek ispiti.
tüngül- vazgeçmek, yüz çevirmek, ebedi olarak vedalaşmak; umudu kesmek; üydön tüñüldüm: evden büsbütün ayrıldım. evi aklımdan çıkardım; senden tüñülö elekmin: henüz senden umudu kesmedim, ben hala sana güveniyorum; canınan tüñüldü: hayatından bıktı; tüñülbösöñ, eneke, tübündö caraym kerekke folk.: benden vazgeçmezsen, anneciğim, ben sonra sana bir işe yararım.
tüpkülük alt. temel; kız alambı, albaymbı. tüpkülüğün uğarsıñ folk.: kızla evlenecek miyim, evlenmeyecek miyim, - hakikati sonradan öğrenirsin.
tüpkülüktüü daimi, ebedi; tüpkülüktüü tura turğan cay: daimi surette yaşanan yer.
tüpkür 1. en alt. en dip; 2. mec. etekaltı, gizlilik; tüpkürdö iştegen boşevikter: gizlice çalışan bolşevikler.
tüpök 1. bir tutam at kılı; 2. tuğ (mızrağın ucuna bağlanan bir deste at yahut çin mandası (kaytaz) kuyruğu kılı); kızıl tüpök, sır nayza folk.: kızıl tuğlu sırlı mızrak.
tüpöktüü tuğlu; tüpöktüü nayza: tuğlu mızrak.
tüpöyül a.: cürgünö töpöyül bolup cüröt: (bu) onu her zaman rahatsız ediyor; tüpöyül ooru: ağır hastalık.
tür ı, 1. biçim şekil; keñ türdö: geniş ölçüde; tüşüngöndöy türü bar: anlamış gibi gözüküyor; türgö kel-: bir şekil almak; cumğan közüm açılbay türgö kelip karıpmın folk.: öyle kocamışım ki yumulmuş gözlerim açılmıyor; türgö keltir-: bir şekil vermek; türü caman yahut türü buzuk: tür körsöt: göz dağı vermek; 2. tezyinat. bezek.
türdö- 1. biçim vermek; 2. nakış yapmak (keçe döverken).
türdön- muhtelif şekillere girmek.
türdönt- türlü şekillere sokmak; çeşiti yapmak; türdönüp ırda-: muhtelif ahenk ve edalarla ırlamak (şarkı söylemek).
türdönüş- müş. türdön-‘den.
türdöö işs. türdö-‘den.
türdöş ı. aynı çeşitten olan.
türdöş- ıı, müş. türdö-‘den.
türdöt- et. türdö-‘den.
türdüü biçimli, türlü; at türdüü yahut alban türdüü: her türlü yahut envai türlü; bir türdüü: 1) yeknesak; 2) ayrıca bir şekilde olan, tuhaf, garip; türdüü caktuu: mat. muhtelif yanlı (dılıarı muhteif olan).
türgök = türmök.
türköy türköyu, okumaz yazmaz; cahil.
türkük destek, obanın içinde orta destek.
türküm zümre; türküm – türdüü: muhteif, türlü türlü.
tüspöl görünüş, manzara, çehre, sima, kılık (başlıca insan hakkında; bazan da hayvan hakkında); tüspölün karabayğa okşottum: onu karabaya benzettim, o bana karabayı andırdı.
tüspöldüü görünüşü, siması, kılığı olan; atası tüspöldüü: babasına benziyor.
tüş ı, öğle zamanı; çak tüş yahut çañkay tüş: tam öğle zamanı; calğan tüş: öğle zamanından bir iki saat önceki vakit; çın tüş: öğle zamanı; tüş ooy: öğleden sonra: tüş kayşayıp kele catat: güneş zaval vaktına iniyor; tüştön kiyin 1) öğle zamanından sonra, 2) vakti zamanından sonra, ihtiyaç geçtikten sonra (ör. bk. kösöö ıı); tüştö: 1) öğle zamanında; 2) tam zamanında, münasip çağında, tam vaktında, (ör. bk. tülkü ve tölgö). ıı, ruya, düş; tüşkö kir-: ruyaya girmek; tüşümö kirdi: rüyama girdi; tüşümdö kördüm: rüyamda gördüm; üç uktasa, tüşünö kirgen emes: üç defa uyursa bile rüyasına girmez, (rüyasında bile görmemiş). ııı, 1. düşmek, inmek; sarkmak; attan tüş-: attan inmek; kolğo tüş-: ele geçmek, yakayı ele vermek; kış tüştü: kış geldi; monçoğo tüş-: hamama gitmek, hamamda yıkanmak; sarayğa tüş-: hana inmek; arağa tüş- bk. ara 1; eske tüş-: hatıra gelmek, hatırlamak; köpkö tüş-: ammenin, cemiyetin fikrine başvurmak; akılğa tüş-: bk. akıl; beş somğo tüştü: beş rubleye mal oldu; satkan maldan tüşkön akça: satılan hayvandan alınan para; alma sabağınan artık tüşpöyt ats.: elma sapından daha fazla olmaz; 2. işin aniliğini yahut kuvvetini ehemmiyetle kaydetmek için yarar; kulağı çur dey tüştü: birdenbire kulakları çınladı; mıltık tars dey töştü: tüfek sesi duyuldu; çañ- topoloñ tüşüp ketti: itiş-kakış gürültü- patırtı başladı; baarı birdey çuu dey tüştü: hepsi birden çığlık kopardı; közü çakçaya düştü: gözleri faltaşı gibi açıldı; 3. aşmak (dişiye).
tüşçülük : tüşçülük cer: sabahtan öğleye kadar yürümekle katedilebilecek mesafe.
tüştön- öğle zamanında mola vermek; konor bolsoñ, anıñdı ayt, tüştönör bolsoñ caınığdı ayt folk.: geceleyeceksen onu söyle, yalnız öğle zamanını geçirmek için kalacaksan, kim olduğunu söyle!
tüt- (mutat olduğu üzere menfi şekilde) 1. kaldırmak (dayanmak), tahammül etmek sabretmek: men ağa bugün oruşsam, erteñ tütpöym: ben onu bugün azarlarsam, ertesi günü dayanamıyorum (barışıyorum); 2. yetmek (kafi gelmek); kança akça bolso, sağa tütpöyt: ne kadar para olsa da sana yetişmiyor; ağa kiyim tütpöyt: ona giyim dayanmıyor.
tütö- tütmek, hafif duman çıkarmak, tutuşmaya başlamak.
tütün 1. duman; ozonun kök tütün çığat yahut oozunan kök tütün burk dey tüşöt mec.: ağzından gök duman çıkıyor yahut ağzından buram buram gök duman çıkıyor (aşırı derecede tasalanıyor, kederleniyor); 2. hane: eki cüz tütün kalık: iki yüz hanenin halkı; 3. oba; keçe ev; ak tütün: 1) zengin ev; 2) fakir adam; tütün kıdır: “duman aramak”: köyden köye dolaşmak.
tütündö- duman çıkarmak.
tütündöt- duman çıkartmak, dumanla kapamak.
tüü ! tü-ü (esef, nefret nidası).
tüüşün = tüşürkön-.
tüy- örmek, düğümlemek; tor tüy-: ağ örmek; kabak tüy-: kaşlarını çatmak; köñülgö aramdık tüy-: kalpte bir fenalık saklamak: akılıña tüyüp al folk.: hatırında iyi tut.
tüyüştür- bağlamak; uçun birbirine tüyüştürüp alğamın: bir ucunu öteki ucuna bağladım.
tüz ı, 1. düz, pürüzsüz; 2. doğru, düzenli, düzen; tüz kıl-: doğrultmak; tüzdön tüz ayt-: doğrudan doğru söylemek. yüzüne söylemek; çektüü tüz mat.: mahdut düz çizgi; çeksiz tüz mat.: namahdut düz çizgi; 3. tüz bürküt: büyümüş karakuş.
tüz- ıı, düzmek, yoluna koymak; şart tüz-: şart tanzim etmek.
tüzdö- düzeltmek, bir şeyi doğruca icra etmek, geçirmek; tüzdöp: gereği gibi, doğruca; dürüstçe, matlup vecihle; tüzdöp köönüñ ağarsa, tüñölüşpös coldoşuñ folk.: eğer kalbin temiz olursa, arkadaşların senden yüz çevirmezler.
tüzdöl- pas. tüzdö-‘den.
tüzö- düzeltmek; katarıñardı tüsügülö!: sıraya dizilin!; bet tüzö: 1) yönelmek, bir istikamet almak; 2) niyet etmek.
tüzöl- düzelmek, yoluna girmek.
tüzöñ ova, düz yer, düz saha.
tüsöñçö . küçül. tüzöñ-‘den.
tüzöö 1. düzeltme; 2. iyice tanzim etme, tamir etme.
tüzöş- müş. tüzö-‘den.
tüzöt- düzeltmek, tamir etmek.
tüzötmö 1. düzeltme; 2. = korrektura.
tüzötül- düzeltilmek, tamir edilmek.
tüzötüü düzeltme; tüzötüü üyü: islah evi (mahpusların ahlak ve terbiyelerini düzeltmeyi hedef edinen ceza evleri).
tüzük düzgün, doğru.
tüzüktük düzgünlük, doğruluk.
tüzül- yoluna konulmak. tanzim edilmek, düzülmek.
tüzülüş tertip. kurma. yapılış. bünye. düzülüş.
tüzüü tanzim, tertip etme, yoluna koma; kayta tüzüü: yeniden tanzim. yeniden inşa, yeniden cihazlandırma.
ubada a. vaid; ubadağa cet-: vadi, sözü, şartı yerine getirmek; ubadasına cetiptir: vadini yerine getirmiştir: ubada ber-: söz vermek, vadetmek: ubada eki bolbosun! folk.: söz iki olmasın (vait tam olarak yerine getirilsin)!
ubadalaş- sözleşmek, birbirine vadetmek.
ubadalaşuu işs. ubadalaş-‘tan.
ubadaluu . sözleşilmiş, vadedilmiş; ubadaluu künündö: vadedilen günde; ubadaluu şertim bar. cığılsam. kızım beremin folk.: vadim var, yenilsem. kızımı vereceğim.
ubadasız vadini tutmayan; ubadasız kişiden cürüp ketken cel artık ats.: vadini tutmayan adamdan geçip giden yel yeğdir.
ubağınça . muvakaten.
ubak ı = ubaktı; azırkı ubak: şimdiki zaman; öz ubağında: vakt-zamanında, münasip çağında; ar ubakta: her zaman: bul ubakka çeyin: bugüne kadar. ıı. ufak, ufalmış.
ubal a. günah, vebal; ubalına kal-: (birisi için) mes’ul olmak; ağa ubal boldu: ona ziyan oldu, o mutazarrır oldu, ona zor geldi; ubalsoobuñ bolot: her halde senden dolayı mesuliyet hasıl olacak; ubal-soobu eç kançalık emes: ondan dolayı hiçbir mesuliyet olmayacak.
ubalan- ufalamak. parçalanmak.
ubara f. rahatsız edilmiş. zahmete katlanmış, rahatsız etme, zahmet verme; ubara bol-: rahatsız edilmek; ubara bolbo!: rahatsız olma!; ubara kıl- rahatsız etmek, zahmet vermek; ubara tart-: ıstırap çekmek zahmetlere katlanmak; ubarañdı köp tarttım folk.: senin zahmetini çok çektim.
ubarlaş mahrem dost; ubarlaş bolsoñ, er bolsoñ. töştük, aalamdan aşık sen bolsoñ, töştük, menin bir tilimdi alakör. töştük! folk.: sen mahrem dost isen, töştük, benim sözümü iyi dinle, töştük!
ubayran = oyron; ubayran sal-: tahrip etmek, viran atmek, helak etmek.
ucdan a. vicdan.
ucdansız vicdansız.
ucmak . cennet.
ucut . a. varlık, vücut.
uç ı, uç, sivri uç; nayzanın uçu: mızrağın ucu; uçu-kıyırı cok bk. kıyır 1; kalem uç, bk. kalem 1; uçuna cet- mec.: tüketmek; bul öñdüü faktlardı körsötüp uçuna cetüü kıyın. eñ köp: bu gibi vakıları gösterip bitirmek gayet güçtür. çünkü onlar pek çoktur; ooz uçunan coop kaytardı: yalnız ağzının ucile cavap verdi; es-uçu cok bk. es ı; uçuñ uzarıp. uruğuñ köböysün!: neslin, zürriyetin devam etsin.
uç- ıı, uçmak; uçup kel-: uçup gelmek; toodan uç-: dağdan yuvarlanmak; okko uç-: kurşunla vurulmak; oktan, kurşundan helak olmak; közünön uçtu: bk. köz; uçup kal-: mec. yuvarlanmak (yerinden, memuriyetinden olmak).
uça 1. kuyruk sokumu kemiği; kıç; kuday uçañan urğur!: tanrı kıçımdan vursun! (ilenç); 2. arka kısmı (paltonun, ceketin).
uçaska . uçaske, r. mıntıka, daire, bölge: angronomduk uçaska: ziraat bölgesi; şayloo uçaskası: seçim dairesi.
uçaskalık bölgelik; uçaskalık inspektör: bölge müfettişi.
uçkas- bingeşmek, iki kişi bir hayvana binmek. atlının arkasına binmek; sen mağa uçkaş!: sen ata benim ardıma bin!
uçkaştır- (karş. öngör ıı) 1. (atlı hakkında) hayvana kendinin ardına bindirmek; azıraak cerge uçkaştırıñız!: kendi ardına bindirerek beni birparça götürün!; 2. (binek hayvan hakkında) sırtına iki kişinin binmesine müsaade etmek; atım uçkaştırbayt, möñküp cığat: benim atım iki kişiyi taşımaz, kıç atar ve sırtındakileri de bir yana fırlatır.
uçkaştıruu işs. uçkaştır-‘dan.
uçkaşuu işs. uçkaş-‘tan.
uçkayak . 1. (at hakkında) ateşin, hızlı yürüyüşlü, fakat dayanıksız; 2. mec. kararsız. dönek, hafif. sebatsız.
uçkuç tayyareci, pilot.
uçkul çabuk uçmaya müsait olan. hızlı olan.
uçkun 1. kıvılcım; uçkun miting: seyyar miting; uçkun aldında keldi; birinci olarak, başkalarının önünde geldi; 2. hububat savururken bir yana uçan çörçöp.
uçtuk : çaç uçtuk: saçbağı (saç örgüsüyle birlikte örülen kordele).
uçtuu . sivri ucu bulunan, sivri uçlu.
uçuk . 1. (ısıtmadan) dudaklarda çıkan kabarcıklar, uçuk; erdime uçuk çıktı: dudağıma uçuk çıktı; kurğak uçuk: verem; kurğak uçuk dispanseri: verem dispanseri. ıı, 1. bir uçuk cip: (tek iplikle dikerken iğne gözüne geçirilen) iplik ucu (parçası); silerdiñ uçuğuñar uzarbayt: siz hangi hususta başkalrından daha yükseksiniz! (harfiyen: sizin ipliğiniz uzamaz); erteñeği uçuk keçke cetpe, keçki uçuk erteñge çetpe!: sabahki uçuk (iplik parçası) akşama kadar yetme, akşamki uçuk sabaha kadar yetme! (köçöt esnasındaki yakarış; bk. köçöt 2); 2. sezdirmeksizin, giyimine iplik parçası takan kadına, erkek tarafından verilen hediye; 3. (rad.) sivri dağ tepesi. dağın zirvesi.
uçukta- 1. uçuğu tedavi etmek (bk. uçuk ı); 2. mec. korkutmak, göz dağı vermek.
uçuktat- et. uçukta-‘dan.
uçuktoo 1. uçuğu tedavi etme (bk. uçuk ı); 2. mec. göz dağı verme. tehdit etme.
uçun- (karş. elinde- 2) (tek tırnaklı hayvanların erkeklerinde) kendini tenasül uzuvların şişmesiyle gösteren bir hastalıkla hastalanmak; ayğır uçunsa at bolot, at uçunsa, et bolot ats.: aygır hastalanırsa at olur at hastalanırsa et olur (kesilir).
uçur ı, 1. vakit, an, fırsat; 2. öz uçurunda: zamanında; kurç uçur: had dakka; mınday uçurlarda: bu gibi hallerde; 3. mevsim.
uçur- ıı, uçurmak; kalp uçur-: yalan atmak; attan uçurup tüşür-: attan çekip düşürmek.
uçura- karşılamak; rastgelmek; cutka uçura-: cut’a duçar olmak (bk. cut ı); tüsü cılanday uçuradı: benzi yılanı andırdı (o kadar menfur gözüktü).
uçuraş- karşılaşmak, birbirine rastgelmek.
uçuraştır- et. uçuraş-‘tan.
uçuraşuu rastlama, karşılaşma.
uçurat- uçura-‘dan.
uçurma çatı.
uçuroo işs. uçura-‘dan.
uçurtma yalan dolan, uydurma, olmadık şeyler.
uçuru = uturu.
uçuruu işs. uçur ıı’den.
uçuu işs. uç- ııı’den.
uçuuçu tayyareci, uçucu.
udaa yahut udaasınan: sıra ile, sırasıyla, fasılasız, arka sıra; üç kün udaa: fasılasız üç gün.
udaalaş- : birbirini takip eden. artsız arasız.
udarnik- r. “hamleci” (aşırı faaliyet ve gayret gösteren işçi). udarnik ayal: bu sıfatta olan kadın.
udurğu- (kütle, kalabalık hakkında) çırpınmak, üşüşmek, akın etmek; el uduruğup atat: kalabalık çırpınıyor (kah bir yana, kah diğer yana akıyor); udurğuğan köp karaan, ottop cürgön malkeben- folk.: uzakta çırpınıp duran karartılar, otlayıp gezen hayvanlar mı acaba?
ulaarıt- . uzatmak; cip ulaarıt-: 1) ipi, ipliği eklemek suretiyle uzatmak; 2) mec. mubalağa etmek; kepti ulaarıtıp ciberdi: sözü fazla kabarttı (mübalağa etti).
ulağa (obada) eşik yanındaki yer.
ulak 1. oğlak; 2. es. oğlak çekişme (bir çeşit spordur); ulak tart-: oğla çekişmek; oğlak çekişme sırasında çekişme maddesi olarak kullanılan keçi yavrusu; bir esebin tabayın, ulaktay cerge çabayın folk.: bir çaresini bulayım ve oğlak gibi yere çalayım; ulak taşta-: oğlak çekişme sporunda galebe çalmak.
ulam . her zaman, boyuna; ulamdanulam yahut ulamkısın-ulam: 1) boyuna; 2) gittikçe daha fazla.
ulandıluu 1. ekli, eklentili, uzatılmış ulandıluu cip: uzatılmış ip; 2. gram. kelime değiştiren edata malik olan.
ulanıl- mut. ulan- ıı’den; piyesadağı okuyalar üzülböstön birine biri ulanılıp olturbayt. piyesada shematizm küçtüü: piyeste olaylar doğrudan doğruya birbiriyle bağlanmıyor ve piyeste schematisme kuvvetli.
ulanış- . birbirine takılmış, bağlanmak.
ulant 1. eklemek 2. devam ettirmek; kolhoz ceñişin dağı ulantat: kolgazerlerini idame ediyor (zaferden zafere yürüyor).
ulantuu işs. ulan-‘tan.
ular sülün ailesinden tetrao gallus; ular uçpas too menen folk.: ular’ın bile uçmadığı (yüksek) dağlar boyunca.
uluu ı. on iki senelik hayvan devri takviminde beşinci yılın çince adıdır (ejder). ıı. 1. büyük, ulu; uluu memleket: büyük devlet; 2. şu aşağıdaki manalarda da kullanılıyordu: 1) yüksek; uluu sovyet: yüksek sovyet; uluu sot: yüksek mahkeme; 2) genel; uluu sekretar: genel sekreter; 3) azami, en büyük; uluu ceza: azami ceza.
uma enenmiş koçun yumurat torbası.
umaç bir nevi tirit veya bulamaç közüm umaçtay açıldı: gözlerim faltaşı gibi açıldı, büsbütün uyandım.
umay 1. efsanevi bir kuştur, ki yuvasını havada yapar, hüma, phenix; 2. çocuklar hamisi olan efsanevi bir kadın; menin kolum emes, umay enemdin kolu es.: yaptığım hayırlı olsun! (harfiyen.: benim elimde değil, umay annemin eli).
umsun- umutlarında aldanmak.
umsunt- et. umsun-‘dan.
umtul yeltenmek. ileriye atılmak hücum etmek.
umutludur- et. umtul-‘dan; emgekke umutludur-: işe emeğe heveslendirmek.
umtuluş ı. ileriye atılış, hamle.
umtuluş- ıı. hep beraber ileriye atılmak, hücum etmek.
umtuluu . hamle. ileriye doğru atılma.
umuran : umran kal!: mahvol!
un un; un saldır; un övütme tegirmenge barıp un saldırçuubuz: mutadımız olduğu üzere. değirmene giderek un övütüyorduk.
una- tasvip etmek. muvafakat etmek.
unaa iş hayvanı: küç unaa: cer kuvveti.
unaş- müş. una-‘dan.
unat . muvafakat ettirmek, kandırmak.
unçuguş . müş. unçuk-‘tan.
unçuk- ses çıkarmak, seslenmek; unçukpa!: sus!: köp unçukapayt, sözkö cok: çok konuşmuyor, konuşkan değildir; katuu unçuğup süylöt: bağırarak konuşuyor.
unçuktur- et. unçuk-‘tan; anı unçukturbay taştadı: o, onu susturdu.
uñğu 1. dövdü, balta tersi; mızrak temerinin günder sokulduğu yeri; ketmen uñğusunan cerge battı: çapa tepesine kadar yere battı; 2. gram. kelimelerde asıl madde, temel, kök; uñğu söz: kelimenin ilkel şekli, kökü; uñğu tilder: köksel diller.
ur ı. (ağaçtaki) ur, şiş; kayıñdın uru: huş ağacının uru. ıı. yahut ur kız: huri, cennet kızı.
ur- ııı. 1. vurmak dövmek; taş urdu: (birisinin yahut bir şeyin üzerine) taş attı; 2. ilenç sözlerinin bir parçası gibi kullanılır (bazan da aynı manayla müstakilen de kullanılır); al, urğan, ayağandı bilebi?: o, melün merhamet etmesini bilir mi?; kuday urgan: allahın kahrine uğramış; tuz ursun bk. tuz; ant urğan, bk. ant ı; kursaktan urğan: bir işe yaramayan (sövme sözdür ki harfiyen: karında iken sakatlanmış demektir): kursaktan urğan akmak: adam olmaz ahmak; 3. ılay ur-, bk. ılay: 4. sövme tabirlerinde söylemesi ayıp olan fiilin yerine
uraala- : uraalap kötör: arkadaşları tarafından birisini tâzim etmek için ellere kaldırmak ve "uraa" diye bağırarak bir kaç kere yukaraıya doru atmak.
uraalaş- müş. uraala-’dan.
uraan 1. savaşa davet nidası; uraan çakır-: savaşa çağırmak; uraanıñ kim, daynıñ kim? folk.: savaşa davet sözün nedir ve sen kendin kimsin?; 2. es. şiar, parola; uraan taşta-: bir şiar ortaya atmak
uraandaş- hep birlikte aynı uran’ı söylemek; kendi kabilesinin, soyunun tarafını tutmak.
urumu rumî (Destanda sık sık tüfeğin sıfatı olarak kullanılmaktadır).
urun- 1. çarpmak çatmak, kırıklık hissetmek (mes.at üzerinde gitmekten yahut sarsan araba yüzünden) özüñö urunbas üçün, özgögö carık kıl ats: kendin çarpmamak için başkalarına ışık göster; mandaş urun, bk. mandaş; urunarğa too tappay uruşarğa coo tappay folk.: çatmak için dağ bulmayıp savaşmak için düşman bulmayıp kuvvet ve gayret fışkıran bahadırın durumunu ifade edenbasmakalıp bir ibare ) 2. bir iş için kullanmak istifade etmek; candır urun-: tesisatı bir iş için kullanmak: tesisattan istifade etmek uruğan cabdığım: çalışırken kullandığım aygıt; urağan malım: mülkümde bulunan ve kendisiyle meskul olduğum hayvanlarım; ömründö mal uruğan cok: ömründe hayvanlarla uğraştığı yok (hiçbir zaman sürü sahibi olduğu yoktur) uruñan mülküm: faydalandığım ve işte kullandığım (ihtiyat olmak üzere saklamadığım) mülküm; Kırğızdan malay uruñan: Kırğızdan ırgatlar kullanmış; mal can urağan: mal ve aile edinmiş; baş urun-: bk. baş 1; 3. iştirak etmek; 4. tesadüfen ele geçmek; sıypalap körsöm, bir kepiç urundu: elimle karıştırdığım zaman bir pabuç rast geldi.
urunçuk çıkıntı.
urundu : at urundu kıldı: ata. eziyet etti, bitkin bir hale getirdi.
urunt I: urunt cer: herkesin çarptığı yer; sözdün uruntu kelgende: lafa uygun gelmişken. II, et. urun-’dan; baş urunt-: itaata mecbur kılmak, boyun eğdirmek.
uruntuu esas. başlıca; uruntuu masale: esas mesele; uruntuu stansiya: bir çok yoların kavuştuğu istasyon.
urunu işs..urun-’dan; alardı baykap urunuu kerek: onlarla ihtiyatla muamele etmek lâzım.
urup = urp.
uruş 1, dövüş. kavga; 2. muharebe; harp; uruş komissariati es.: harbiye komserliği; uruş ilimi: askerî ilim.
uruş-II 1. dövüşmek. kavga etmek; anı menen uruştum: onunla kavga ettim dövüştüm; ağa uruştum: onu azarladım; 2. harbetmek.
uruşçaak . kavgacı, takılgan.
uruşkak dövüsken, talaşman.
uruşkaktık . talaşmanlık, takılganlık.
uruştur- 1. çarpıştırmak, bir şeyi birbirine vurmak; 2. kavga ettirmek. dövüştürmek.
uruu I. kabile. IIişs. ur- III-ten.
uruuçuluk kabile sistemiyle bağlantılı olan bütün münasebetlerin mecmuu; uruuçuluk küröşü: kabile mücadelesi.
uruy I. = uruk I. II. kabarık durmak; içeriye doğru çıkık durmak, şişmek, kabarmak.
uruyat a. (şimdi artık bu kelime kullanılmıyor) hürriyet.
us = uz.
uska = nuska.
uskaluu = nuskaluu.
uskaluuluk = nuskaluuluk.
usku eski- usku; eski püskü, eski esvap.
usta f. 1. usta; (2.demirci, çilingir (destanda silah ustası manasında dahi kullanılmaktadır))
ustaçılık = ustalık.
ustakana f. atelye.
ustalık meharet, ustalık.
ustap kon. ustav.
ustara f. ustura.
ustat f. muallim, üstad.
ustav r. Nizamname.
ustaz = ustat.
ustukan f. kemik.
ustukanda- (eti) kemiklerden ayrılmak.
ustukandal- kemiklerden ayrılmak (et hakkında).
ustun f. sütûn. direk, kalas.
uşaa bk.uşul.
uşak I. ufak (iri olmayan); uşak koy: ufak koyun (lar); baldarı uşak: çocukları ufaktır. II. dedikodu. lâf, lakırdı; iftira; uşak cürgüz-: dedikodu yaymak; uşak-ayıñ kep uksañ. köñülüñdü azdırba folk.: dedikodu, söz sav işidirsen, hiç de üzülme!; ukpayt dep, uşak aypta, bilbeyt dep, uuru kılba ats.: duymazlar diye dedikodu yapma, bilmezler diye hırsızlık yapma!
uşakçı dedikoducu, iftiracı.
uşakçıl iftirakârane; uşakçıl makala: iftirayı içine alan makale.
uşul uşu (datifi: uşuğa,uşaa) bu (bul bu zamirile gösterilen şeyden daha uzak oşol oşo zamiriyle gösterilen şeyden daha yakın bir şey gösterilirken); uşul cerde: burada; uşu kündön baştap: bugünden itibaren; uşunubuz:) (içimizden) busu yahut bize ait olan bize taalluku olan şeylerden) busu; uşul çak: bu vakit;; gram hal; calğız barıp, coo sayğan ce uşunum beken balalık? folk.: benim yapayalnız gidip gidipde düşmanı yenmem çocukluk mu sayılır?
uşunça bunca. o kadar, kılbağanı ele uşubu! ona bu mu eksikti!
uşunçalık o kadar, o derece.
uşunday öyle, o gibi; uşunday emespi? öyle değil mi? doğru değil mi?
uşundaylık "öylelik" (bu gibi hassalara bu kabil mutalara malik olmaklık); uşundaylığı bızdan: böyleliğimizden dolayı.
uşur a. tar. üşür (mahsülün yahut kazancın onda biri nisbetine vergi).
uturda- = uturla-; uturdap baş-: karşılaşmak için. hareket etmek.
uturğu = uturu.
uturla- = uturula-.
uturu utur, karşıya, karşıda (karşısında bulunan) ; uturu cügür: karşı koşmak; uturu- kara-: doğru bakmak, gözüne bakmak; utur-uturu yahut utuğusun – uturu: boyuna, hep yeniden, daha ve daha. hemen, derhal, hemen arkasından; utur-utur ele kele bedri: boyuna gelmekte devam etti.
uturula- karşılaşmak için gitmek, karşılaşmak; uturulap umtul-: karşılaşmak için atılmak, bir işi tekrar tekrar yapmak, tekrarlamak; uturulap çay suradı: boyuna çay istedi (her fincandan sonra tekrar istiyordu).
utuş I, oyunda kazanç; utuş oyunu: çekiliş (mec. piyango hakk.) utuş karızı yahut utuş zayomu: ikramiyeli istikraz. II, hep beraber oyunda kazanmak.
utuu oyunda kazanma.
uu I zehir, ağu; uu cut-: zehir yutmak mec. kedere, ruhî acıya katlanmak; suu iç dese, uu içken folk.: su iç demişler o zehir içmiş (yani namakul gayret göstermiş). II, 1. av; uu uula- yahut uu kıl-: avlamak; moyunan baylağan it uuğa carabayt ats.: boynundan bağlanmış olan köpek ava yaramaz; 2. ağla kuş avlama. III: uu-çuu: hayhuy, gürültü-patırtı arbede; uu dese çuu deyt: habbeyi kubbe yapıyor (harfiyen: "uu" derlerse "çuu" diyor); uuduu bk. duu.
uuç avuç; koş uuç: iki avuç dolusu.
uuçta- avuçla almak, avuçlamak.
uuçu 1. avcı; 2. ağla kuş avlayan.
uuçuluk avcılık.
uuğuş- müş. uuk- IIden.
uuk I, obanın kubbesinin sırıkları; uuktun alakanı: uuk’un yassı (aşağı) kısmı; uuktun uçu: uuktun yukarı, ince kısmı; uuktun bileği; uuk’un aşağı kısmının dış tarafı.
uuk- II, zehirlenmek.
uuktur- zehirlenmek.
uul 1. oğul; 2. üçüncü şahıs bitişik zamiri olan u ile (uulu) soyadı yapar: Malik uulu: Malikoğlu.
uula- I. anlamak; tütün uula-: "duman avlamak" (yemek ikram ederler diye dumanın çıktığı yere gitmek). II: uulap-çuulap: gürültü ve uğultu yaparak.
uulan- zehirlenmek.
uulandır- 1. zehirlemek; mec. en hassas noktasına dokunmak; 2.çürütmek (hububatlı).
uuz ağız (yeni doğuran hayvanın ilk sütü); uuz kımız: ilk sütten yapılan kımız; tuubağan (yahut kısır) uydun uuzu mec.: gökteki turna (harfiyen: buzağılamamış yahut kısır ineğin ağızı); uuz bozo: yeni mahsul darısından yapılan boza.
uvazir a. vezir.
uy 1. inek; uyğa kilem capkanday: ineği çulla örtmüş gibi; uy müyüz tartıp otur-: daire teşkil ederek oturmak; uyum tuudu: bir oyunun adıdır; 2. on iki senelik hayvan devrî takvimindeikinci yılın adıdır.
uya . yuva.
uyal I, ayal I sözünün tekidir; ayaluyal kılbastan: gecikmeksizin. II. utanmak; menden uyalat: benden utanıyor: kösüm uyaldı: gözüm kamaştı ( ışığa bakamıyorum).
uykusuroo 1., uykuda sayıklama; 2. yarı uyku durumu; uykusuroo köz: yarı uyumuş adamın gözü.
uypala- 1. karma karış etmek, perişan bir hale komak (mes. saçları); 2. buruşturmak (mes. giyimi); at kök şiperdi uypalap oonap ele ketti. at ağnadı ve yeşil otu ezdi.
uypalan- kırışıp top şekline girmek; keçeleşmek, ezilmek, çaçı cündöy uypalandı: şaçı yün gibi keçeleşti.
uyutku 1. yoğurt mayası; 2. faal, aktif unsur; 3. sis. nüve; cetekçi uyutku; rehberlik eden nüve.
uyutkuluu birleşmiş, kaynaşmış; yekpare; esas nüve etrafından birleşmiş olan; uyutkuluu el: kuvetli, sağlam, teşkilatlanmış olan halk.
uyutuluu işs.. uyut-’tan.
uz usta. eli uz, elişiyle uğraşan kadın, mahir, becerikli; az bolso da uz bolsun: az olsada iyi olsun!
uza- 1. uzaklaşmak; uzağa gitmek; köp uzağan cok atam öldü: çok bir zaman geçmeden babam öldü; 2. muvaffak olmak; terraki etmek; kılmışı cok kıynağan Kedeykan kantip uzasın folk.: şuçsuzları azaplayan Kedeykan nasıl terakki etsin ve nasıl muvaffak olsun?; e, uzabağır!: iyilik yüzü görmeyesin!
uzak uzun (zaman); uzakka sozulup ketti: uzun sürdü.
uzakta- uzun sürmek; uzaktabay: uzun süemeksizin, çok geçmeden.
uzan- çalışmak, bir zanaatla meşgul olmak (başlıca, demirci hakkında); usta uzanıp atat: demirci çalışıyor.
uzanış- müş. uzan-’dan.
uzant- et. uzan-’dan.
uzar- uzamak (uzun olmak); ayağı uzarbas: iyilik görmez; coluñu uzarsın! bk. col 1; eteği bütölüp, ceñi uzardı bk. bütöl.
uzart- uzatmak.
uzartuu- uzatma.
uzat- 1. uzaklaşırmak, gitmye müsaade etmek, kendinden uzağa bırakmak; geçirmek (teşyi etmek); 2. kızı güveyin köyüne göndermek; 3. kocaya vermek.
uzata boyunca, boyuna, boyuna giden: uzatasınan ketken: uzununa giden, boyunca giden.
uzatış- müş. uzat-’tan.
uzatuu geçirme, teşyi.
uzatuuçu geçirici teşyi eden.
uzda- bir işi ustalıkla, merhametle yapmak.
uzdat- et. uzda-’dan; çımırata tiktirgen, uzdan uzğa uzdatkan folk.: pul pul nakışla işletti, elişi ustalarından en ustası olan kadına marifetini göstermeyi emretti.
uzoo işs. uza-’dan.
uzun uzun, uzunluk; boyu uzun; uzun boylu; zunubuzdan cattık: uzanarak yattık; uzundan uzak, köpkö tuzak kılba: mızmız olma pısırıklık etme!; uzun sarı bk. sarı I; kısa eldin uçu, uzun eldin kıyırına cayılat: küçük memleketten çıkan bir şayia büyük memleketin kenarlarına kadar yayılır (yayıntı her yere gider).
uzundu uzundu kekçe: gece geç vakita kadar.
uzunduk uzunluk.
uzvana kon = zveno.
übölük oklava.
üç 1. üç (sayı); 2. (ordo bk. oyunda ve çocukların aşık oyununda) beş; birdin üçü: beş aşık; birdin üçü bir: altı; birdin üçü eki: yedi; ekiniñ üçü: on ekinin üçü tört: ondört; beştiñ üçü yirmibeş v.s.; 3. (alelâde konuşmada) birdin üçü: birkaç, bir mikdar, iki-üç, üç-dört, beş- altı; birdin üçü bolup oturuşkan adamdar: oturan beş altı kişi; birdin üçü ele malı bar: birkaç tane hayvanı (üç-dört, beş altı baş).
üçkül üç köşeli, üçgen (müselies); keñ burçtuu üçkül mat.: geniş açılı üçgen; tar buruçtuu tar buruçtuu üçkül mat.: dar açılı üçgen.
üçöö üç kişi, her üçü; üçööngör: üçünüz, her üçünüz.
üçöskö kon. = uçaske.
üçöskölük kon. = uçaskalık..
üçültük (karş. ekiltik) hesap sarısında üç yerine giden, geçen.
üçülük üçlük, üç parçadan ibaret olan (daha bk. ilik I).
üçün (gaye yahut sebeb ifade eden sonek) için; sen üçün: senin için; bilbegenim üçün: bilmediğimden dolayı, bilmediğim için.
üf ! (buradaki f yalnız iki dudağın iştirakiyle çıkan bir sestir) 1. of! (sıkıntı veya kederle bir iççekme nidası); 2. dervişlerin âyin sırasında soyledikleri bir sözdür; kurulğan kündö alkañız, tañ atkança "üf!" degen folk.: sizde zikir merasimi her gün tertip ediliyordu ve sabaha kadar "of! " çekiliyordu.
ülpüldöt- et. ülpüldö-’den; üstünön ültüldötüp öt-: bir konuya şöyle sathice temas ederek geçmek, bir şey hakkında ciddî olmayarak veya etraflıca düşünmeyerek fikrini söylemek.
ülpünçök = ülpüldök.
ülük 1. boyunuzun dibini teşkileden kemik; 2. kamçının pürüzlerini gidermek için kullanılan boynuz safha.
ülül salyangoz.
ülüñdö- gevşemek, sörpümek(bk.ülüy-).
ülüröy- bulanmış ve hayat eseri kalmamış olan gözlerle bakmak, gözlerini yarı yapatmak; ülüröygön: dar gözlü, sönük gözlü: ülüröygön ılampa: çok zayıf ışık veren lamba.
ülüş (karş. şerne, coro,deñgene) tar. zengin adamın civarındaki halka yahut bir kabilenen diğer bir kabileye yahut bir bölge ahalisinin diğer bir bölge ahalisine verdiği ziyafet.
ülüy- = ülüñdö-; ılanpa ülüyüp (yahut ülüñdöp) canat: lamba çok zayıf ışık veriyor.
ümtöt- = ümüt et – (bk. ümüt); munun baarın menden ümtötpöñüz, men aytpaym: bunun hepsini benden beklemeyin, ben söylemiyeceğim.
ümüt . f. umut; ümüt kıl- yahut ümüt et -; I) güvenmek (ablatif ister) caman it cayloodoğu carmadan ümüt kılat ats.: kötü köpek yaylakta pişirilecek olan tiride güvenir; 2) (çocuk emziren kadın hakkında) hediye umut etmek (boşa çıkan umut, inanca göre, göğüs iltahabına sebep olurmuş); ümüt üz-: umudu kesmek.
ümütkör f. ümitli, ümit eden; ümütkör kıl-: umut vermek umutlandırmak.
ümüttün- umutlanmak, umut etmek, kendini umutlarla avutmak.
ün ses, sada, eda (ton); ünü basıldı: sesi kesildi; ünün bastı; sesini kesti (sustu); ünün bastırdı: sesini kestirdi (susturdu); ün kat- yahut ün koş-: bağırıp çağırmak; ün katpastan: ses çıkarmadan; ünbiğiktigi: sesin yüksekliği yahut tonu (edası); ün-tün cok: çıt yok, tam sükûnet; bulbul üngö saldı: bülbül ötmeye başladı.
üñü- bir şeyin içine saklanmak, bir şeyi delmek, delik açmak.
üñül- mut. üñü-’den; üñülüp kara yahut üñülö kara-: var dikkatiyle aşağı bakmak; dikkatle aşağı bakmak (mes. kuyunun içine yahut yüksek bir kayadan); gözünü dikerek bakmak, aşırı dikkatle bakmak; üñülö karay kaldı: dikkatle bakmaya başladı.
üñüldö- boğuk ve hazin bir ses vermek; Elemandan al ketti, üñüldögön ün kaldı, üksöyüp sakal cün kaldı folk.: Eleman kuvvetten düştü, sesi kısıldı, seyrek sakalı sivrilip kaldı.
üñülüş- . müş. üñül-’den.
üñürököy ap açık duran; mağara görünüşünde olan.
üñüröy- ap-açık durmak, mağara görünüşünde bulunmak; mıltıktın üñüröygön oozu: tüfeğin ap açık duran namlu ağzı.
ünöm 1. tasarruf; bu kançağa ünöm bolmok ele!: bundan ne tasarruf edersin! (bunda tasarruf edilecek birşey yoktur); may dalağa çeyin ünöm boldu: yağ epey zaman dayandı; 2. es. = ekonomika; çañı ünöm sayasatı: yeni iktisadî politika.
ünömdö- tasarruf etmek.
ünömdöö tasarruf; ünömdöö üçün: tasarruf etmek için.
ünsüz 1. sessiz, iyi ses çıkarmayan, sadasız; 2.db. sadasız (consonne).
üp I. ev eşyasının, elbisenin en kıymetli (en iyi) kısmı, mücevherat. II, hava sıkıntısı; en küçük rüzgâr bulunmaksızın şiddetli sıcak; kün üp bolup turat: hava sıkıntılıdır.
üpçü giyİme düğme yerine dikilen şerit.
üpçülö- üpçü’leri bağlamak (bk. üpçü).
üpçün 1. karakuşun ayaklarına giydirilen kılıf-eldiven; 2. (Destanda) savaş giyimlerinin birinin adıdır.
üpsüy- sivrilip durmak (kıllı veya saçları karmakarışık olan hakkında).
üpülmalik a. bir bitkinin adıdır.
üpüp yahut sasık üpüp hütüt (kuş).
ür I. = ur II.
ür- II. havlamak; it ürgön cerge coloboyt: "köpek havlayan yere yanaşmiyor" (meskûn yerlerden sakınıyor); ürörgö iti cog ele: "ürecek köpeği bile yok" (yani, hiçbir şeyi yok).
ürgülö- uyuklamak, pineklemek (yarı uyumuş adam hakkında).
ürgülöt- uyuklatmak, uyuklamaya mucip olmak; közün ürgülötüp, karye kekeyip turup alat: kâh uyuklamış gözlerini kapatıyor, kâh gene dik duruyor.
ürgülötüü işs. Ürgülö-’ten.
ürgüz- havlatmak, havlamaya mucip olmak; itterdi ürgüzüp ayıldan ayılğa çapkılap cüröt: köpekleri havlatarak köyden köye dolaşıyor.
ürk- ürkmek, korkarak bir yana atılmak; koy ürktü: koyunlar ürktüler; el Kıtaydı karay ürktü: halk korkarak Çine doğru kaçtı; Tekeske ürkkön el; Tekese kaçan halk; el ürkkön cılı = ürkün cılı (bk. ürkün).
ürkör ülker (yıldız topu).
ürkün I. 1. telaş panik kargaşalık; intizamsız bir şekilde kütle şeklinde kaçış (gerek konuşma dilinde, gerekse edebiyatta 1916 yılında gaddarca tenkil edilmiş olan Kırgız isyanının sonu ve Kırgızların Çine kaçması "ürkün" tesmiye edilmektedir); ürkün cılı: (1916) panik senesi; 2. kaçanlar (korkarak ve şaşırarak); ürkün Kırgız eli: (1916 yılında) kaçan Kırgız halkı. türkün sözünün tekidir: ürkün- türkün: türlü-türlü.
ürkünçök ürkek, korkarak kendisini bir yana atan.
ürküt- ürkütmek, korkutarak bir yana sıçratmak.
ürkütüü isş. ürküt-’ten.
ürkü isş. ürk-’ten.
ürö- iptal etmek (borcu: ancak alacaklı tarafından değil de, aracı tarafından); alasamdı üröp ciberdi: o (yani üçüncü şahıs) beni alacağımı iptal etmeye zorladı; can ürö-: hayatına acımamak; canla-başla verilmek; küç ürö-: kuvvet esirgememek; cumuştu üröp saldık: çok çalıştık; işi bitirdik; san kazına, köp maldı, sarıp kılıp üröñüz folk.: hesapsız hazneyi ve çok hayvanı, esirgemeden, sarfediniz!; üröp-küröp: büyük miktarda.
ürön tohum, hububat, tohumluk; ürön- pürön: hernevi hububat: her hangi bir tohum.
üröndük tohumluk; üröndükkö: tohumluk olarak, damızlık olarak, üretim için.
üröt- et. ürö-’den.
üröy ruh; üröyü uçtu: ödü patladı (korktu); üröyün uçurdu yahut üröyün aldı: onu pek fazla korkuttu; atkılap, eldin üröyün aldı: ateş ederek halkın ödünü kopardı (aşırı derecede korkuttu): üröyü suuk: cehresi menfûr nâhoş.
ürp 1. tulumun cidarında kalan kımız posası (ki kımız mayası olarak kullanılır); ekşiyip bozulan kımızın koyu maddesi; 2. ihlil erkeklik aygıtının deliği).
üst (daha çok bitişik zamir ile kullanılır); üst; üstödüñ üstündö: masa üstünde; üstöldüñ üstünö koy (masanın üstüne koy! üstüñön arız berem: ben senden sikâyet edeceğim; anın üstünö: onun üzerine, ona ilâveten ondan başka; üst astına tüşüp calınat: aşırı derecede ve yaltaklanarak yalvarıyor; astın üstünö katın al-: bir karısı varken daha bir karı almak; künü üstünö ber- tar-: bir kızı karısı olan adamla evlendirmek; üst-üstüne: tekrar tekrar; papirostu üst-üstüne tarttı: sigara üstüne sigara içti; kündür tündür iştöönüñ üstündö: geceli-gündüzlü çalışıyor; tamaktın üstünön çıktım: tam yemeğe rastgeldim; cumuştun üstünön çıktım: tam iş zamanına rastladım; dal üstünön çığıpsın: tam gerekli nokaya parmak basmışım; okuyanın üstünö basıp keldi: vakanın cereyan ettiği yere yanaştı; üstü baş: üst-baş; üstü başı durus: üst başı düzgün; kardıbız tok, üstübüz bütün: karnımız tok, üst başımız tam; üstübüz dögü cıl: içinde buluduumuz sene; üstübüzdögü door: bizim devir: (bitişik zamirsiz kullanıldığında kelimenin sonrasındaki t düşer); üsköbü, askabı?: yukarıya mı, aşağıya mı?.
üstö- katmak , ilave etmek (hububatı mayii ve s. yi döküp tamamlamak).
üstök ilâve, üstelik; kança üstök berdiñ!: ne kadar üstelik verdin verdir:; üstök bayda: aşırı kazanç, fazla kâr.
üstökö üstökö-bostok(yahut bostoktop) ele içe berdi: boyuna içti, durmadan içti; kat üstökö-bostok kele baştadı: mektuplar biri ardınca biri gelmeye başladı.
üstöl r. masa.
üstöm üstün, hâkim olan; üstöm tap: hâkim sınıf; üstöm kel-: üstün gelmek, kuvvetce üstün olmak, muzaffer olmak.
üstömdük üstünlük, hâkimiyet.
üstömö ilâve, zam, katım; üst kat.
üstömön yüz üstü, yüzü koyun; üstümönünön cakızdım: yüzü koyun yatırdım.
üstümöndö- yüzüstü yatmak.
üstübaş = üst baş (bk.üst).
üstük- = üzdük-.
üstüñkü yukarıdaki, üstteki.
üstürt = üstürtön.
üstürtön üst taraftan, üstünkörü, ciddî olmayarak.
üy I, oba, keçi ev, ev; mesken; boz üy: oba; kara üy: fakir obası; ak üy: 1) beyaz oba : 2) zengin, muhteşem oba; üy tik-: oba kurmak; üy kötör-: muayyen bir maksatla oba kurmak (mes., şayanı hurmet misafirlerin gelmesi dolayısiyle); çalğız üy: 1) köyden ayrı bir kenarda duran oba: 2) köyden ayrı oturup bir adam; kızıl üy: kırmızı oba; çoñ üy: 1) büyük oba: 2) miras kalmış oba, baba obası; en küçük oğlun kaldığı oba; cer üy: toprak ev (kulübe); tam üy: bakçık ev, daimî ev (keçi evden farkı olarak); baldar üyü: çocuk evi, kireş; üygö kayt-: eve dönmek; üydögü: 1) evde bulunan şey; 2)mec. koca; üygö çık-: kocaya varmak; üy içi yahut üy-bülö: aile; üy- bülöçülük: ailecilik; üycay: ev-bark; üy cay şeriktiği: mesken ortaklığı; üy-cay soyuzu: mesken birliği. II,küme halinde yığmak; caman buka öz başına çöp üyöt ats.: kötü boğa kendi başına ot yığar.
üylö- I, üflemek, nefes vermek; kol üylö-: eline üflemek; ot üylö-: ateşi üflemek. II, üy üylö-: evde yaşamak.
üylüü 1. obası, evi olan; 2. evli, aile sahibi; üylüü-cayluu kişi: aile ocağına malik olan kimse.
üymök yığın, küme, ot yığını.
üymökçö küçük ot yığını, küçük tınaz.
üymöktö- 1. küme haline koymak; 2. kuru ot yığını yapmak.
üymölöktö- yığın şeklinde toplanmak.
üymölöktöş- müş. üymölöktö-’den.
üymölön- yığılmak, kümelenmek.
üyölö- kümelenmek, yığılışmak, kalabalık halinde toplanmak, yığın şekline girmek.
üyör 1.dağdan sel gibi akan çay; 2. ilkbahar buz parçaları akıntısı.
üyörlön- şarıldamak, kaynamak (coşkun sel hakk.).
üyöz tar . r. 1.kaza, sancak; 2. kaymakam, kazanın yüksek mülkiye memuru; 3. kaza müdürlşüğü (kaymakamlık dairesi).
üyözdük tar. kazaya müteallik; üyözdük kümitet: kazanın işleriyle mesgul komite.
üyrön- öğrenmek, talim görmek (Acc.ile); men traktor aydoonu üyrröndüm: ben traktör sürmesini öğrendim; kılğanıñ kişi üçün bolso, üyröngönüñ özüñ üçün ats.: yaptığın (iş) başkası için ise, öğrendiğin içindir..
üyrönçük talebe, öğrenici, müptedi (mes. bir muharrir)
üyrönüş- müş. üyrön-’den.
üyrönüü işs. üyrön-’den.
üyröt- öğretmek [birisine (Dat.) bir şeyi (Acc.) ]; mağa traktor aydoonu üyröt!: bana traktör sürmesini öğret!; uuluna temirçilikti üyröttü; oğluna demircilik zannatını ömğretti.
üyül- yığın halinde ığılmak yahut toplanmak, kümelenmek.
üyülüü işs. üyül-’den.
üyür I, at sürüsü (birkaç kısrak ve bir tek aygırdan ibaret olan), üğür üyür bol-: dostlaşmak; üyür al-: alışmak, muhite ısınmak; baldarğa az kündö üyür alıp kettim: çocuklara pek çabuk alıştım, ısındım; koşkoño üyür emes, süygöngö üyür ats-: zorla güzellik olmaz (harfiyen.: verilen adama değil, sevilen adama ısınılır); üyürüñ menen üç toğuz!: üç dokuzluk olun! (yırtıcı hayvan inine yaklaşırken avcı böyle söyler).
üz- koparmak, kesmek; plan üz-: plânı akamete uğratmak; mından arı üzböy cazip turam: bundan böyle kesmeden (mutazam surette uzun ara vermeksizin) yazacağım.
üzdük- şiddetli açlık hissetmek, açlıktan ölüm halinde bulunmak.
üzdüksüz fasılasız, arasız.
üzdüktüü fasılalı.
üzgültük kopan; fasıla; düşüklük; üzgültük kılbay berip tur!: muntazam surette fasılasız ver!; üzgünlükkö uçuradı: düşüklüğe uğradı (plânı yerine getiremedi).
üzgültüksüz fasılasız, kesilmeksizin.
üzmö bir çeşit yemek.
üzöñgü I, üzengi; üzöğü boo: üzengi kayışı; üzöñü booğo sal-: üzengi kayışına takmak; üzöñü coldoş: süvarilik arkadaşı; yaşdaş; silâh arkadaşı: üzöñü kagışıp kir: (koşularda) atbaşı beraber gelmek. II, bk. baba.
üzöñgülöş = üzöñgü coldos (bk. üzöñgü I).
üzük I, tuurduk (bk.)’ın birparça yukarısının, veya onunla tündük (bk.) arasından geçen keçeler (dir ki onlar iki tanedir: aldıñkı yahut astıñkı: öndeki ve köktü yahut törkü: arkadaki). II, kopmuş, koparılmış.
üzül- I: üzül-kesil yahut üzül-kesel; yahut üzüldü-kesildi: katiyetle; kesin olarak. II, 1. kopmak, kesilmek, inkıtaa uğramak; sabahına üzülböy barat: dersine kaçırmadan devam ediyor; 2. ölmek, vefat etmek.
üzüldü üzüldü-kesildi = üzül-kesil (bk. üzül I).
üzüllüksüz fasılasız; üzülüksüz iş cuması: fasıalısız iş haftası.
üzüm parça ; bir üzüm et : bir parça et.
üzümdü kırıntı, parça, fıkra.
üzür I, a. zevk ; uunun üzürün kördük : avın zevkini hayrını gördük. II, a. üzür-mazır kebiñ bolso, ayt : eğer şikâyetlerin varsa, söyle !
üzüş- hep beraber kopramak, koparışmak.
üzüü koparma, kesme.
vacip a. terki caiz veya mümkün olmayan.
vagon r. vagon.
vagonetka vagonet.
valyuta r. döviz.
variant r. başka şekil, şık.
vassal r. tâbi, vasal.
vassaldık tâbilik.
vay ! vah, vay!
vazelin r. vazelin.
vedomost r. (bu rusça sözün birçok manaları vardır, ki liste, sicil bordro, cetvel, gazete bunlar cümlesindedir; M.); Sovettik Sotsialistik Respuplikalar Soyuzunun Coğorku Sovetinin Vedemosttoru: Sovyetler Birliği Yüce Şûrasının gazetesi yahut zabıtları.
veksel r. bono.
ventilyator r. hava menfezi, ventilâtör.
viveska r. tabelâ, lâvha.
vika r. bir nevi burçak, Vicia.
vino r. şarap.
vitamin r. vitamin.
visit r. vizita, ziyaret.
vojatıy r. kılavuz.
vokzal r. gar.
voloztnoy r. : voloztnoy pravleniya tar: nahiye müdürlüğü.
vtulke r. dingil kovanı, mil kovanı, yatak, bilezik.
vznos r. yatırılan para, aidiye.
vzvod r. as. takım.
ya f. ya!; ya, allah! ya, Allah.
yaçeyka sis. höcre.
yağni a. yani.
yakor r. çapa, demir (gemicilikte).
yanvar r. ocak (ayı).
yubiley r. yıldönümü, jubile.
yurist r. hukukçu.
yustitsiya r. adliye.
zaada I, f. yahut cürök zaada: ürkmüş, korkak, ürkek; cürök zaada bolbo!: korkma! II, f. bek-zaada: beyzade; badışa zaada: şehzade; aram zaada = aramzaa.
zaar I, f. zehir; tekenin (yahut koçkordun) zaarı: iğdiş edilmemiş olan tekeden (koçtan) çıkan pis koku. II, orto zaar: ortaca. şöyle böyle, orta derecede. III, a. yahut tañ zaar (daha doğrusu saar) şafak, seher; tañ zaarınan turup: seher vaktında kalkarak.
zaara I, f.: zaarası ceddi yahut zaarası uçtu: ödü koptu (aşırı derecede korktu). II, = sara kalkarak
zaarduu 1. zehirlenmiş,zehirli;2. fenalık taşıyan kimse,en fena adam; eldin zaarduu duşmanı: en fena halk düşmanı.
zaarkan- nefret hissetmek.
zabar f. üstün, fetha (Arap alfabesinde a nın yerinin tutardı).
zabastovka r. grev.
zabın = zobun.
zabır = cabır II, güçlük, ıztırap.
zabırka- ıztırap çekmek.
zabırkat- zahmet vermek, azap vermek.
zaboy r. tek. maden kuyusundaki işçinin açtığı oyuk.
zaboyçu tek. maden kuyusunda oyuk açan işçi.
zabur a. Zebûr Mezâmeri Davûd,
zaçot r. ped. sömestr imtihanı.
zadaniye r. verilen vazife.
zadetke r. pey, kaparo.
zadi f. yahut zadinde. 1. büsbütün. aslâ; 2. bir zaman .
zağara f. 1. buğday ile mısır yahut darı unlarının halitası; 2. bu gibi undan pişirilen ekmek.
zağır a. (daha doğrusu sağır), yaşı daha çok küçük olan öksüz.
zagovorşik r. Komplocu, suykastçı.
zags r. (bu, Rusça daha doğruca Sovyetlerce"zapis grajdansekago sostonayina tabirinin kısaltılmış şeklidir, ki bu uzun tabirde medenî durumu tescil dairesi demektir; M.).
zakaz r. sipariş, ısmarlama.
zakelet r. reyin, pey.
zakım I. serâp, hafifçe hava hareketi, hafif yel, esin; zakım bolup ketti: bir lahzada gözden kayboldu gitti. II. a. cerahetli yara, karha; çıban.
zakımda- 1. ışığı aksettirmek; zakımdap ırda-: ıssız, tenha bir yerde şarkı söylemek, başkalarına yalnız uzaktan bir ses duyulacak tarzda ırlamak; 2. hızlı koşmak; zakımdan ketti: koştu;"çu!"degende, Çalkuyruk, caaday uçup; zakımdap:"çü!" sesini duyar duymaz, Çalkuyruk (at) ok gibi uçarak koştu gitti.
zakon r.kanun; zakon çenemi; kanuna uygunluk, kanun ölçüsü içinde olmaklık; zakoño kanuna muhalif; daha. bk. zakün.
zakonduk kanunî; zakonduk iş; kanunî iş.
zakonsuz gayri kanunî, kanuna uygun olmayan, kanunsuz.
zakonsuzduk kanunsuzluk; kanuna muhalefet.
zakün kon. = zakon; zaküngö tuura emes: kanuna uygun değil; zaküngö sıybayt yahut zakün kötöyböyt: kanuna sığmıyor; kanun kaldırmıyor (kanunsuzca).
zaküncü kon. kanuncu, avukat; hukuk müşaviri.
zakünsüz kon. = zakonsuz.
zakünsüzdük kon. = zakonsuzluk.
zaküskö r. meze.
zaküskölöt- meze bulundurmak; kiçine zaküskölötüp içpeylibi-: bir parça meze ile içmeyelim mi?
zal I, (karş.sal I) kaya tuzu. II, r. salon.
zalaka = salaka; zalakası tiydi: zararı dokundu, fena tesir yaptı.
zalal a. zarar, biyan; zalal tap-: zarara uğramak.
zalalduu zararlı.
zadlar (karş. saldar), zararlı, mühlik tesir; alardın zadları tiydi: onarın zararları dokundu; osonun zadlarınan: onun fena tesiri yüzünden; eski adattın zaldarınan: eski adetlerin mühlik tesiri yüzünden.
zalım a. zalim, gaddâr, tyran (zalim hükümdar) cebreden.
zalımdık zulüm, gaddarlık, cebir-cefa.
zalim = zalım.
zalkar = sartaman.
zalök r. rehin, rehine.
zaman a. zaman, vakit, devir; bayırkı zamanda: çok eski zamanlarda; zar zaman I) halkın ağlama zamanı (XVII- nci asrın ilk yarısında Kırgız halkının hayatındaki çok ağır devir böyle tavsif edilmektedir); 2) ağır zamanlar, ızdırap zamanı; azuuluğa bar zaman, beyçarağa zar zaman ats.: azılı için refah zamanı, biçare için ise, ızdırap zamanı; akır zaman mit.: dünyanın sonu, âhır zaman.
zamana a-f. 1.zamanlar, devir; 2. zor zamanlar; müşkül durum; başına zamana tüştü: ona ağır zamanlar geldi.
zamandaş muasır,çağdaş.
zamat a. vakit, ân; zamatta: dakkasında, bir lahzada, çabucak; zamatta közden kayıp boldu: bir lahzada gözden kayboldu; oşol zamat: o dakkada o anda.
zambirek f. top (silâh); tün katardın zambiregi mec.: tehdit, gözdağı.
zambirekçi topçu.
zampa (Cenûbî Kırgızıstnada) = campa.
zamparbay . zibidi, beceriksiz.
zamzam a.dn. yahut zamzam suusu: 1. zemzem suyu; 2. mec. hayat veren su, rakı.
zañ I. örf ve adet; es.kanun; zañ- zakündö cok: hiçbir kanunda yok, hiç bir kanunda yazılmamış; kılmış zañı. ceza kanunu. II. f. gait.
zapasta- ihtiyat olarak saklamak; 2. (silâh hakkında) kurmak: mauzurun suurun alıp, zapastap, kayra saldı: mavzerini çekip çıkararak, kurdu ve yeninden yerine koydu.
zapkı tezlil, hakaret, tazyik; zapkıce- yahut zapkı tart-: tezlil ve hakarete duçar olmak; zapkı körsöt: tahkir etmek, küçümsemek, tazyik eylemek.
zapkoz kon. = zavhoz.
zar I = zerI. II, f. hıçkırık. acı acı ağlama şiddetli ihtiyaç; tıyıña zarmın: meteliğe kuşun atıyorum; anı körüügö zarmın: onu görmeye müştehakım: zar zaman bk. zaman.
zarda = zarde.
zardal f. (folklörda) âmir, başbuğ.
zardaldık (folklörda) âmirlik, başbuğluk.
zardan- = zarlan.
zardant- = zarlant-.
zardap f. öd, safra; içime zardap kuraldı: sıkıntı içindeyim pek fazla canım sıkılıyor; tayaktın zardabı: dayak acısı; ormondun zardabı: zorlama, zulüm. tehtid .
zeen a. kabiliyet, anlayış, kavrayış, zihin; ağa zeen kirdi: o, idrak etmeye başladı; zeenim keyidi; yüreğime kan savruldu, gayet acıdım, (birisi için) canım acıyor.
zeendüü anlayışlı, kabiliyetli.
zeer I = zer I. II = seer.
zeket a. 1. tar. sermayeden yahut mülkten fakirler faydasına Şariat mucibince, verilen kırkta bir nisbetinde sadaka; zekât; 2. vergi; tündük zeket: her obadan bir baş olmak üzere (yani %2 nisbetinde) alınan vergi; 3. seket 2.
zeki- korkutmak, gözdağı vermek.
zen zeen.
zeñ eñ II sözünün tekidir.
zeñgir añgir sözünün tekidir.
zeñgire- bir parça şuuru bozulmuş, şaşırmış bir durumda bulunmak: mas bolğondoy
zengi bk. baba; zengiler mec.: iri sığır hayvanları.
zer I, f. (folklorda) altın. II, 1. amûdu fıkarî; 2. atın sğrısı; örköçü biyik, zeri bas folk.: cıdağısı yüksek, sağrısı alçak (at). III, zer uçur-: fışkırtmak (kuvvet. gayret hakkında); zer uçurup caşçılık sergek bolğun şalkaybay folk.: gençlik sıhhat fışkırıyor, canlı ol maneviyatı kaybetme! IV = sıykır.
zerçi 1. sıykırçı; 2. hokkabaz.
zerdüü (folklorda) altına batırılmış, altınla süslenmiş olan.
zerger f. kuyumcu; er kadırın er bilet, zer kadırın zerger bilet ast.: erin kadrini er bilir; altının ise kuyumu bilir.
zergerçi = zerger; kümüş çapkan zergerçi folk.: gümüş kakmalar yapan kuyumcu.
zeyin = zeen.
zeyrek Iseyrek; zeyrek uçurayt: nâdir rastgeliyor. II, f. zeki, anlayışlı; kavrayışlı, basiretli.
zeyrektik zekâ, kabiliyet; anlayışlılık; basiret.
zığır keten, zığır çıçır kon.: aşiri derecede korkumak.
zımırat I, zümrüt; zımırat közdüü bir şakek folk.: zümrüt kaşlı bir yüzük.
zımırat- II, et. zımıra-’dan.
zımırık = zumuruk.
zımırıl- kaçmaya başlamak, alabildiğine koşmak.
zımırılış- müş. zımıril-’dan.
zımkıya zımkıya çoğoldu; nam nişan bırakmadan kayboldu.
zınaa a. zina.
zıncır = çıncır.
zından f. hapishane, zindan.
zıñ : zıñ et-: çınlamak; zıñ-zıñ etip kenebeyt yahut zıñ-zıñ etip da koyboyt: hiç aldırmıyor, zerre kadar aldırış etmiyor.
zıñğıra- 1. kurularak ve yeknesak bir tarzda yarım sesle bir hava tutturmak; 2. çınlamak, tınlamak; zıñğıra ıyla-: hıçkırarak, avaz avaz ağlamak (sağu sağan kadın hakkında);
zırkıra- 1. hızlı koşmak; maşina zırkırap cönödü: otomobil hızlı yürüyüp gitti; 2. zonklamak, pek şiddetli ağırmak; başım zırkırap ooruyt: başım şiddetle ağrıyor; emcegi zırkırayt: memesi acıyor (sütle dolduğundan).
zırkırat- et. zırkıra-’dan.
zırpılda- : cürök zıpıldayt-: kalp çarpıyor, kalp yerinden oynuyar.
zıya = sıya.
zıyaarat = zıyarat.
zıyan f. zarar, ziyan; zıyan kıl-: zarar vermek, ziyan vermek; zıyan tart-: zarar görmek, hasara uğramak; on som zıyan tarttı: on ruble zarar gördü; bir bronevik zıyan tarttı: bir zırhlı otomobil hasara uğradı.
zıyandaş mit. gûya gizlice insanın arkasından gezen ve ona hastalıklar ve felâketler gönderen bir şerir ruh.
zıyandu zararlı; zararı getiren.
zıyanduuluk ; zararlılık.
zıyankeç f. muzır; zarar, veren fesatçı.
zıyankeçtik fesat, sabotaj.
zıyankor f. = zıyankeç.
zıyankorluk = zıyankeçtik.
zıyapat a. ziyafet.
zıyarat a. evliya kabrini ziyaret etme, (mukaddes yerleri) ziyaret (fakat Mekke için kullanılmaz).
zıyaratçı (Mekkeden başka mukaddes yerleri) ziyaret eden.
zıynatta- süslemek; anı zıynattap atıp kömdü: onu tantanalı bir surette saygı ile gömdüler.
zikir a. 1. zikir; zikir sal-: Allahın isimlerini söylemek, vird çekmek; 2. mec. güvercin ve kumrunun ötmesi, dem çekmesi.
zil I, pislik, kusuntu, irin; sarı zil: öt; sarı zil kustum: safra kustum; beli ketip şilisin zill ağlan sarala: sırtı ezik, boyunu irinli kula (at). II, a. esas, menşe; zili barıp çıkpay kalbayt: nasılsa da bulunur, kabil değil bulunmasın; bu zili saa kişi bolboyt: sen onunla geçinemezsin, sana hayır gelmez; zili-tübü emine bulur eken: bütün bu işler ne ile biter, acaba (korkarım, ki bunun sonu fena olmasın).
zilde- kuvvetlenmek (hastalık hakkında), daha ziyade azmak; zildep ketken ooru: müzmin bir şekil alan hastalık; içi zildep ketti: içinden kan geliyor.
zilden- = zilde-.
zildet- et. zilde-’den; atıñdın coorun içine tüşürüp, zildetip ciberip cürösüñ: atını sen o hale getirdin, ki onun yağrısı derinleşti ve irin toplandı; ser tübünö zildetken: toprağa derin sapladı; köñülün zildetken: onu aşırı derecede incitti (gönlünü kırdı).
zildüü şüpheli, şüpheye mucip olan; sözünün tübü zildüü: sözünde bir nevi kötülüğe ima vardır.
zili bk. zil II.
zilzala a. zelzele, yer depremi.
ziñkilde- gergin bir hale gelmek; gerginleşmek.
ziñkildek = añkildek.
ziñkiy- yükseltmek göklere doğru çıkmak;ziñiyip turat: dim dik duruyor; boston yutmuş gibi duruyor.
zire . kimyon anason
zirkilde- 1. titremek 2. thevvür etmek. Aşırı derece hiddetlenmek; azgınlık yapmak, hiddet ve gayretle hareket etmek
zirkire : Akmak fışkırmakmurdunan kan zirkireyt: burnundan kan fışkırıyor; attın tanoosu derdeñdep teri zirk-ireyt: atın burun kanatları kabarıyor ve ondan ter fışkırıyor.
ziyarat = zıyarat.
ziyaratçı = zıyaratçı.
zobolo itibar; şeref; ehemmiyet; zoboloñ kötürülsün!: sana başarılar dilerim (itibar ve derecenin yükselmesi hususunda).
zobun f. tezlil hor görme, zulüm; cebir, güçlük, müşkül durum; zobun körsöt-: tahkir ve tezlil etmek, hor görmek; zobun kör-: harekete duçar olmak; hor görülmek; başıña zobun kelbesin!: sakın başına bir felaket gelmesin!.
zulum a. 1. zulüm; gaddarlık; 2. zâlim hükümdar, gaddâr.
zulumçuluk = zulumduk.
zulumduk zulüm, gaddarlık.
zumbal ev tezgâhında dokunulan yünlü kumaştan yapılı uzun çuval.
zumuruk f. bir efsanevî kuşun adıdır.
zumurut = zımırat I.
zuñkuy- 1. göklere doğru yükselmek; yüksek bir tepe şeklinde yükselip durmak; 2. (yüksek nesne hakkında): muzlim çehreli olmak; sumurtarak bakmak; zuñkuyup catat: o (ızbantut) hareketsiz yatıyor
zuula- 1. havayı yarıp geçen bir ses çıkarmak; 2. mec. hızlı koşmak, koşturmak; zımırap
zuulap bk. zımıra-.
zuulat- et. zuula’dan.
zuulda- aşırı derecede hızlı koşturmak.
zuuldat- et. zuulda’dan; zuuldatıp cürüp ketti : koşturup gitti.
züküt = süküt.
züñküy- iri yarı ve kuvvetli olmak; züñküygön azamat : dızman delikanlı.
züñküyt- et. züñküy-’den; dalısın züñküytkön ciğit : geniş omuzlu delikanlı.