caa I, yay (silah) ; caa tart- : yayın kirişini çekmek ; caasın tarttı: yayını gerdi; caasın tarttı: yayını gerdi; caa tartkıç: yaycı(yayla müsellah olan muharip) ; menden caa boyu kaçat: o, benden günlükten kaçan şeytan gibi kaçıyor( harfiyen: ok atımı mesafede… ) . II, caa berbey yahut ee caa berbey bk. ee II.
caa- III, yağmak(kar, yağmur hakkında) ; camgır caayt : yağmur yağıyor.
caaçı I, yaycı (yayla müsellah olan muharip) ; 2. (latince adı: Mantis religiosa olan bir böcektir, M. ) caadır- , et. caa- III den; caadır- : ok yağdırmak, her yandan üstüste ok atmak.
caadır- et. caadır- dan.
caadıruu- işş. caadır- dan; ok caadıruu : ok yağdırma, her yandan ok atma.
caak 1. çene ; üstüñkü cakk: üst çene ; astıñkı cakk: alt çene ; çapcaak: arık yanaklı (elmacık kemikleri çıkık olmayan insan hakkında; caak canı bk. canı; cakktayan- ; çeneyi ve yanağı avucuna dayamak(düşünceye dalarken) ; caagıñ bas! : çeneni kes! , sus! , caak basar 1) ilk açlığı gidermeye yetecek miktar yiyecek; 2) herhangi bir şeyin asgeri ihtiyacatı tatmin edecek miktarı; caak ayır- : bir şeyi aşırı miktarda yemek yahut içmek, çene oynatmak; kımızdın caagın ayırdık: kımızı adam akıllı içyik; 2. bazı nesnelerin yan yüzü yahut yan kısmı ; altın caak, kümüş til komuz folk. : çerçevesi altından , dili gümüşten olan ( bir nevi musiki aleti) , kopuz; altın caak aybalta folk. : altın delikli savaş baltası; altın caak sır cebe folk. yanları altından olan, perdalahmış ok temreni, 3. oyanın gemden keçigeye ( bk. keçige 2) doğru uzanan yan kayışları.
caaktaş- birbirine sövmek; münakaşa etmek.
caaktaşuu sövüşme.
caaktık bk. talaa.
caaktuu elmacık kemikleri çıkık olan.
caal a. 1. kötülük , fenalık; 2. şerir, muzır.
caala- 1. üzerine atılmak; toptan saldırmak; 2. (söz , bağırma vasıtasile) begenmemeyi bildirme(halk kütlesi hakkında) ; taanıgandarda, taanıbagardar da tuş- tutan caalap unçuguştu : tanıdıklar da, tanımadıklarda her yandan beğenmediklerini bildirerek bağrıştılar.
caaldık fenalık, kötülük; şerirlik, şirret.
caan I, yağmur; ak caan: ufak sicim gibi sürekli yağanyağmur; sepeleyen yağmur; caan- cuun: cevvi (atmosferik) teressüpler. II, f.cihan (alem)
caançıl yağışlı , yağmurlu.
caanger caangir f. 1. dünyayı zapteden, cihangir; 2. es. emperyalist.
caap cap III ten gerondif.
caarapıya = geograiya.
caat 1. düşman taraf; caat bol- : birbirine karşı husumet besleyen zümrelere ayrılmak; cek- caat bk. cek I; 2. zümre, grup ; ulutçul caat: milliyetçi zümre.
cabuu I, örtü; çul; at cabuu: çul; tündük cabuu: obanın duman deliğini örtmek için kullanılan keçe; cabuu astında cal kalat, cal kalbasa, can kalat ats. : çul altında yele (bk.cal I) kalır, yele kalmazsa can (herhalde bir şey ) kalır. II, bk. cabı.
cabuula- I, örtü, çul sermek. II, cabuu-cabuu diye söylemek (bk. cabı).
cabuulat- örtü, çül serdirmek.
cacılda- 1. mırıldanmak; çene çalmak; 2. alevlenmek, kuvvetlice yanmak; yalınlamak; cacıldap catkan kızıl calın :büyük kırmızı alev.
caçeyke kon. = yaçeyka.
cada- 1. nefret etmek; iğrenmek; men senden cadadım: ben senden bıktım; kütö kütö cadadı: bekleye bekleye bıktı; it cadasa – üröt, kişi cadasa külöt ats. : köpeğin canı sıkılırsa havlıyor,insanın canı sıkılırsa gülüyor; 2. istidatsız, aciz olduğu anlaşılmak; dermansız düşmek; cada kalsa yahut cadap kalsa yahut cadaganda 1) bu daha bir şey değil; yalnız bu ise, ehmmiyetiz bir şey oludu; 2) eğer iş o yola dökülürse.
cadagay bir ev kuşunun adıdır.
cadat- et. cada- dan; sen meni cadattıñ: sen beni bıktırdın!
cadı I, kurn ot biçme aleti, saman kesme aygıtı. II, cadı kuuray: bir ot adıdır. III, f. sihir,büğü;sihirbazlık.
cadıra- lezzetlenmek, zevk duymak; saadetin yüksek derecesine çıkmak.
cagdayluu cagday’a ilişkin olan; üy cagdayluu cumuştar: ev işleri evdeki işler.
cagımtalan- = cagın- I.
cagın- I, yaltaklanmak, hoşa gitmaye çalışmak, yaranmak; aga emine cagınasıñ? : neden ona hep yaltaklanıyorsun? II, sürmek; upaga endikti koşup cagındı: üstübece allığı karıştırarak sürdü.
cagınuu işs. cagın- I, II.
cagınuuluk müdahane, riya, yaranma; öñ karamalık, cagınuuluk: riya ve yaranma.
cagış hoşluk, gökçeklik.
cagıştık = cagış.
cagıştuu hoş, gökçek.
cagni a. yani; başka tülü söylersek.
cagoo 1. ağaçtan iğneleri bulunan ve alıcı kuşun boynuna takılan bir iptir , ki bu, onun, gagasıyla üzengi kayışına ilişmesine mani olur; 2. yaka; 3. boyunbağı, kıravat.
caguu I, işs. cak- II den. II, tutuşturma, yakma. III, yağ sürme , yağlama.
cak I, 1. cihet; tün cak: şimal, kuzey; kün cak: cenup, güney: kıbla cak es. : garp, batı; sol cak: sol taraf; oñ cak: sağ taraf; bazardın beri cagında: pazarın bu tarafında; anın arı cagında: onun öte tarafında ; üy cakka: ev tarafına, ev istikametinde, eve doğru; sayası caktan zıyanduu: siyasi cihetten zararlı; sen cak bolboymun: senin tarafını tutmayacağım; sana taraftar olamyacağım; cagınan: cihetten, göre; forması cagınan uluttuk, mazmun cagınan sotsialistik: şekilce milli , özce sosyalist; men cagınan kaygı cebe. : benim hususumda düşünme! ; calpı cak mat. : müşterek yan; burç çağı mat. : açının kenarı, zaviyenin dılı; 2. gram. şahıs; üçüncü cak: üçüncü şahıs.
cak- II, 1. hoşa gitmek; mayday cagat: çok hoş, pek hoşa gidiyor; konülümo cakpasa: eğer hoşuma gitmezse; tuura söz tuuganga cakpayt ats. : doğru söyliyeni dokuz köyden kovmuşlar (harfiyen: doğru söz kardeşin hoşuna gitmez) ; 2. faydası dokunmak (yiyecek , ilaç, hava hakkında) ; maa et cakpadı: bana et yaramadı; caga berbey kal- : arzuya göre olamk; münasip zamanında düşünmek; elverişli fırsat çıkmak; anın uruşkanı maga caga bergey kaldı: onun sövüp sayması, benim işime geldi; zaten bende bunu bekliyor, arzu ediyordum. III, yakmak, tutuşturmak; otcak- : ateş yakmak; otko cak- : ateşte yakmak, ateşe vermek. IV, sürmek; yağlamak; kara köö cak- : kurum sürmek.
caka 1. yaka; kayırma caka: yatık yahut bükülebilen yaka; tik caka: dik yaka; caka karma 1) yaka silkmek; 2) mec. hayret etmek; eki kolu cakasında: o hayret içinde, mebhut, dermansız bir haldedir (harfiyen: iki eli yakasında) ; can uyada, caka kolda bolso: sağ esen olursak ( harfiyen: can yuvada , yaka elde olursa) ; ak caka 1) beyaz (kolalı) yaka; 2) al.münevver; alka- caka: yakanın ön kısmı; mec. göğüscükler: alka- cakadan al- : göğüscükleri ellemek; 2. kenar, kıyı; suu cakasında: su kenarında; çet cakadan cetkirilgen: başka yerden ; öteden getirilmiş (yerli değil) ; 3. dağ eteği ; el cayloodan cakaga tüştü: el yayladan dağın eteğine indi.
cakala- 1. yaka geçirmek; çapan cakala- : paltoya yaka dikmek; 2. yakaya yapışmak; kişiyi cakala- : insanın yakasına sarılmak; 3. kenar boyunca yürümek , sahilden gitmek; suu cakala: kıyı boyunca yürümek; ot cakalay: ateş etrafında.
cakı destanda tesadüf edilen ve kırgızlaraca teesür ve keder ifadesi için kullanılan moğalca bir kelime.dir; turamın dep, turalbay , cakı dep catıp kaldı Koñurbay folk. : Koñurbay kalkmak istedi, fakat kalkamadı, ve cakı dedi yattı; cakı cakı ! deptir deyt, Karaçakan kaçtı deyt folk.: cakı cakı! diyerek kaçtı, gitti.
cakın 1. yakın (zarf olarak) ; yakın; üygö cakın kaldı: eve artık yakın kaldı; cakın cerde: yakında; cakın kalıptır, bügün- erteñden kelet: az kaldı, bugün yarın gelir; cakın kaldık: bize artık yakındır; biz artık yaklaştık; cakında kelet: yakında (yakın bir zamanda, şu günlerde) gelecek; 2. hısım, akraba, dost, ahbap; cakıñ talaşsa, catka cem ats. : akraba olanlar kavga ederlerse yabancılara yem olurlar.
cakınçıl (yürük at hakkında) tez koşan, fakat dayanamıyan.
cakında- yaklaşmak, yakın gelmek; orok ubagı cakındap kaldı: ekin biçme zamanı yaklaşıyor; kalaga cakındaganda: şehre yaklaşırken.
cakındaş- birbirine yaklaşmak; birbirine yakın gelmek; birbirine cakındaştı: birbirine yaklaştı.
cakındat- yaklaştırmak, yakın getirmek.
cakındatıl- mut. cakındat- tan.
cakındatuu işs. cakındat- tan.
cakındık yakınlık.
cakındoo işs. cakında- dan.
cakır züğürt, fakir; coor cayın cakır bilet ats. : (atın sırtındaki) yağırın manasını fakir bilir (onun, bu gibi atın yerine koymaya başka bir atı yoktur) ; cardı- cakır bk. cardı.
cakırçılık züğürtlük, fakirlki.
cakırdan- fakir düşmek, züğürtlemek.
cakırdandır- züğürtlemeye sebebolmak.
cakırdandıruu işs. cakırdandır- dan.
cakırdanuu züğürtleme.
cakırdık cakırlık, fakirlik, züğürtlük.
caki f. yahut, veya.
cakşı 1. iyi (zarf olarak) ; cakşının özü ölsö da, sözü ölböyt ats. : iyi adamın kendisi ölürse de, sözü ölmez; eñ cakşı : en iyi, çok iyi ; attın cakşısı : atın en iyisi; cakşısıñbı? : iyi misin? , nasıl yaşıyorsun? ; cakşı kör- : sevmek; cakşı körgön atım: benim sevdiğim at; 2. es. muteber.
cakşıla- 1. övmek; tasvibetmek, onamak; 2. iyileştirmek, ıslah etmek; 3. cakşılap: iyicene; layikiyle; cakşılap tüşün- : iyice kavramak, iyice anlamak.
cakşırtuu iyileştirme; mal tukumun cakşırtuu: hayvan neslinin ıslahı.
cakta birisinin tarafını tutmak, taraflı olmak; kim caktap kol kötördü? ; daha ör. bk. kalıs.
caktal- gram. tasrif olunmak, çekilmek.
caktalış gram. tasrif olunuş , çekiliş.
caktama gram. zamir (pronom) .
caktaş- hep birlikte birisinin taraflısı olmak; birisinin tarafını tutmak, birbirini tutmak.
caktır- I, tasvibetmek, onamak; caktırmadı: tasvibetmedi; hoşuna gitmedi. II, yakmıya icbar veya müsaade etmek; otun albaganga ot caktırba ats. ; odun devşirmeyene ateş yaktırma (çalışmayan kimse emeği neticelerini taktir etmez). III, sürdürmek(bir ilacı) .
caktırıl- tasvibedilmek.
caktırış- hep beraber tasvibetmek.
caktıruu I, tasvibetme. II, işs. caktır- II den. III, işs. caktır- III ten.
caktoo işs. cakta- dan.
caktooçu 1. taraftar; 2. müdafacı.
caktuu bir tarafı tutan , taraflı, tarafgir; birisinin tarafını iltizam eden; ar caktuu: etraflı; alar bir caktuu bolup, biz bir caktuu karmaştık:(iki karagaha ayrılarak) tutuştuk, onlar bir tarafta , biz öteki tarafta idik; işti bir caktuu kıl: işi sonuna erdirmeli, nasılsa da olsa halletmeli, bitirmeli.
cakut yakut (taş).
cal I, yele; at calın tartıp min- : gençlik çağına ermek(oğlan kendi başına ata binebilecek çağa ermek) ; kök cal 1) boz yeleli ( kurt) ; 2) bahadır, cesur; 2. atı yele altındaki yağı (at gövdesinin lezzetli parçası sayılır) ; kazı kertip, caldı cep folk. : karın yağını keserek, yele altındaki yağı yiyerek; caya orduna cal bergen , may orduna bal bergen folk. : but eti yerine yele altı yağı, yağ yerine de bal veriyorlardı; calı barda calıngan- caman attın belgisi ats. : henüz yele altı yağı varken yalvarmak (merhamet dilenmek) kötü atın nişanesidir. II. mükafat, iş ücreti, ayak teri; cal küçü: ücret mukabilinde tutulan işçi gücü. III, cal- cal 1. bir melodinin adıdır; 2. olgun kız; dilber; 3. maa cal- cal karayt: o kadın bana aşık gözile bakıyor.
cala I. iftira. zem (yerme) : cala cap bk. cap- IV. II. cala ayak = calayak; oozun cala ayaktay kılp : ağzını geniş açarak. III. yalamak: it bok calagıça avm. : dakikasında, çarçabuk; may karmagan barmagın calayt ats. : yağ tutan parmağını yalar( bal tutan parmağını yalar) .
calaagan = calaak.
calaak yalağan, yalamayı adet edinen.
calaçıl iftiracı, iftiraya, zemme yatgın olan.
calak 1. tuzlak yerde koyunların yalamasından hasıl olan küçük oyuk; taş calak (uyum tuudu ve s. oyununda) kaybediş, yutulma (oynayanın hesablarında yanılarak boş oyuklar alması yüzünden) ; kaybedilerek boş el kalmak; 2. dudaktaki carha.
calakor k- f. iftiraci, iftiraya, müzevirliğe yatkın olan.
calakorduk iftiraya, müzevirliğe yatgın olmaklık.
calakta- = calañda I; calaktagan cigit; kanlı canlı yiğit; uuru ittey calaktap: hırsız köpek gibi telaş ederek; koygo tiyçü börüdey erdi murdu calaktayt: koyun üzerine atılmaya hazır bulınan kurt gibi dudakları ve burnu kımıldıyor.
calam yalnız yalamaya yetişecek kadar olan miktar; calam talkan: azcık kavut.
calama düz pürüzsüz; calama zoo: yüksek ve düz kaya ; calama boor: düz dağ eteği.
calan- yalanmak: koygo tiygen börüdöy, oozu murdun calanıp folk. : koyuna saldıran kurt gibi ağzını burnunu yalayıp.
calañ yalnız , yalın; münhasıran;calañ kabat: bir katlı; calañ kabat tereze: tek pencere; calañ çay tamak bolboyt: yalnız çay yiyecek sayılmaz; calañ ele kımız içtik(başka hiçbirşey ) ; calañ çapan: yalnız çapan (hiçbir başka giyim) ; kalkı calañ ele kıtay: ahalisi yalnız Çinlilerden ibarettir; cöö- calañ: yaya ; calañ kuduya işingen cöö kalat ats. : yalnız tanrıya güvenen yaya kalır.
calañda- I, 1. kanlı canlı, çevik, hareketlerinde çabuk olmak; enerjik hareket etmek; calañdagan at: oynak et; calañdagan cigit: çevik delikanlı; 2. çabuk ve aç gözlülükle yalanmak. II, cöö- calañdap bk. cöö I, 1.
calañgıç yahut canalgıç 1. mit. : ölüm meleği, Azrail; 2. korkunç nesne ; anı men calañgıçımday körüm: ben ondan candan nefret ediyorum; catkan eken çoñ Ürgönç, calañgıçtay körünüp folk. : büyük Örgen (şehri) yayılıp yatıyor ve korkunç manzara görünüyordu.
calañtık 1. tek tabakalılık, sadelik; 2. yalnızlık ; calañ carma calañtık kılat: yalnız carama (bk. carma; 2. tatmin etmiyor, kafi bir yiyecek olmuyor.
calañtöş bk. töş.
calap a. avm. orospu.
calaptık avm. orospuluk, fuhuş.
calaş- müş. cala- III ten ; kılıç (yahut bolot) mizin calaş-: hep beraber kılıçın yüzünü yalamk(bu eski andiçme şekillerinden biridir) .
calat- et. cala- III ten ; erdirine kızıl calatkan : dudağına allık sürmüş.
calayak (bk. cala II) çocuğu elde tutarken muşamba yerine kullanılan kundak bezi; calayak ooz 1) dudakları ince olan ağız; 2) mec. konuşkan , söz ebesi.
calbırtta- tutuşmak, alevlenmek, alev alev yanmak.
calbız nane.
calcagay = alcagay.
calcakta- sırıtmak; gevezelik etmek.
calcañda- = alcañda…
calcay- = alcay- II.
calcılda- korku, rica ifade eylemek (gözler hakkında) .
calcıldat- et. calcılda- dan; köz calcıldat- : korku ile rica edermiş gibi bakmak.
calçı I, ücretle çalışan işçi, ırgat. II, murada ermek ; gerek olanı ele geçirmek; bözçü bözgö calçıbayt ats. : kunduracıda çizme yok (harfiyen : bez dokuyanın bezi yok) .
calda- ücretle tutmak, kiralamak; it caldagan suu keçpeyt ats. : yarım yamalk tedbirler maksada erdirmez (harfiyen : köpek kiralayan kimse suyu geçemez. )
caldıra 1. rica, arzu ve intizar ile bakmak; şaşkınlıkla rica etmek; yalvarmak; hazin gözükmek; küy gönümden men seni köp karaymın caldırap folk. : seni özleyerek , sana umutla bakıyorum:2. kıvılcım saçmak, parlamamk (rica eden gözler hakkında) .
caldırama marazi dalgınlıktır, ki insanın manasız ve kavrayıssız nazarlarla bakması bunun ifadesidir; caldırma tiygenbi saga? : sersemledinmi , çıldırdınmı yoksa? ; (neden öyle alık alık bakıyorsun? ) .
caldırat- et. caldıra- dan ; meni caldıratıp taştap ketti: beni ihtiyaç içinde bıraktı; caldıratpay ar kimge, baktıñ ele caşıman folk. : ta çocukluğumdan beri , beni şuna buna tabi olmama müsaade etmiyerek terbiyeledin.
caldıroo işs. caldıra- dan.
caldoo ücretle tutma , kiralama.
calduu yeleli; tokmok calduu aygır: kolu yeleli aygır; calduu bolso- at, cakaluu bolso- ton ats. : yelei olursa – attır, yakalı olursa – kürktür.
calga- 1. ekelemek; 2. birleştirmek; 3. özök calag 4. yardım etemek(iyilik yapmak) ; andan calgasın albayasıñ: ondan teşekkür işitmezsin; ak calgasın! : giyime tesadüfen süt döküldüğü zaman söylenilen tabirdir ( ki alamet sayılır; harfiyen : aksüt takdis edilsin! ) ; eteğinen calgadı: çocuğu doğurdu.
calgama düzme, sahte; calgama çırbon: kalp çervonets ( Rus lirası) .
calagalam- taklidi yapma, sahtekarlık etme.
calgamaloo taklidini yapma, sahtekarlık etme.
calgan I, 1. yalan , gerçek ve doğru olmıyan(sıfat olarak) calgan süylö- : yalan söylememk; calgandan: yalandan; sözdü calgan kılbaylı! : sözümüz yalan çıkmasın; vadimizi tutalım; 2. sahte , kalp; calgan rapiske: sahte senet, makbuz; 3. calgan yahut calgan düynö: yalancı es. mec. : fani , dönek, karasız, yalancı dünya. . II, 1. eklemek:eklenilmek; 2. bitişmek.
calgaş müş. calga- dan; kol calgaş elden ele vermek.
calgız tek, biricik, yalnız, münferit; calgızdan- calgız: yapayalnız ; calgız- carm: yalnız; bir bir; calgızcarım colooçu: yalnız yahut nadir bir yolcu; calgız ayak bk. ayak I.
calgızda- yalnız olmak yahut yalnız hareket etmek; canına coldoş albaştan calgızdap atka mindi emi folk. : yanına arkadaş almadan yapayalnız ata bindi.
calın- II, yalvarmak, yakarmak, ısrarla ricada bulunmak;cakşıga calınsa- can kalat; camanga calınsa- bir kaşık kan kalat ats. : iyi adama yalvarsan- can( hayat) kalır; fena adama yalvarsan yalnız bir kaşık kan kalır (o seni öldürür) .
calında- yalınlamak, alevlenmek, alev alşev yanmak.
calındat- alevlendirerek yakmak, alevlendirmek; közünön ot calındatat: gözü ateş püskürüyor.
calk- korkak, ürkek olmak; (korkudan) arzu ve hevesini kaybetmek; anda bargadan calkıp kaldım: bende oraya gitmek arzusu kalamadı, oraya gitmeye korkuyorum.
calkı tek yalnız, bir (ikiz, üçüz ve s. değil) .
calkın buttun calkını: tabanın üst kısmının eni; baltanın calkını: balta yüzünün eni; calkını karış ay balta folk. : yüzü bir karış olan savaş baltası.
calkıt- ürkütmek; hevesini gidermek; itti urup calkıtıp koy, üygö kirbesin: köpeği korkutup koy ki eve girmesin.
calmanış- yutmaya hazırlanarak vahşiyane bir tarzda gözlerini oynatmak ve dudaklarını kımıldatmak; suratına , ete acıkmış olan yırtıcı hayvan kılığı vermek.
calooru- rica ve intizar ile bakmak: acıklı ve aciz durumda bulunmak.
calp onomatopee (taklit söz) dir ; calp etip: ansızın, birdenbire.
calpaktık yassılık.
calpalakta- 1. temayül ve teveccüh göstermek; calpalaktap süylöş- : nezaketle konuşmak, karşılıklıca nezaketli sözler söylemek; 2. yaranmak; emine üçün maa mınçalık calpalaktap kaldıng? : neden bana bu kadar koltuk veriyosun?
calpañda 1. yassılanmak2. geniş ve maharetsizce hareketler yapmak; calpañdap uç- : büyük kanatları maharetsizce çırparak uçmak; 3. = calpalakta- .
calpay- ezilmiş gözükmek; geniş ve yassı olmak.
calpayt- yassılatmak; kalp ayttım, kalpagımdı calpayttım coç. : yalan söyledim, kalpağımı yassılattım(arkadaşlarını aldattıktan sonra çocuk böyle der) ; calpayta çap- 1) yassılanacak tarzda çalmak; kesmek; 2) mec. imha eylemek.
calpı umumi; calpı soyuzduk: bütün ittihada ait; calpı cıynalış: umumi toplantı; calpı- cayık : hepsi, toptan, kütle halinde; calpı iş taştoo: umumi iş bırakma, grev; ealpıga paydaluu: umuma faydalı.
calpıla- umuma yaymak, tamim etmek.
calpılda- 1. temayül, teveccüh göstermek; 2. uşakça hareket etmek; yaltaklanmak.
calpıdaş- müş. calpılda- dan.
calpıldat- et. calpılda- dan.
calpıloo tamim etme, umumileştirme.
calpıy- yassılamak, ezilmek.
calpıyt- ezmek, yassılatmak.
calt çabuk hareketi, ani faaliyeti ifade eden taklidi sözdür; calt ber yahut calt et- : silkinmek;bir yana atılmak; bir yana sapmak; birden koparılmak; atım calt berip, cıgılıp kala cazdadım: atım ürkerek bir yana sıçradı, bende düşeyazdım(az kaldı düşecektim) ; ot calt etti: ateş tututştu, parladı; calt karardı: ani bir göz attı; gözleri parladı; calt- calt et yahut calt cult et- : yıldıramak, yalabımak.
caltan- ürkek bir yana atılmak bir yanan sapmak; korkudan titremek; aytuudan caltanbayt: söylemekten çekinmiyor.
caltançaak ürkek, korkak, korkutulmuş.
caltançak = caltançaak.
caltañ (bu sözün muhtelif manaları bazen hakkile yakalanamıyor) ; temiz; parlak kök caltañ muz: yüzeyi düz olan tertemiz buz; kök caltañ taş folk. : düz, kaygak taş; kök zoonun başı kök caltañ folk. : mavi kayanın tepesi açık mavidir; ak caltañ 1) açık beyaz; bembeyaz , apak; 2) buzla örtülmüş kaya; ak zoonun başı ak caltañ, añdabay basıp tay gıldım folk. ak kayanın tepesi buzla örtüldüğünden ihtiyatsız basarak ayağım kaydı; caltañ kişi: korkak, çekingen adam.
cam I, cemi; tekün, top. II, müdafi; taraftar. III, (bk. küm) bala üçün kişi otko, camga tüşöt : evlat için insan ateşe ve suya düşmeye hazırdır (harfiyen: ota ve suya düşer ) . IV, f. cam kese : kadeh; bokal, kupa.
cama I, yahut kara cama : ıskarbot (hastalık) ; oozuñdu kara cama cesin! (yahut alsın! : ağzını ıskarbot çürütsün! ) .
cama- II, yamamak, yama koymak.
camaa = camaat.
camaaçı yama.
camaaçıla- yamamak, yama koymak.
camaaçılat- et. camaaçıla- dan.
camaaçıluu yamalı, yamalarla dolu.
camaat a. camaat; cemiyet.
camaattaş- hep beraber, elbirliğiyle hareket etmek.
camacay ağzın köşeleri.
camaçı = camaaçı.
camak 1. yama; 2. irtical (şi’ri yaratış nevilerinden biri olmak üzere) .
camakçı 1. tamirci soğuk kunduracı; 2. irticalci; hanende şair (bu gibi şairin proğramına bahadır destanı girmez) .
camakçılık camakçı (bk.) mesleği, zanaatı.
camal a. güzellik, cemal.
caman 1. fena, kötü, berbat, bozuk; cakşını söz öltüröt, camandı tayak öltüröt ats. :iyi adamı söz öldürüyor, kötüyü ise, yalnız dayak öldürüyor; meni caman kıldı: bana fenalık yaptı; caman aytpay cakşı cık atş. : iyiliksiz kötülük yoktur (harfiyen: kötüyü söylemeden iyi olmaz) ; caman at yahut camanat: fena şöhter, kepaze olma; caman at kıl- yahut camanatta- : terzil etmek, kepaze etmek; camanattuu : rüsva olmuş; caman kör- : sevmemek; teveccüh göstermemek; caman cay. avret (ut) yerleri; 2. tar. avamdan olan ; fakir ; 3. pek, gayet; caman çoñ : gayet büyük; caman cakşı: pek iyi; açuusu caman: gayet hiddetli; 4. çocuk, evlat; bir camanım bar: bir çocuğum var; ayuu amanın tileyt, cakşı camanın tileyt ats. : ayı halasını ister; iyi ( adam) çocuk ister.
camanat bk. caman 1.
camanatta bk. caman 1.
camanattu bk. caman 1.
camançılık fena, kötü muamele; camançılık kör- : felaket ve fenalık görmek.
camanda - , yermek, çekiştirmek; kınamak( tayibetmek) ; camandap süylö- : menfi yönden tasvir etmek; ters söylemek(diyelim, ileri sürülen namzetlere karşı) .
camandal- mut. camanda- dan.
camandaş- hep beraber zemmetmek, karşılıklıca çekiştirmek.
cambı muhtelif şekillerde ve muhtelif ağırlıklarda olan ve Çin’ de para yerine kullanılan gümüş sebikeleri(dökme parçaları) ; böyrök cambı: böbrek şekillerindeki gümüş sebikesi.
camıra- çabucak yığın halinde toplanmak ; birbirine üşüşmek (diyelim anasının yanına bırakılan kuzular hakkında) ; kök camıray baştadı: taze ot gür bir surette filizlenmeye , intişaş etmiye başladı; tuş- tuştan camırap: kütle halinde her yandan üşüşerek; kozu camıradı 1) kuzular yığın halinde üşüştüler; 2) mec. : kıvılcımlar sıçradı (diyelim, kurum yanarken) ; top kişinin ökürüğü çıktı; orbuzdan tura kalkıp, biz da camıradık: kala balık insanları ağlama sesleri duyuldu, bizde yerimizden fırladık ve ( ağlamada) onlara katıldık.
camırat- et. camıra- dan.
camoo 1. yama koyma; 2. yama.
campa inek tezeğinden yakmak için yapılan yufka.
campay- 1. yan gelip yatmak, uzanıp yatmak; 2. yassılamak; basık, ezik olmak.
campoz karakuş nevilerinden biridir.
camşıy- bir yana sapmak, eğrilmek; caagı camşıydı: çenesi çarpıldı.
camşıyt- et. camşıy- dan.
can I, yan, cihet; biyik toonu canınan kör, başına çıpka, cakşı kişini alıstan uk, canına barba- ats. : yüksek dağa yanından bak, tepesine çıkma; iyi adam hakkındaki sözleri uzaktan dinle, yanına varma! (yakından onlar ehemmiyetlerini kaybediyorlar) ; canımda: nezdimde, katımda; canımda cok: üzerimde yoktur; canına bar! : yanına yaklaş! canınan tölödü: kendisi, kendi hesabına, kendi cebinden ödedi; cancagın karanıp: etrafına bakarak; canın karardı yahut can- cagın karardı: etrafın abakındı; coktun canında: yokun yanında, hemen hemen yok gibi; can tart- ,: birisinin tarafını tutmak; birisinin tarafına geçmek; canga bas- 1) saklamak; 2) cebe koymak, kabullenmek, benimsemek. IIf. ruh, can; canlı varlık; insan; canı barbı? : diri midir? , daha soluk alıyormu? ; can coldoş: canciğer dost; canı kolunun uçunda: canlı cenaze (harfiyen: canı elinin ucunda) ; can cok anda: o korkaktır; başın kötörör canı çok: başını kaldıracak gücü yok, o büsbütün kuvetten düştü; can kişige aytpa! : kimseye söyleme! ; canga körünböy: kimseye görünmeden; candan murun: herkesten önce; candın mittaamı: dolandırıcıların elebaşısı; üyün körgön can emespin: ben hiçbir zaman onun evinde bulunmadım (harfiyen: ben onun evini gören can değilim) ; canım töbömö çıktı: canım tepemem sıçradı : gayet korktum; canım ökçeye gitti (harfiyan: canım tepeme sıçradı) ; canım kulagımdan uçuna çıktı: pek korktum (harfiyen: canım tepemem sıçradı) ; canım kulağından ucuna fırladı) ;can açır tuugan: (yakınları için) canı acıyan hısım ; akrabalarını düşünen akraba; can baguu yahut canbaguu: maişet kaygıları, geçinme meşgaleleri; can baktı bk. bak IV; can kolgo al- : herşeyi göze almak (harfiyen: canı ele almak) ;kılıç menen çabışp, canın kolgo alşıp folk. : birbirine kılıç çalarak, sonona kadar dövüşmeye karar vererek; canıñdı oozuña tiştep bar! : cesaretle yürü! ; can talaş- 1) ölümle güreşmek, can çekişmek; 2) mec. büyük gayret sarfetmek, bütün kuvvetiyle çalışmak; can talaştır- : büyük gayret sarfettirmek, aşırı derecede kaygılandırmak; can ber- 1) can vermek, hayatını bağışlamak; 2) andiçmek; can sal- es. : andiçmek için kendi yerine başkasını kovmak; canım tört çarçı boldu: parçalarınıyorum, büsbütün bittim; canına battı: bizar oldu; canı çıktı1) canı çıktı, öldü; 2) kendini kaybetti; carım can: canlı cenaze; kılça can: kıl kadar can: siyah can; çımın can: sinek can; altın can: altın ruh (bunlar folklorda sık sık kullanılan vasıflardır) ; kara canın zorgo bgıp cüröt: zor geçiniyor(harfiyen: kara canını zor geçindiriyor) ; kara canın cesin! : kahrolsun! (harfiyen: siyah ruhunu yesin! ) : can – canıbar : bütün canlı varlıklar; can bütkön yahut canbütkön :bütün yaşayanlar; amalın candan aşırdı: sanatiyle herkesi geçti (harfiyen: her diriyi..) ; can cer: çocuk doğurma azaları; can dilibiz menen: can ve gönülden; başımla beraber; can candan bk. candan; can algıç: Azrail; can kıygıç: katil, canı keçke cetpesin! : akşama kadar yaşamasın! ; canın sabap: bütün kuvvetiyle; canımdı cebeymin! : (yalan söyledimse) canım çıksın; kendimin düşmanı değilim ya!
can- III, dönmek; sözdön can- : sözden caymak, sözünden dönmek; ciptin uçu candı: ipliğin ucu dağıldı, çözüldü; şişik candı: şiş indi; cüz canbagan cigit: cesur pervasız yiğit, delikanlı. IV, yanmak, tutuşmak.
can-V = canı- .
cana yine, daha; mükerreren.
canadil kon. cenaddel.
canakı = cañkı.
canaş- 1. yan yana bulunmak; yan yana bulunmak veya hareket etmek; canaşa: yan yana; böğür böğüre; canaşa cat- : böğür böğüre yatmak; canaşa bastır- : yan yana gitmek; 2. yaklaşmak, yanaşmak.
canaştır- yaklaştırmak, yan yana koymak, böğür böğüre koymak.
canatan gene, yeniden, yeni baştan.
canayak kulplu çanak (daha fazla nasıbay bk. tütünü övütmek için kullanılır) .
canaza a. dn. cenaze namazı kılmak.
canbaguu bk. can II.
canbaktı = can baktı ( bk. bak IV) .
canbaş = cambaş.
canbütkön bk. can II.
cancak (can- cak) bk. canI.
cancökör tarafdarlık, yardakçılık.
canç- dövmek; parçalamak, ezmek.
cançıl- ezilmiş, dövülmüş olmak.
cançıra- kırılmak, parçalanmak, ezilmek.
cançmal darı yarması, süt ve yap ile yapılan bir nevi yiyecek.
cançuu işs. canç- tan.
cançuur havan (havaneli ile birlikte) .
canda- 1. yanında bulunmak; yan yana durmak; 2. yakın gelmek, yanaşmak; 3. hizmet etmeye çabalamak; yaltaklanmak; yaranmak.
candama 1. yanda bulunan nesne; yandaki; teğit( temas eden) ; süylömdün candama müçölörü gram. : cümlenin tali ( ikinci derecedeki) üyeleri; 2. (kuşakta) üzerinde bıçak taşınan kayış; 3. yol arkadaşı.
candan- 1. canlanmak; 2. candan yahut can candan- : aile sahibi olmak; tentirep cürgönçü mal mal maldanayın, can candanayın: işsiz dolaşmaktansa, mal ve aile sahibi olayım.
candık 1. diri varlık; 2. (koyun, keçi gibi) ufak evcil hayvanlar.
candır- I, tutuşturmak( yakmak) ;kundaklamak. II, geri vermek, iade etmek; cip candır: bükülmüş ipliği çözmek, açmak; candırıp sura- : tekrar sormak veya dilemek(rica etmek).
cañda- ellerle jest yapmk; cañdap süylöş- : jestlerle anlaşmak.
cañdoo jestler yapma.
cañgak = cañak.
cañgızdık = calgızdık.
cañı 1. yeni; ay cañısı: ayın ilk yarısı; aydın beş cañısı: ayın beşinci günü; 2. ahiren, az bir müddet önce; cañıdan: ahiren: ahiren bir müddet önce; henüz; cañıdan kötörülgön ay: henüz doğan ay.
cañıçıl müceddit, yenileyici.
cañıl- yanılmak.
cañıla- yenilemek; et cañılap cesin dep, elüüdön aşık cılkı aldım folk. : taze et yiyebilsin diyerek, elliden fazla et aldım.
cañıldır- yanıltmak, şaşırtmak.
cañıldıruu yanıltma, şaşırtma.
cañılık yenilik, yeni şey; yeni haber; kündün cañılıktarı: günün yeni haberleri.
cañılış I, yanlış,hata; yanlış olarak.
cañlış- II, yanılmak, şaşırmak.
cañılıştık yanlışlık.
cañlıştır- et. cañılış- II den.
cañılıştıruu = cañıldıruu.
cañılt- = cañıldır- .
cañıltuu = cañıldıruu.
cañır- I, çınlamak,yankılamak (yankı hakkında) . II, yenilemek; köönüm cañırat: gönlüm ferahlıyor.
cap I, ( rad. ) kazılmış hendek. II, ca sesiyle başlıyan kelimelerin önüne takviye için katılır: capcaman: çok fena;cap- cakşı: pek iyi; cap- cañı: yepyeni;cap- calgız:yapa yalnız, büsbütün yalnız; cap – caşıl: yemyeşil; cap- caş: çok yakın, yan yana. III, caagı cap boldu: çenesi durdu, sustu.
capañda- hareket etmek; harekete getirmek gayet geniş, çuvalımsı giyim giymiş yahut ezik kalpak giymiş kanburu çıkmış insan hakkında) .
capar a. dn. her şeye kadir, cebbar (Allahın sıfatıdır) .
capayı sahravi, vahşi, yabani.
capayıçılı vahşet, yırtıcılık.
capılda- 1. çok söylemek ; 2. yaltaklanarak konuşmak.
capır- devirmek, bükmek; yere doğru eğmek ; (diyelim, yelin otu eğmesi gibi) : congoş konu şamal capırdı: yoncayı rüzgar yaktı; izdep cüröm capırıp folk. : özenle araştırıyorum; at ku’ agın capırdı: at kulağını kıstı.
capma örtülmüş, kapanmış; capma alaçık: kerege (bk.) siz oba; capma çelek: az mikdarda boza, insanın kendisi için yahut en yakın dostları için saklanmış olur.
capşır = cabıştır; cerge capşıra çap! : öyle çarp ki yere yapıssın.
capşırıl- = cabıştırıl- .
catı kazanga captı: kazanda pişirilen ince yufkalar.
captık = capdık.
crtır kapatmak, örttürmek; ürttük captır- : örtü, çul ile örttürmek.
captıruu işs. captır- dan.
car I, f. dost, yar, sevgili kadın, metres; car körüşüü: bir oyunun adı ( bk. oyun) esnasında erkek ve kadın gençlik bununla eğlenir; car körüş, car körüşüü oynamak; car- car: düğün şarkısının nakaratıdır; tört car = çaryar. II, f. moyunum car berbeyt: arzum yok, tembelliğim tuttu; moyun car berbegendikten: arzusuzluk yüzünden, tenbellik dolayısıyle. III, yar, uçurum, dik sahil; car taş: deniz kıyısındaki sırt kaya. IV, feryat; ilam; ilan;car sal-: feryat, yardıma çağırma; (münadi vasıtasıyla) umuma bildirme. V. yarnak, parça parça etmek; otun car- : odun yarmak, kırmak; cara çap- : yararcasına kesmek, çalmak; artık döölöt baş carbayt ats. : fazla servet kafa yarmaz, kırmaz, fazla mal göz çıkarmak.
cara I, yara; cerha; karha.
cara- II, 1. hoşa gitmek, yaramak; carayt: olur; iyi; işe yarar; işke carabayt 1) işe yaramıyor; 2) hükümsüz; biz dagı sizdiñ bir işiñizge carap kalarbz: bir vakit bizde sizin bir işinize yararız: bir ooz. " kel " digenge carabayt: " buyu runuz inşallah " demesini bile bilmiyor; 2. antrenöman görmek; koşuya, sefere hazır bulunmak (at hakkında )
caraat . a. = cara I.
caradar k.f. = caraluu.
carak silâh; teçhizat; coo carak: savaş silâhları; carak-cabdık: teçhizat; tedarikât; kerek-carak 1) gerekli teçhizat vetedarikât; 2) silâh ve mühimmat; kerek-carak koomu: yoğaltım (istihlâk) şirketi.
caraksız 1. işe yaramıyan, berbat; 2. müsellâh olmıyan, silâhsız.
caraktan- silâhlanmak.
caraktandır- silâhlandırmak.
caraktandıruu işs. caraktandır-dan.
caraktant- silâhlandırmak.
caraktanuu işs. caraktan-dan.
caraktuu 1. işe yarayan; cumuşka caraktuu: çalışabilen; 2. silâhlanmış; caraktuu künü coo kelbeyt ats.: insanın silâhlandığı gün düşman galmez.
caraş- 1. barışmak; 2. yakışmak; münasip ve yaraşık olmak; bizge içkilik caraşpayt: bize ayaşlık yakışmaz; bakkan eesi caraşsa, kara küçük sak bolot ats.: sahibi uygun olursa, kara (yani bayağı, soysuz) enik dahi uyanık olur
caraşa göre (tevfikan); tatbikan; cergeliktüü şarttarga caraşa: mahallî şartlara göre uygun olarak; daha ör. bk. caramduuluk.
caraşalık uygunluk, mutabakat.
caraşık yararlık, işe yararlık; caraşıgı cok kiyim: yakışmayan giyim, özenle dikilmemiş elbise; çaraşık kün: açık, iyi gün.
caraşıktuu yarayan; hoş; yakışan; caraşıktuu kiyim: tam gelen, yakışan elbise.
carbañda- lâübalilik etmek, lâübalice şaka etmek, lâübalice kucaklamak.
carbay- zayıf olmak (başlıca, gülümseyen yüz hakkında).
carçı münadi, çığırtkan.
carda 1. su aşındırmak; eşmek; kazımak; alışğndı bek bayla, cardap ketse suu berbeyt folk.: arkını iyi pekit, kazılırsa su vermez; 2. sıraya dizilmek; beleske çıgıp cardagan folk.: dağ geçidine çıktılar ve sıraya dizildiler.
cardam . f. yardım, müzaharet.
cardamçı yardımcı, muavin; cardamçı etiş gram.: yardımcı fiil.
cardamdaş ı, birine yardım edenler.
caramdaş ıı, karşılıklıca yardım etmek.
cardamdaşuu yardımlaşma; cardamdaşuu komissiyası:müzaharet komisyonu; cardamdaşuu kassası: karşılıklı yardım sandığı.
cardamsız yardımsız, âciz, yardım
görmiyen .
cardan- merakla, hayretle bakmak, gözlerini geniş açmak (çok şahıslar hakkında); adamdın baarı çuuldap, katar turup cardanıp folk. :bütün halk sıraya dizilerek ve hayret ederek gürültü yapıyor; emine cardanasıñar?: neden gözlerinizi faltaşı gibi açıyorsunuz?
cargak 1. zar (bir iç havuzu kaplıyan yahut iki uzvu birbirinden ayıran ince deri, m.); 2. tüyünden ayrılmış ve arıtılmış hayvan derisi; cargak şım: deri şalvar; cargaktay:arık, zayıf.
carganat yarasa.
cargı taş cargı: taş yarıklarında biten bir otun adıdır.
cargıç yırtıcı; cargıç kuştun mıktısı alp kara kuş bar eken folk.: orada yırtıcı kuşların en güçlüsü olan kartal varmış.
carı- ıı, haliden memnun olmak; gereği gibi tatmin edilmek (daha fazla menfi şekilde kullanılmaktadır); al tamakka carıbagan: (eskiden) adamakıllı yiyecek görmemişti; er carıbagan nerse: değersiz nesne; boş; ufak tefek.
carım ı, yarım; carım saat: yarım saat; carım tıyın: yarım kopek (para); carım som:yarım ruble (elli kopek); tüm carım: gece yarısı; carım es: kaçık, şuuru çatlak, aptal; birdicarım bk. bir; calgız-carım bk.calgız.’ ıı, kârlılık, verimlilik; carımı cok :kârsız, az verimli.
carımçak yarımlı; carımçak töşök 1) tek yataklı döşek; 2) kız yatağı.
carımdal- yarısını bitirmek.
carın- kendisinin karnını yarmak; carınıp ölö kalayın folk.: karnımı yarayım da öleyim.
carış ı, 1. birbirini geçmek maksadiyle koşma; 2. yarış; müsabaka; sotsialistik carış: sosyalitçe yarış; carışka kir-: müsabakaya girişmek; atış carışı: atış müsabakası; carış söz: münakaşa, münazaa; carış sözgö kim çıgat?: münakaşaya kim çıkacak?
carış- ıı, hep birlikte yarmak, kırmak. ııı1. koşu; birbirini geçmek maksadile koşmak; 2. yarışmak.
carışçak 1. koşma yarışı amatörü; 2. at koşularına aktif bir surette işitrâk etmeyi seven kimse; calgız attuu carışçaak, caman katun uruş- çaak ats.: tek atlı kimse yarışı sever; kötü adam kavgayı.
carıştır- et. carış ıı, ııı ten taş carıştır-: taş atmakta yarışmak.
carıştıruuçu 1. konuya teşvik eden; 2. yarışa teşvik eyleyen: söz carıştıruuçu: münakaşalara karışan.
carışuu 1. koşu; 2. müsabaka.
carıt- et. carı- ıı den; tük iştep carıtpayt: fena çalışıyor, işinin hayrı yok; bugün carıtıp tamak içkeniñ çok: bugün adam akıllı yemek yemedin.
carıtıluu = carıtımduu; carıtulu iştegen işi çok: hoşa gidecek, beğenilecek hiçbir iş yaptığı yok; işi için kendisine teşekkür etmeye hiç bir esas yoktur.
carıtımduu yetecek kadar, kâfi tatmin edici; kanaat verecek şey (daha fazla menfi şekilde kullanılır) ;carımtıduu iş: müsbet neticeler veren iş: carımtıduu eme berbeyt: beğenilecek, insanı tatmin edecek hiçbir iş yapmaz.
carıtımsız ehemmiyetsiz; dikkate değmez; tatmin etmez.
cark bir işin ânî bir surette vukuunu, beklenikmeden peyda olan parıltıyı, ışığı taklidi ifade eden bir onamatopee’dir; cark etti: birdenbire parladı; ansızın belirdi; çındık cark etip: hakikat birden açıldı; cark etip külümsöröp ciberdi: ansızın neşeli gülümsedi; cark-curk: çabuk parlıyan; gözalıcı ışığı tayin etmek için taklitlik tabirdir.
carka (rad.) parıltı.
carkı- parlamak, yıldıramak.
carkılda . = carkıra-.
carkın aydın, gözalıcı; ışık okş. nur topu.
carkıra- parlamak, yıldıramak. mucibolmak.
carkoo bahane, sebep; carkoo kılıp:den dolayı sebepli.
carköp r. "jarkoye": kızartma: kuşbaşı şeklinde doğranarak kızartılmış et, kebap.
carlık ferman, emir, buyrultu; buyruk"carlıktar: buyrultular ve emirler.
carnaktuu payı olan, payı ihtiva eden; car-naktuu doo: çalınan maldan muayyen bir-hisse iddia etme; senin mende carnaktuu-dooñ barbı?: neden bana iddialarınla takılıyorsun?
carnlaş ı, hisse ortağı, bir şeyden başkasiyle birlikte hisse almak hakkına malik olan.
carnalaş- ııpaydaş olmak.
carnama k-f. buyrultu hükûmet ilânı.
caroo karın ve böğürleri incelmiş; atıñ caroo: atın incelmiş; atım caroo tartıp ketti:atım inceldi, atımın karnı ve böğürleri inceldi.
cartıla- (âdet olduğu üzere, geçen zaman gerondifi ile ve carım sözü ile birlikte): carım cartılap: yarı yarıya, tam değil.
carımtımduu = carıtımduu.
casa- 1. yapmak; düzmek; yaratmak; sınbastı usta casabayt ats.: hiçbir şey ebedî değildir (harfiyen: usta, kırılmıyacak hiçbir şey yapamaz); 2. süslemek, bezemek.
casagan = caratkan.
casak bir serdarın maiyetindeki savaşçı müfrezesi.
casaker = carooker.
casakerden- müdahane etmek, yaltaklanmak; birisinin teveccühünü aramak.
casakerdik = carookerdik.
casalga tezyinat, bezek, süs.
casalgala- tezyin etmek, bezemek, süslemek, tefriş etmek.
caslgalan- tezyin etmek, bezenmek, süslenmek, tefriş edilmek; kvartirim radio, elektir cana başka uşular öñdüü kerektöölör menen casalgalangan: mesgenim, radyo, elektrik ve başka kolaylıklarla süslenmiştir.
casooçu 1. düzen; parovoz casooçu zoot: lokomotif imal eden fabrika; 2. mat. teşkil eden.
casool tar. bir hükûmet memuru yanında bazı yumuşları (hizmetleri) yerine getiren; 2, kavas.
casta- = cazda- ıı.
castık = cazdık ı.
caş 1. genç; caştayınan: gençliğinden beri; caştayımda cetim kaldım: çocukluğumda öksüz kaldım; 2.ham (olmamış); caş kayış: sepilenmiş deri; 3. yaş (ömrün yıl ile ölçülen miktarı); caşka tol yahut caşka cet-: bülûğa ermek (erkekler hakkında); mektep caşına ceptgeen baldar: mektep çağına ermemiş çocuklar; caşıñ caş: sen daha gençsin; -4. ömür, hayat; ceti kündük caşım bar folk.: yedi günlük ömrüm kalmış; ırgıp ketet başıñız, tügönüp kalat caşıñız folk.: başınız uçar, ömrünüz sonuna erer; gözyaşı; çolok caş: bir damla gözyaşı; közünön çolok- caş çıktı: gözünden yaş damlaları aktı.
caşa- yaşamak, sıhatte ömür geçirmek; cıyırma caştı caşagan: yirmi sene yaşamış , yirmi yaşında; caşasın!: yaşasın!. sağ olsun!;caşasın bütkül dünüyödögü sotsialistik revolutsiya!: yaşasın bütün cihan sosyalist devrimi; köpcaşagan bilbeyt köptü körgön bilet ats.: çok yaşıyan bilmiyor, çoğu görenbiliyor. (çok yaşayan değil, çok gezen bilir.)
caşamal yaşlı.
caşañ yeşil, taze (ot hakkında); caşañ çöp: taze, yeşil ot.
caşañkıra- 1. bir parça yaşamak; caşañkıragan: yaşlı; 2. biraz gençleşmek.
caşar ı, (filân kadar) yaşında; altı caşar: altı yaşında, altı yaşında olan.
caşar-ıı gençleşmek.
caşart- gençleştirmek, tazelik vermek.
caşartuu gençleştirme.
caşaruu gençleşme.
caşat- yaşatmak, yaşamal imkânı vermek.
caşçılık gençlik; gençliğe has olan her şey ve hal.
caşı- hemen ağlayacak bir durumda bulunmak, gözler yaşarmak; neşe kaçmak; söögüm caşıdı: (acımaktan) yüreğim kan içinde kaldı.
caşıñkıra = caşıñkıra.
caşık 1. yavan (et hakkında); arık; zayıflammış, caşık et: arık hayvanın eti, yavan et; eti caşık (hayvan hakkında) semiz olmıyan; eti kalgan kök caşık, kanı kalgan bir kaşık folk.: teni morlaşmış kanı bir kaşık kalmış; zayıf, sağlam değil, gevşek (diyelim- demir bıçak hakkında); caşık temir: adî-demir(çelik değil); caşık cürök: yüreği yufka, merhametli, ağlayık,; 3. daima ağlar gibi duran; caşık ün: ağlayık kimsenin sesi; 4. hazırcevap olmıyan kimsenin hali.
caşıktık 1. arıklık; bitkinlik; 2. zayıflık; gevşeklik, ağlar gibi duran adamın hali; 4.hazır cevap olmayan kimsenin hali.caşıl, 1. yeşil; yeşillik (ot) , sebze; caşıl bak; yeşil bahçe; çaşıl öngöt, caş çoñoyot ats. : yeşil soluyor, genç büyüyor; 2. taze; açık; caşıl gül: açık çiçek.
caşıldan- 1. yeşillenmek; 2. göz yaşarmak; közü caşıldanıp ketti: gözü yaşardı.
caşıldant- 1. yeşillendirmek, yeşil renge boyamak; 2. köz caşıldant: göz yaşarmaya başlamak.
caşıldantuu yeşil renge boyama.
caşıldanuu işs. caşıldan- dan.
caşılduu yeşil otla örtülmüş; caşılduu caykı talaa: yeşil otla örtülmüş olan ilkbahar stepi
caşırmay saklama; çöp caşırmay: bir oyunun adıdır.
caşırt- gizlemeye müsaade etmek yahut zorlamak; saklamayı emretmek.
caşıruu gizleme, saklama.
caşıruun = caşırın ı.
caşış müş. caşı-dan.
caşıt 1. yaşartmak (göz hakkında); 2. yumuşatmak; temir caşıt": demiri tavlamak (ateşte son derece kızarıp dövülebilecek hale getirmek).
caşoo yaşayış; geçiniş.
caşooru 1. gevşek ve kederli olmak; 2.dert yanmak.
caşta- gözyaşı dökmek.
caştay bk. caş 1.caştık, gençlik.
cat ı, yad; yabancı; cat süylöm gram.: araya giren cümle (cümlei mutariza, proposition incidente); cat söz: araya giren kelime. ıı, f. yâd, anma, hatıra getirme, hâfıza; catka aldı: ezberledi; cat bilet: ezberden biliyor. ııı, 1. yatmak, uzanmak; bulunmak; ikamet etmek; üydö catat: evde yatıyor, yahut- bulunuyor, ikamet ediyor; şaarda beş gün-cattım: şehirde beş gün bulundum (ikamet ettim geçirdim); men üygö catam: ben obada (odada, evde) yatacağım (uyuyacağım);türmödö catkanda; hapishanede yattığında;2. ait olmak, taallûk etmek: ilgilenmek; mına bul törö çülükkö catabı?: buna kibarlık, zadelik (bürokrasi) denilebilir mi?; 3. catkan (çokça menfi ve beğenme manasında olarak); en yüksek derecede, son derece, catkan bir uuru: benzeri görülmiyen bir hırsız; 4. ("ganı" ile biten kelimelerden sonra) niyetini bildirmek, hemen yapmıya hazır bulunmak; ketkeni catat; gitmeye hazırlanıyor, şimdi gidecek; turganı cattı ele: kalkmaya hazırlandı, kalkmak niyetinde idi; 5. yardımcı fiil rolünde "cat" işin uzun sürdüğünü ve o âna, o dakikaya uygun- olduğunu ifade eder (bk. at ıv); söz süylöp catat: söz söylüyor (söylemekte devam ediyor); oynop catat: oynamakta devam ediyor; okup catat: öğreniyor, okuyor; kat cazıp catkanda: mektup yazarken; kayda bara-catat, emnege bara catat?: nereye gidiyorlar, niiçin gidiyorlar? orusça süylöp catabı,-kırgızça süylöp catabı?: (şu dakikada) rusça mı söylüyor, kırgıca mı söylüyor?; iştep kele catat: o çalışıyor (muayyen dakikadan şimdiye kadar); biz catıp catkan u bakta: bizim yattığımız zamanda; biz attanalı dep catkanda: ata binmeye hazırlandığımız- zamanda; suu agıp catat (akmakta devamediyor); bazan cat fiilinin hal zamanının 3 üncü şahsı (yardımcı fiil olarak kullanıldığında) catır yahut catırı şekline girer; eldin baarı cırgap catırı; stalindin armivası ceñilbes, ulamdan col körsötüp catırı folk.: halk hazediyor, mütelezziz oluyor; stalin’in ordusu yenilmez; o, (o orduya) dai-ma yol gösteriyor;: kele catır külroço etrafına bakınarak geliyor. cata, cata karın: sarkık karınlı; calama toodan teke atkan, cata karın eçki atkan folk.: kayalı dağlarda tekeler atmış, sarkık karınlı keçiler atmış.
catak 1. yatacak yer, yatak, geceleyecek mahal; 2. in; yabanî hayvanların yuvası; ayuunun catagı: ayının ini; bödönönün catagın körda, etine taarınba ats.: bildircının yuvasını gör de eti az diye kızma!; kar it catak bolup kalıptır: kar erimiş, yalnız onun ötede beride bazı yığınları kalmış; 3. daimî mesken (kışın ve yazın aynı yerde kalan mesken); catakka kal": yazın ya dakışlağa göçmeksizin yazlıkta kalmak; 4. caakkana.
catakana = catakkana.
catakçı tar. yatak (yani hayvanları bulunmadığından, yazı dahi kışlakta geçirmeye mecbur olan fakir kimse); catakçını ter kıssa, cügün cöö taşıyt ats.: catağı (yazın) ter sıkıştırırsa eşyasını (yaylağa) -yaya taşır.
catakkana k.f. geceleyecek yer; konak; mesken; birlikte yaşanan yer.
catırkoo yabancılık hissi, yadırgama; mende catırkoo cok, kimdin üyünö barsam da, öz üyümdöy: ben sıkılmıyorum (yadırgamıyorum) , kimin evine gidersem, o ev benim kendi evimdir.
catış ı, işs. cat ııı ten ulandı gram.: lokatif- (mefulüfih).
cattık- ıı, yabancı olmak, yadırgamak. ııı = catık- ıı.
cattıktır- yabancı olma hissini uyandırmak.
cattıktıruu (herhangi bir kimsede) yaban-cılık duygusunu uyandırmak.
catuu yatma.
cay ı, yaz; cayı kışı yahut cay kış debey: kışın ve yazın; bütün yıl; cayında: yazın, yaz zamanında; cayın: yaz boyunca, bütün yaz. ıı, f. 1. yer, mahal; cayında 1) yerinde; 2) her şey yerinde; 3) hakkında; dolasıyla -dair; traktor remontu- cayında: traktörlerin tamiri yolundadır; cayın tap: (birisinin) hakkından gelmek; mec. öldürmek; cayıñdı tabam: hakkından gelirim (senin); anın cayı tabılat: sıvışamaz; onu ele alırlar (harfiyen: onun yeri bulunmuştur); oyuñ cayınan çıkpay kaldı: düşündüğün meydana çıkmadı, dediğin olmadı; 2. mesken; ev yapma; 3. iş evi; teşebbüs yeri; önör-cay: sınaî iş yeri; kagaz önör cayı: kağıt sanayii; okuu cayı 1) okuma yeri: mektep; 2) sağlık işlerinin durumu; den sooluk cayı 1) sağlık müessesi 2) sağlık işlerinin durumu; önör cay akca pılanı es.: sınaî, malî plân; 4. (bu mana ile daha fazla: maani- cay): vaziyet; hâlet; cayıñdı aytçı: kim olduğunu ne olduğunu söyle, anlat!; zorduk kılgan tol. toydum maanı-cayın köröyün folk.: bakayım, bu zorbalık yapan-toltoy kimmiş (ben ona gösteririm!); ca-man, cayın aytam dep, baarın aytat budala vaziyetini anlatayım derken, her şeyi meydana koyar; 5. esas; sebep; ıylay turgancayı cok: ağlamasına sebep yok. ııı, 1. böyle (işsiz); işte!; sebepsiz; cayça yahut cayça ele: böyle (muayyen bir –maksat olmaksızın); cay adam: yabancı kimse; hususî adam; cay sooda: hususî ticaret; 2. ağır, yavaş, sükûnetle; cay cür-:ağır, yavaş yürümek; cay barakat = cayba rakat; canı cay tapkanı cok: rahat yüzü görmedi; cay bolot: ölecek; cayma-cay: rahça, acele etmeden: cay aldır: dinlendirmek cayı ketken: rahatı kaçmış; bitmiş. ıv, cay cayla- bk. cayla ııı; cay taş bk taş 1.
cay- v, 1. sermek, yaymak, asmak diyelim, kurutmak için çamaşırı); dağıtmak (diyelim saçları); açmak (diyelim kitabı) ; kitep cay-: kitap yaymak, açmak; argımak oozun caydı: at ağzını açtı; çaçın caydı: kadın saçlarını dağıttı (örgülerini çözdü) ; aştıkka suu cay-: ekinlere su akıtmak; butuman kan caya beriptir: bacağımdan boyuna kan aktı: 2. yaymak; elge cay": umuma, halka bildirmek; ilân etmek; 3. otlağa çıkarmak; caygan atı miñ; bolsun, salınganı kis bolsun folk.: atları bin tane olsun, sergisi ise samur kürkü olsun!
caya atın but eti (burası lezzetli parça sayılır).
cayan bk. cayın; kızıl cayan: kana bulaşmış; murdu kızıl cayan bolup ketti: burnukan içinde; kar kızıl cayan bolup kaldı: kar kandan kıpkızıl oldu.
caybarakat f-a. rahatça: kendi zevkine; mesut olarak.
caybarakattan- mesut yaşamak, rahat geçinmek.
caybarakattanuu rahat geçinme.
caybarakattık saadet, rahat.
cayça bk. cay ııı.
cayçı gûya cay taş yardımıyla havayı değiştirebilen yakarışçı: (bk. taş 1).
cayçılık sükûn, huzur; boş vakit: cayçılıkta cazarbız: bir fırsatta yazarız.
cayçılıktuu rahat, sâkin.
caydak (süvari hakkında): eğersiz; caydak min- yahut caydak atka min-: ata eğersiz, atın sırtına hiçbir şey sermeden binmek; caydak töş: açık döş, ğöğüs; caydak tam: boş (mobilyasız, mefruşatsız ve gayri meskûn); eşiği çok caydak tamda catkamın: kapısız, boş evde oturdum.
caydakta- at caydakta: atın eğrini ve teğreltisini çıkarmak, almak.
caydaktan- fazla giyimi ve yükü çıkararak hafiflemeka; beşmantçan bolup, caydaktanıp algan: yalnız bir beşmet (palto) ile kalarak kendini hafifletti.
cayıl- ıı, serilmek, yayılmak, her yana açılmak, genişlemek; keñiri cayılgan: geniş yayılmış; caman kagazga sıya cayılıp ketet: fena kâğıda mürekkep yayılıyıveriyor.
cayıldan- hırslanmak, gazaba gelmek.
cayıldanuu hırslanma, gazaba gelme.
cayılım malga cayılımı cok cer: hayvanların yayılıp otlamasına imkân yer.
cayılma serilmiş, yayılmış; cayılma süylöm gram.: uzun cümle (süje ile predikattan başka üyeler de bulunan katmerli cümle).
cayılt- et. cayıl ıı den; etek cayılt-: eteği uzatmak; sovet soodasın keñ cayıltılı: sovyet ticaretini genişletelim.
cayıltuu yayma; geliştirme; partiyanın içki demokratiyasın cayıltuu: partinin iç demokrasisini inkişaf ettirme.
cayıluu ı, işs. cayıl" ıı den. ıı, serilmiş; tastorkon cayıluu: masa örtüsü serilmiş.
cayın ı, bk. cay ı. ıı, yayın balığı; folk.: balık şeklindeki deniz canavarı, cayın balık = cayın; cayın ooz: büyük ağızlı.
cayış işs. 1. gütme, otlama; mal cayıtın bilbeysiñ: hayvanlar nerede ve nasıl gütmesini bilmiyorsun; 2. mer’a, otlak; maldın cayıtı bolboy bara atat: hayvanlar için mera yetişmiyor; otlak işleri yolunda değil; çar cayıt = çarcayıt; 3. genişlik; engin; een- cayıt turmuş: müreffeh hayat.
cayka 1. silkmek, çırpmak; harekete getirmek; ak sakalın caykagan: (koyu ve uzun) ak sakalını sallıyor; 2. = caygar; aldap- soo-lap caykayın folk.: hile ile ve ustalıkla ben yoluna koyarım, işi düzeltirim.
caykakta- atla öteye beriye koşturmak; ata bir veya yarım çark yaptırmak.
caykal- 1. bir yandan o bir yana sallamak; caykala bastı: süzülerek, kurularak salınarak geziyor; sakalıñ caykalgan: sakalın küremsiğidir, kaba sakalsın; sakalın özenle taranmış; sakalın sana mühim bir tavır veriyor; çöbü caykalgan cer; koyu ve taze otla örtülmüş olan yer; 2. tam gelmek, yakışmak; köynögü caykalgan: elbisesi yakışıyor ve tam geliyor.
caykalt- et. caykal-dan.
caykana f. 1. büyük erkeklerin ordoya (bk. ordo 3) benziyen oyunu: 2. dn. ebedî istirahat yeri.
caylaştır- yerleştirmek, yerli yerine koymak, gereği gibi her şeyi yerine koymak.
caylaştıruu her şeyi yerli yerine koyma, yerleştirme.
caylaşuu işs. caylaş-tan.
caylat- et. cayla- ı, ıı den; caylata: bütün cay (yaz); bütün yaz boyunca; caylata kılgan meenetinin cemişi: bütün yaz sarfettiği emeğin yemişi.
caylı işi bir caylı bolgonço: işi yoluna konuluncaya kadar; henüz işi aydınlanmamışken.
cayloo ı, nizama koyma; yerli yerine yerleştirme. ıı, yazlık otlak, yaylak (bunun yaylada olması mutattır).
caylooloş yaylaktaş, yayla ortağı.
caylooluu uygunlaştırılmış; yere intibak etmiş.
cayluu ı, rahat; iyi, hoş; cayluu, eptüü mal eken; manikerdi maga ber folk.: maniker atı) bana ver; çevik, hoş bir hayvanmış. ıı, üylüü sözün tekidir.
cayma 1. yayılmış, dağıtılmış, dağınık; cayma kökül: dağınık kahkül; dağınık örgü; cayma kuyruk 1) dağınık kuyruk; 2) gevşek; cayma bazar: öyle pazar yeridir ki orada mallar işportalara ve yere serilir; 2. ağzına kadar doldurulmuş çuval (hububat ölçüsü); eki kapka cay kılıp aldım: tam, ağzına kadar doldurulmuş çuval aldım; 3. teke ile yarışın bir safhasıdır ki o zaman bu yarışa (sadece onun ilk müteşebbisleri değil; herkes iştirâk eder) .
caymalan- kenarlarla bir hizaya gelmek; dümdüz, yassı olmak.
cayna- 1. geniş ve çok dökülmek; caynagan el kele atat: kaynaşan halk kütlesi geliyor; caynagan kol: gayet çok asker; buuday cerne carnap kaldı: buğday pek fazla döküldü; cıldızdar caynap çıgıp kalıptır: yıldızlar göğü kapladılar; 2. güzel ve büyük olmak (gözler hakkında) ; botodoy közü caynayt: o kadının (güzel) gözleri geniş açıldı; 3. gönül kaapcasına güzel gözükmek; aldına kilkildegen caş kozunun eti, kımız, boorsok debey, caynap keldi: genç kuzunun eti, kımız, ve boorsok onun önüne gönül kaparcasına dikildiler.
caynamaz f. namaz halısı, seccade; namaz kılarken ayak altına serilen kumaş parçası yahut temiz giyim.
caynat- et. cayna-dan; botodoy közün caynatkan folk.: o kadın gözlerini geniş açtı.
caypa- yassılanmak; baştan başa örtmek, kapamak; geniş sahaya taşmak; cerdi suu caycap ketti: yeri su bastı, kapladı; cer caypagan kozular: yeri baştan başa kaplayan gayet çok kuzular.
caypak- yassı, düz.
caypat- et. caypa-dan.
caypoo sorusu caypoo bolot dep üstünö colborston keçim captırgan (rad. , v): sağrısı caypoo olmasın diye kaplan derisinden çul örttürmüş.
cayra- ölmek; caşıñda cayrap kal!: genç yaşında öl inşallah!; caştayında cayrap kaldı: genç yaşta öldü.
caysız rahat olmıyan; konogu caysız boldu: misafirlerin ikramı şöyle böyle idi.
caytaş = cay taş (bk. taş 1)
cayuu işs. cay ıv. den.
caz ı, ilkbahar, ilkyaz; cazı menen: ilkbaharda, ilkbahar boyunca; cazında: ilkyazda; cazday: bütün ilkbahar, ilkjyaz içinde; ala cazdan bk. ala 4.
caz- ıı, 1. yazmak; kat caz-: mektup yazmak; 2. tasarlamak; tahmin etmek; kudaydın cazganı dn.: takdirî ilahî, kader, kısmet; 3. yaymak, açmak; genişletmek; muştumun cazdı: yumruğunu açtı; kapa caz-: can sıkıntısını dağıtmak; çıngırığın cazbadı: acı acı sesi kesilmedi; çer caz-: kedri, tasayı gidermek. ııı, yanılmak; hedfe değdirememek; yolu şaşırmak; caza çap: kılıçla, balta ile vururken hedefe isabet etmemek; cazatiy-: dosdoğru hedefe değdirememek; cazbayat-: isabetli atmak; caza süylö-: yanlış bir söz kaçırmak; sözde yanılmak; cazbay taanhıyt: yanlışsız tanıyor; karañğgda cazbay tabamın: karanlıkta yanılmadan buluyorum; atardın dübürü cazbay uguldu: atların ayak sesleri yanlışsız duyuldu; dele oşonuñdan cazba!: işte bundan yanılma, nasıl yaptınsa, şaşırmadan öyle yap!; tük cazuçuu emes ele: o, hiçbir zaman yanılmadı; cazdım yahut cazıp- tayıp: tesadüfen, rastgele, yanlışlıkla; cazdım (yahut cazatayım) bolup ok cañıldı: serseri kurşun isabet etti; cazatayım kelip kaldım: yakalaya yazdım (yakalıyordu, fakat o yakayı kurtardı); caza- buza basıp cıgılıp kettim: ayağımı iyi basmayıp, düşüverdim; men saa emine cazdım: ben sana karşı ne kusur yaptım?
caza ı, a. ceza; kıyın; ceza tart-: karşılığını almak: ceza çekmek; cazaga tart: cezalandırmak; cazaga tartıl-: cezaya uğramak; cazanıñ eñ cogorku çarası: en ağır ceza; ölgöndün cazası- kömgön ats.: ölenin cezası gömmektir.
caza- ıı = casa-.
cazaker a-f. suçlu, cezaya mahkum; cala kılgan söz menen cazaker kılsam beker dep folk.: eğer ben onu yalan ihbara göre cezalandırırsam, bu doğru bir hareket olmaz.
cazala- cezalandırmak, tedip ve tenkil etmek.
cazalat- ceza verdirmek, tedip ve tenkil ettirmek.
cazda- ı, (hal zaman gerondifi şeklinde olan fiilden sonra) az kaldı; cürögü çıga cazdadı: yüreği çıka yazdı: az kaldı çıkacaktı; az kaldı düşecektim. ıı, (birisinin başaltına) yastık koymak; (birisi için) bir şeyi yastık yerine kullanmak; anın başına cazdık cazda!: başaltına yastık koy!
cazdal- mut. cazda- ıı den; başı karga cazdalıp cattı: başını kara yasladı.
cazdan- başaltına yastık koymak; yastığa yaslanmak; herhangi bir şeyi yastık yerine kullanmak; kar cazdanıp mal taptım folk.: kar üstünder yatarak (emeklere ve mahrumiyetlere katlanarak) mal kazandım.
cazdanış- müş. cazdan-dan.
cazdant- et. cazdan-dan.
cazdık ı, yastık; kuş cazdık: kuş tüyüm yastık; cazdık kap: yastık yüzü, kılıfı. ıı, (mutat olduğu üzere köz söziyle bir arada): mal köz cazdıgında kalbasın: sakın hayvanları gözden kaybetmeyelim; kitep köz cazdığında kalbasın, cakşılap karagın: kitap köşe bucakta kalmasın, iyice bak; köz cazdıkta kalbasa, barbagan cerim kalbadı folk.: belki tesadüfen gözden kaçırmış olabilirim, yoksa, gitmediğim yer kalmadı. ııı, ilkbahara ait, yazlık ekin.
cazdıktaştıruu ekini yazlığa çevirme.
cazdım = cazım (ör. bk. caz ııı) .
cazdır- ı, yazmayı rica yahut emretmek. ıı, doğru yoldan çıkarmak, şaşırtmak dalâlete düşürmek.
cazı 1. geniş; yassı; cazı mañday: geniş alın; boru cazı: bağrı geniş; geniş göğüslü; cazı kur bk. kur ıv 1; 2. = cazık ıı 2.
cazık ı, günah, suç, kabahat; saa emine cazık kıldım?: senin karşında benim ne kabahatim var?; mende ne cazık?: benim kabahatim var; ukkan kulakta cazık cok ats.: duyan kulak suçlu değildir. ıı, 1. düz; 2. ova
cazımış 1. kader, takdiri ilahî; ezeldegi başka bütkön cazımış: ezelden mukadder olan; 2. yazar gibi görünen; cazımış bolup oturat: yazar gibi gözükerek oturuyor.
ce- ıı = cee. ııı, yemek; tadını almak; tamakce-: yemek yemek, akça ce-: para yemek, ihtilâs; akımdı cep ketti; hakkımı yedi, bana ait olan hakkı vermedi; tayak ce-: dayak yemek; sopa ile dövülmek; suuk ce-üşümek (diri varlık hakkında); kam-ce-: yumruk yemek, yumruk darbesi almak; suu cep ketti: su eşerek götürdü (diyelim, sahili); bok ce bk. bok; kulak meemdi cebey, tınç koyosuñbu?: kulağımın dibinde dırlanmadan vaz geçerek, beni rahat bırakacak mısın yoksa? :
cebe 1. ok; cebe tart-: ok çekmek, ok atmak, 2. temren; ketmendin cebesi: çapanın yüzü, tepesi müstesna olmak üzere, bütün yassı kısmı; 3. yay (silâh); cebenin ogu: ok.
cebek sıra, saf; cebek tart-: sıraya dizilmek, bir sırea olmak.
cebele- ok gibi uçmak, atılmak.
ceber cer-ceberge cet-: sövüp saymak.
cebilge (göç sırasında yahut gelini köyüne yollarken) binek hayvanlarını süslediklewri saçaklar ve süslü çullar.
cede- cedep: gayet, pek, son derece; cedep maş bolgon: adamakıllı pişmiş (insan hakkında);çok pratik olmuş; cedep til uga berip, kulagı coy bolgon: o kadar tekdir sözleri işitmiş ki artık bunlar ona tesirsiz kalıyor; cedep kişi katarınan cıgıptır: itibarını büsbütün kaybetmiş (hâkimiyetini ve s. kaybetmiş) tir.
cee f. 1. yahut, veya; cee sen maga kelesin, cee men saga baramın: ya sen bana geleceksin yahut da ben sana varacağım; 2. ne (menfi mânada) cee eşiği cok, cee terezesi cok tam: öyle bir ev ki ne kapısı, ne penceresi var.
ceek ı, bostanlarda uzunca tümsekler; arkın kenarı; kenar; pervaz: tañ ceek saldı: şafak söktü;: ceegi cok: çenesi durmaz; sıkılmaz, söylemekten çekinmez. ıı, ağzına geçen her şeyi çiğneyen (diyelim, hem paçavrayı, hem ipi, hem at kuyruğunu çiğneyen buzağı gibi); doymaz, obur.
ceekte- kenar, kıyıboyunca yürümek; su ceektep; nehir kıyısı boyunca yürümek.
ceektet- et. ceekte-den.
ceel erge-ceel: cüce.
ceen yeğen yahut kadın tarafından torun; ceen kız: kız yeğen yahut kadın tarafından torun; ceen ayak es.: kabile ziyaretlerinde ceen’lere hususî ikram; şölenlerde ceen’in amcasından yahut dedesinden canı istediği gibi ikram edilme yahut sürüden istediği atı seçme hakkı; ceen kelgençe, ceti börü kelsin ats: yeğen gelmekten ise, yedi kurt gelsin.
ceendik es. (yeğenin amcasından yahut dedesinden hediye seçme yahut onları sürüsünden istediği hayvanı alıp götürme hakkında dayanan) ceene verilmesi mecburî olan hediye.
cerde kızıl, al; cerde at: al donlu at: cerde sakalduu: kızıl sakallı.
cekçil nefret eden, husumet besliyen; cetpegen cekçil ats.: bakmıyan iyi amma, hakikatta çiğdir (harfiyen: toy olan- nefret edicidir).
ceke ı, f. ayrı, mümtaz, hususî; münferiden, tek başına, yalnız; ceke irette: şahsî yola; ceke nalog: şahsa mahsu vergi; ceke çarba: husuî iğelik (ekonomi); attı cekebayla: atı (başkalarından) ayrı bağla!; suraganga beker ber, suusaganga ceke ber! ats.: istiyene bedava ver, susayana- ayrıca (daha fazla) ver!; ceke gana bul emes: yalnız bu değil; ceke biylik: mutlakiyet idaresi; ceke kapital: hususî sermaye. ıı, kök ceke yahut ceke ötük (destanda) bir çeşit kıymetli ayakkabı.
cekeçil şahsiyetçi, individualiste.
cekeçilik şahsîcilik, individualisme.
cekele- 1. tek başına hareket etmek; cekelep cooga kir: düşmana tek başına saldırmak, tek başına savaşa atılmak; 2. tek bir kişi üzerine iki kişi (üç kişi ve s.) birden saldırmak; eköö cekelep ketti: tek bir kişi üzerine ikisi bvirden yürüdüler.
cekelen- bölünmek; ayrı ayrı vahitlere (teklere) ayrılmak.
cekelik teklik, yalnızlık.
ceken kuga dahi denilen saz (bataklık bitkisi).
cekendi cekendi ton (destanda): bir üst giyimin adidir.
cekendos f. oturmak için küçük, dar, sirilmis sergi.
cekeri tar. kendisine silâh takilan kuşak, kemer.
cekey başa giyilecek bir şeyin adidir.
cekir- sövmek, kötü muamelede bulunmak.
ceköös = cököös
ceksen f. 1. ayni; düzeltilmiş; yeksan; cer menen ceksen kildi: yerlere yeksan eyledi, ezdi; 2. mahvolmuş, bitmiş.
ceksende- yerle yeksan, bir emek; imha etmek; ceksendep köm- 1)gömmek; 2) sathini düzeltmek.
ceksöörün menfür.
ceksööt- ceksöörün.
cekşembi f. yekşenbe: pazar günü (hafta günlerinden birinin adidir).
cekte- nefret etmek; husumet beslemek.
cel i, kemik çürümesi, rim (hastalik) ii, rüzgâr, yel; koñur cel: hoş esin, serin, hafif yel, esin; caydin koñur celi: hoş yaz esini, yeli; cel öpkö bk. öpkö; cel söz: yel söz, boş söz; cel tiygizbey maktayt: yel dokundurmadan övüyor.
cel- iii, yenmiş olmak. iv, yelmek (hizli koşmak).
celbegey yakasi açik olarak; sirta atilmiş olarak (palto hakkinda).
celbürööç ; 1. ziynet yerine kullanilan türlü köstekler, madalyonlar, cici biciler; 2. köttük’ün bir parça yukarisinda (bk. köttük) kuskuna takilan süsler.
celde- 1. kopmak, çikmak (yel hakkinda); kün celdey tüsüp, möndür caadi: rüzgar çikti ve dolu yagdi; 2. genis yayilmak: atagim curtka celdegen folk.: ünüm (söhretim) halk arasina yayilmis.
celden- rüzgarin tesirine maruz kalmak; rüzgarda serinlemek, havalanmak.
celdet a. 1. cellat; iskence yapan; 2. tar. muhafiz, bekçi; nöbetçi.
celdik eger yastigi.
celdir- yeldirmek (hizli kosturmak).
celdirt- et. celdir-den.
celdirüü iss. celdir-den.
celdüü 1. rüzgarli yelli (hava ve yer hakkinda); kün celdüü bolup turat: hava rüzgarli duruyor; celdüü cer: rüzgarli mahal veya bölge; 2. mec. hoppa, hafif mizaçli, hafifmesrep; celdüü cigit: hoppa delikanli.
cele 1. uçlari iki kaziga baglanarak gerilen, taylari ve buzagilari baglamak için hizmet eden ip; karkira-turuna, cele tart!: turnalar siraya diziliniz! (uçup gitmekte olan turnalari, çocuklar iste bu sözle tesyi ederler); 2. sira ile dizilmis olan tuzaklar; 3, örümcek agi; cörgömüs cele tartiptir: örümcek agini kurmustur.
celek 1. bayrak; 2. hafif, erkek üst giyimi (çokluk, elisi kumastan ve astarli olarak dikikilir) 3. yensiz çocuk giyimi; 4. (destanda) bayrak günderinin ucu; celegi altin tuu folk.: günder ucu altindan olan bayrak.
celektüü bayrakli, bayrakla teçhiz edilmis olan.
celelen- katar halinde dizilmek.
celep ; elep sözünün tekidir.
celetke r. «jiletke»: yelek; kiz celetke: küçük kiz mintani.
celgüür kimiz tulumunda, fazla gazlari çikarmaya yarayan menfez.
celigis i. cosma, cosma haleti.
celigiç- ii, coşmak, heyecana gelmek.
celigüü işs. celik- ii den.
celik i, yelme (at yürüyüşü) celiği cakşi at: yelmesi, yelişi iyi (yumuşak) olan at.
celik- ii, taşkinlik etmek; kendini zaptedemez hâle gelmek.
celiktir- . aşiri gazaba getirmek; kişkirtmak.
celiktirüü işs. celiktir-den.
celim zamk; sari celimdey: «hamam yapraği gibi» (yapişkan).
celimçi zamk yapan.
celimde- zamk sürmek, zamkla yapiştirmak.
celimdel- zamk sürülmek, zamkla yapiştirilmak.
celimdet- zamk sürdürmek, zamkla yapiştirtmak.
celimdöö zamk sürme, zamkla yapiştirma.
celimdüü zamk sürülmüş, zamkli. yapişkan.
celimek ufak sinek, thrips (böcek).
celin hayvan memesi.
celinde- 1. meme toplamak (diyelim, buzağılamadan biraz önce inek hakkında); 2. haya torbasının şişmesinden mustarip olmak (aygır hakkında).
celiş ı, yeliş (at yürüyüşü).
celiş- ıı, hep beraber yelmek.
celke 1. ense; beygirin yele arkası; celkenin çuñkuru: ense çukuru; üyün celkemdin çuñkuru körsün!: “evini ensemin çukuru görsün!” evine ayak basacak değilim; 2. ense, yele arkası derisi; cegeni celkesinin çıgarılsın!: yediği burnundan gelsin: senin yaptığın (yahut benim yaptığım) iyiliğin hayrını görmesin!: ceen el bolboyt, celke ton bolboyt ats.: ceen (bk). hısım olmaz; yele arkası derisinden kürk olmaz. 3. geri, kıç; arka kısım.; ayıldın celke cagında: avulun (köyün) öte yanında.
celki 1. dudaklardaki yahut gözkapaklarındaki çatlaklar, sivilceler 2. dudaklarında yahut gözkapaklarında bu gibi çatlaklar ve sivilceler bulunan kimse.
celmaya = celmayan.
celmayan yürük deve; hecin devesi.
celmooguz 1. cadaloz karı; 2. mec. obur.
celötkö = celetke.
celp . taklitlik söz (onomatopee); celp degiz: hafifçe dalgalandırmak, sallamak.
celpint- . havalandirmak suretiyle serinlendirmek, havalandirmak (hava aldirmak); colborston keçim captirip, ceteletip, celpintip folk.: ati kaplan derisinden çula örttürerek, onu sürerek ve serinleştirerek.
celpirüün 1. yelpaze; celpirüün tabak 1) yelpaze işini dahi görebilecek olan ince tepsi; 2) un kepçesi; 2. hububati silkmek suretiyle temizlemeye, ayiklamaya yarayan kap.
celpit- et. celpi- ii den.
celt taklitlik söz (onomatopee); bütkön boyu celt etti: bütün vücudu ürperdi, titredi.
cem yem, hububattan yem; cemçöp- hububattan, ottan olan yem: cem saldi kil- 1) yemle beslemek; 2) rüsvetle avlamak; ak cem: suda birakilan et (suda birakilarak islatilan ettir ki avci kuslari, semirmesin diye, bununla beslerler); cem çaç-: yiyecegi kusmak (alici kus hakkinda); kam-cem albay: dinlenmeden.
cemçil hububattan olan yemi seven (hayvan hakkinda).
cemde- hububattan olan yemle beslemek; cemdep bakkan at çidamduu bolot: hububattan olan yemle beslenen at dayanikli oluyor.
centek sağ yağdan yahut yağli kavuttan ibaret bir aştir, ki çocuk doğduktan yahut deve doğurduktan sonra ikram edilir.
centekte- gidip yeni doğan çocuğun ve annesinin hâlini sormak.
ceper = ceber.
cer 1. arz, yer; mahal; cer kaymaktap bütköndö bk. kaymakta; cerin karap kaçkan: vatanina kaçmiş; men ani cerine cetkirem: ben ona gösteririm, ben ona kim olduğumu bildiririm; bir cerine cetken kedey: son derece fakir; cer kara bk. kara ii; cer-ceber bk. ceber; cer cemiş bk. cemiş; 2. cercerde: muhtelif yerlerde, ötede beride; cer- cerlerde: yerli yerinde; cer menen cer kilip koy-: yerle bir kilmak; cer menen cer bolup kal-: yerle yeksan olmak; munun eç bir arsarsiy turgan ceri cok: bunun hiç bir şüpheyi mucip olacak yeri yok; cerge kal-: boşuna mahvolmak; erge kilgan cakşilik cerge kalbayt ats.: mert kişiye yapilan iyilik boşuna gitmez; bir cerge 1) bir mahalle: 2) bir yere; barip turgan ceri: bir şeyin en yüksek derecesi; cer baspay turgan kezinde: kuvveti ve refahi yerinde iken; cer baspay turgan at: hizli yürüyen, yeğni bacakli at; ani men külüp turgan cerinen çakirdim: ben onu tam gülüp durduğu zaman çağirdim; salgan cerden yahut çukul cerden: ansizin, birden bire: hiçbir sebep yokken: cer-suu 1) yersu (üzerinde çîftçilik yahut davarcilik ile meşgul olunabilecek olan toprak ve şartlar); 2) mit. toprak-su ilâhi (fena ruh); cersuu tayi-: yer-su ilâhina (merhamet dileyip) kurban kesmek; vermek; 2. mesafe; beş kündük cer: beş günlük yer, mesafe.
cerçil doğduğu yahut uzun zaman yaşadiği yere temayül eden (diyelim, hep eski sahibine gitmeyi düşünen köpek hakkinda).
cerde- yaşamak, oturmak (ikamet etmek); tekesti cerdedik: tekste yaşadik; cerdegen ceri talas: ikamet ettiği yer - talas’tir.
cerdeş i, hemşeri.
cerdeş- ii, birlikte ikamet etmek.
cerdik 1. yabanî (ehlî olmayan); cerdik kuş: vahşî kuş; 2. kendi kabilesinden yahut avulundan uzaklara göçüp giden kimse; insanlardan uzakta yaşayan adam.
cerdiktüü yerli, mahallî.
cerdöö ikamet
cerdööçü ikamet eden, oturan.
cerdüü 1. toprağa malik olan; arazi sahibi; 2. = cerdiktüü; cerdüü kizmatçi: yerli hizmetçi.
cerge 1. sira; 2. hanin karargahi, sarayi: askerdi arbin baştapsiz, cetim tul katin, cergeñdi karan taştapsiz folk: büyük ordu sevk ettin; öksüzleri, dul kadinlari ve karargahini bakimsiz biraktin.
cergele- siraya dizilmek; cergeley kon-: sira sira olarak konmak, yerleşmek.
cergelet- siraya dizmek; sira düzmek; cergelete kondu: siralar teşkil ederek oturdular yahut kondular (halk, kuşlar vs. hakkinda)
cergesiz soyu sopu belli olmayan; cergesiz cetim debeseñ, cetilsem seni bagamin folk.: eğer soyu sopu belirsiz yetim demezsen, büyüyünce ben sana bakarim.
cergilik mahallî; aslî.
cergilikteş- yerlileşmek; (diyelim, resmi işlerde) yerli ahalinin diline geçmek; yerli ahalinin mümessilleri memuriyete alinmak.
cergilikteştir- yerlileştirmek; (diyelim, resmî işlerde) yerli halkin lisanini tatbik eylemek; mahalli halkin oruntaklarini memuriyet kadrolarina almak.
cergilikteştirüü yerlileştirme; aparatti cergilikteştirüü: idare cihazini yerlileştirme.
ceri- 1. yadlaşmak, yadirgamak; 2. kendi yavrusunu kendine yaklaştirmamak; koy kozusun cerip ketti: koyun kuzusunu kendine yaklaştirmadi (kuzulayinca onu kabul etmedi).
ceris- müs. ceri-den.
cerit- et. ceri-den.
cerlik yerli; (su veya bu) bölgeye ait olan; osol cerlik: o yerin ahalisinden; biz hemserileriz.
cersi- vatanini özlemek, vatanini düsünmek.
cersin- yeri elverişli saymak ve oraya yerleşmek.
cersiz topraksız
cersizdik topraksızlık
cerüşö . = cer üşö (bk. üşö)
cerüşöö işs. cerüşö-den.
cese- ortaya çıkmak, hareket etgmek (keşifçiler hakkında); cesekçi cesep kaldı: keşifçiler harakete geçtiler.
cesk şehir kapısı; kordon; keşif (başlıca, at hırsızlarını gözetleme yahut yakalamak için); cesek at kazdık; kordon kurduk, eşifçiler koyduk; cesek attandı: keşifçiler harekete geçtiler.
cesekçi keşifçi; kordoncu.
ceset = casat ı
cesir a. dul kadın (karş. tul ve tul- duu); olco cesir tar. : harp esiri; cesir akı: dul kadın hissesi.
ceş- ıı, müş. ce- ııı ten; deşpe, deşkenden kiyin bok çeşpe ats.: bir işe girişme, girişince de sızlanma! (harfiyen: sözleşme, sözleşince de bok yeme!)
ceşil- karşılıklıca bilinmeye maruz kalmak (birbirine sürtme yüzünden, diyelim, iki değnek hakkında)
cet- varmak; ermek; erişmek; ulaşmak; şaarga cettik: şehre vardık; muratka cet-: murada ermek, maksada vasıl olmak; kuup cet-: peşinden yetişmek; cetip ozup ket-: yetişmek ve geçmek; akıl cet- peyt: akıl almıyor, akıl ermiyor; caşka cet- bk. caş 2.; boygo cet-: bk. boy 1; boyum cetpeyt: boyum yetmiyor ( bu iş için benim boyum kısadır); közü cetti 1) göz gezdirdi; 2) kanaat hasıl etti, yakinen bildi; köz cetpeyt: gözükmüyor, göz alamıyor; kekçe cete: akşama kadar, ta akşama kadar; cete okugan: çok okumuş, alim;acalı cetdi: eceli yetmiş; aramdıgıñ öz başıña cetet: hainliğin kendi başını yedi.
cete ecdad, dedeler; menşe, kök; cetesi caman: kötü temayüllü; ceteñ caman, kişi bolboysuñ: temayüllerin fenadır, sen adam olmazsın.
cetim yetim , öksüz; cetim öz kindigin özü keset ats. : öksüz kendi göbeğini kendi keser; cetim kabırga: en kısa kaburga kemikleri; cetim sümbö: kısa , tüfek harbisi.
cetimçilik = cetimdik.
cetimdik yetimlik öksüzlük hali.
cetimiş yetmiş.
cetimsire- kendini öksüz hissetmek , yetim kalma duygusuna kapılmak.
cetiştik kifayet; malga cem-çöp cetiştik kılat: hayvanlar için yem kâfi miktarda vardır.
cetiştir- tedarik etmek , hazırlamak; anıklamak.
cetiştirüü tedarik , hazırlama.
cetiştüü her şeyi kâfi miktarda bulunan kimse; temin edilmiş olan; bütün caktan cetiştüü: her hususta temin edilmiş; madaniy küçtör cetiştüü: medeni kuvvetler kâfidir; cetiştüü emes: kâfi gelmiyor , yetişmiyor.
cetkidey kâfi; cetkidey dayardıgı bar: yetecek kadar hazırlığı vardır.
cetkileñ mükemmel; hiçbir kusuru , eksiği olmıyan; gelişgen; cetkileñ içik: âlâ kürk; cetkileñ biyik: büyük yükseklik; cetkileñ kıyın iş: gayet güç iş.
cetkir I , atik; uzun sözdün kıskası , cel sözdün cetkir ustası: uzun sözün kısası , boş sözün ustası.
cetkir- II, 1. tedarik etmek , yetiştirmek; çakkan öltüröt , maktagan cetkiret ats. : yeren öldürüyor; öven (maksada) yetiştiriyor; tayak tayga cetkiret , tay atka cetkiret ats. : " on paradan lira birikir " (harfyien : asâ taya ulaştırır , tay ise , ata ulaştırır) ; 2. kendine yetişmeye müsaade etmek.
cetkirt- et. cetkir- II den; ketemin degeniñdi elge cetkirttim: gideceğim dediğini halka ulaştırttım , bildirttim.
cetkis el ermez , yetişilmez; akıl cetkis: akıl ermez; esep cetkis: hesapsız , hesaba gelmiyecek kadar çok.
cetkisiz = cetkis.
cetkiz I = cetkis , but cetkiz cerde: insan ayağı basmıyacak yerde.
cetkiz-II = cetkir- II; bul kabardı kolxozgo me cetkizdim: bu haberi kolkoxa ben yetiştirdim.
cetkizüü yetiştirme.
cetmiş = cetimiş.
cetöö yedi tane.
ceyren 1. = ceerde; ceyren sakal: kızıl sakallı; 2. ceylan.
cez bakır; teneke; cez tırmak bk. tıımak; cez tumşuk bk. tumşuk; cez kempir = cez tumşuk(bk. tumşuk) .
cezde enişte (büyük kız kardeşin kocası) .
cezdüü bakırla teçhiz edilmiş;bakıra malik olan; bakırla kaplanmış olan.
cezit a. (destanda) alçak (adam): yezid.
ceztırmak bk. tırmak .
ceztumşuk bk. tumşuk.
cıbanak (Rad.) kaplan kemikleri; cıbanak saptuu ak kestik (Rad.V) : sapı kaplan kemiğinden olan bıçak.
cıbıcı- kaynaşmak; kalabalık halinde hareket etmek.
cıbıgız karakuş nevilerinden birinin adıdır.
cıbılcı- ağır ağır , gevşek hareket etmek; cıbılcıgan cigit: beceriksiz , delikanlı; cıbılcıp suu agıp atat: su gayet zayıf sızıyor , az ve yavaş akıyor; cıbılcıbay batırak aytsañçı! : uzatmadan , daha çabuk söylesene!
cıbılıktat- köz cıbılıktat - : hızlı hızlı göz kırpmak.
cıbıñda- hızlıca göz seğirmek; gözle işaret etmek.
cıbıt 1. = koktu (ancak daha küçük hacimde) ; 2. çayın yatağı.
cıdı- 1. dökülmek (kıl ve saç hakkında) ; dökülmek (yün , tüy hakkında) çaçı: tazdın başınday cıdıp tüşüp kalgan: saçı kelin saçı gibi dökülmüş; 2. ordo (bk.) oynarken , kaideye riayet etmemesi yüzünden oyundan ayrılmak.
cıdımak 1. = borbor (yalnız ordo oynarken , bk.) ; cıdımakka sal- (karş. – cıdı- 2) ; oynarken hiyle etmek; 2. çocukların aşık oyununun bir çeşididir.
cıdıt- et. cıdı-dan.
cıgaç ağaç; kara cıgaç: kara ağaç; hercai karağaç; sarı cıgaç: amberbaris (bitki , karş. börü karagat: karazat maddesinde) , at cıgaç: değirmen tesisatı kısımlarından binin adıdır; üy cıgaç: keçe ev yapmak için gerekli olan ağaç; cıgaç tüşürdü es. : gelini evine götürmeden 15- 20 gün önce güveyin , gelin köyünün ahalisine çektiği ziyafet.
cıgaççı marangoz , dülger.
cıgaççılık marangozluk , dülgerlik zanaatı.
cıgaluu cıgaluu möör(destanda) hükümdar , han mührü.
cıgıl- devrilmek , düşmek , yere serilmek; yenilmek; cıgılsañ nardan cıgıl ats. : mahvolsan da çalgı altında mahvol! ( harfiyen: düşersen , hecin devesinden düş!) ; astına cıgıldı : ayaklarına kapandı; el sözünö cıgıldı folk. : halkın dediğine boyun eğdi; ayıpka cıgıl- bk. ayıp 3.
cıgılış I, cıgıluu; it cıgılış bol- (pehlivanlar hakkında) ; ikisi birden düşmek; it cıgılış bolup kayra turduk ( güreşte) biz ikimiz de birden düştük ve sonra yeniden ayağa kalktık.
cıgılış- II, müş. cıgıl-dan.
cıgılıştuu kendi kabahatini itiraf etmek; biz sizge cıgılıştuubuz: biz size karşı olan kabahatimizi itiraf ediyoruz.
cıgıluu düşme , yıkılma.
cıgım kadın " sarığı" nın (başörtüsünün) kısımlarından bir tanesinin adıdır.
cık- II, devirmek , yenmek , yere çalmak; suu cık- : suyu akıtmak; aldına cık- : ayaklarına kapanmaya zorlamak; ayıpka cık- bk. ayıp 3.
cıl I, yıl; çarba cılı: üretim (istihsal) yılı; kem cıl : âdî yıl; toluk cıl: " tam yıl" , kebise yılı; cıldardan cıl ötüp: yıllarca zaman geçti; cıldan cılga: yıldan yıla; kirişteri cıldan cılga ösüüdö: gelirleri yıldan yıla artıyor; bıyılkı cılı: bu yıl; eçen cılı: nice yıllar; birkaç yıl; cılıga yahut cılda: her yıl; cıl alıs folk. : biz yıl aşırı karşılaşıyorduk; 2. hayvan adlarına göre yürütülen takvim (bu devri takvimin yıllarının adları sırasiyle şunlardır: 1) çıçkan : sıçan; 2) uy: sığır; 3) bars: pars; 4) koyon: tavşan; 5) uluu: ejder; 6) cılan: yılan; 7) cılkı: at; 8) koy: koyun; 9) meçin : maymun; 10) took: tavuk; 11) it: köpek; 12) doñuz: domuz , cılıñdı töö kılasıñ: sen artık çok oluyorsun; kendini dev aynasında görüyorsun ( harfiyen: yılını yani doğduğun yılı deve yılı yapıyorsun; hayvan devri takvimi yıllarının adlarında deve adı yoktur; cıl sürüş- : hayvan devri takvimine göre , birbirinin hangi yılda doğduğunu soruşturmak.
cıl- II, hareket etmek , kımıldamak; emeklemek: yere doğru pek fazla eğilerek yürümek; suu cılıp agat: su ağır ve süzülerek akıyor; akırın cılıp barıp konobuz: ağır ağır yürüyeceğiz ve konakta (gece konacak yerde) duracağız.
cılacın cılaacın , cılalcın , alıcı kuş için çıngırak.
cılan yılan; cılan cıl: hayvan devri takviminde altıncı yılın adıdır; ak cılan : beyaz yılan; cöö cılan yahut cöölcan yahut , söölcan : yağmur böceği; kara çaar cılan: engerek yılanı; ok cılan : yılanların bir çeşidinin adıdır; çala öltürgön cılanday: ne et ne de balık ( harfiyen yarı öldürülmüş yılan gibi ) ; cılan ordosu: yılan yuvası , yılan ini : cılanday : yılan gibi mahir , çevik; cılkıga cılanday uul carayt ats. : at (gütmek) için yalnız çevik delikanlı yarar; cılan boor 1) kayış örmenin ayrıca bir şekli , 2) mec. : kamçı.
cılañ cılañ ayak = cıñaylak; cılañ ayakta: ayakkabıyı çıkartma.
cılañaç çıplak , çırılçıplak.
cılañaçta- giyimini çıkartmak . soymak.
cılañaçtan- giyimini çıkarmak , soyunmak.
cılañaçtoo giyimini çıkartma , soyma.
cılañayak = cıñaylak.
cılañaylak = cıñaylak.
cılañbaş açık baş.
cılañbaştan- başı açmak ( başa giyilen nesneyi çıkartmak suretiyle ) .
cılas 1. yok edilmiş; batmış; değersiz; cılas bolgur! : mahvolası! ; kahrolası! (atlar için sarfedilen ilençtir ) ; cılas kıl: kökünden imha etmek , köküne kibrit suyu dökmek; cılas bol- 1) kaybolmak; 2) fakir düşmek; cılkıçı bolup , bee baktıñ; cılas bolup , töö baktıñ folk. : at çobanı oldun , kısrak güttün; fakir düştün de deve güttün; 2. pervasız: yürekli.
cılbırska 1. dalgalı (yeni doğan kuzunun tüyü hakkında) ; kısa tüylü kuzu derisi; 2. mec. (insan hakkında) dönek , çabuk değişen , yalancı.
cılbıskak = cılbırska.
cılbış- yerinden oynamak , kaymak.
cılbışkak düz , kaypak.
cılcı- kımıldamak , hareket etmek.
cılçıgıy dar gözlü; yarığımsı gözlü.
cılçık yarık , küçük yarık.
cılçıksız yarıksız , deliksiz; bütün.
cılçılık bir yıl müddet , vade; ayçılık saygan işime cılçılık sayıp cetpegen folk. : benim bir ayda yaptığım nakışı o kadın bir yılda yapamıyor.
cılçıy- 1. daracık olmak (delik hakkında) ; 2. dar gözlü olmak.
cıldaş yıldaş , yaşıt (aynı yılda yahut hayvan devri takvimine göre ayın adı taşıyan senede doğmak itibariyle)
cıldık 1. yıldönümü; 2. bir sene müddet; senelik vade; beş cıldık: beş senelik; beş cıldıktı tört cılda: beş yıllık vazifeyi dört senede başarmak.
cıldır- yerinden oynatmak; yerinden kımıldatmıya zorlamak; koydu beri cıldır: koyunları bu yana sür!
cıldırma yavaş iş gören , gizlice , sinsice hareket eden.
cıldız 1. yıldız; cıldız tolgondo yahut cıldız tolo: gece geç vakit; gece olduğunda; cıldızı artık (insan hakkında) : talihli , talihi yaver , cıldızı tüştü yahut cıldızı öçtü: yıldızı söndü; itibarını kaybetti; cıldızı karşı: aralarında düşmanlık vardır; cıldız- cıldız mec. : delik deşik; yırtık pırtık; 2. teveccüh; 3. sevimli; hoş; cıldızı eken adamdın , kim caktırbayt mındaydı? folk. : o , en sevimli insandır , böylesi kimin hoşuna gitmez?
cıldızça yıldızcık.
cıldızda- suu cıldızdap kirdi: su pek fazla taştı , su her tarafı bastı.
cılımçı 1. tatsız; iştah uyandırmıyan: 2. sinsi , gizlice iş gören; cılımcı osuraktın cıktı caman ats. : avm. : yavaş atın çiftesi pek olur.
cılımık ılığımsı; kün cılımık tarttı: gün bir parça ısındı.
cılın- ısınmak , ılınmak.
cılınt- ısınmıya zorlamak , ılıtmak.
cılınuu işs. cılın- dan.
cılış yerinden hareket etmek; ilgeri karay cılış casaaştı: ileriye doğru hareket ettiler.
cılışta- yavaşça hareket etmek; oorusu kündön küngö cılıştap oñolup kele atat: hastalığı günden güne iyileşiyor , geçiyor.
cılıt- ılıtmak , ısıtmak; suu cılıt- : su ısıtmak; boy cılıtçu kep gönüle hoş gelen söz , lâkırdı.
cılıtuu işs. cılıt tan.
cılkı I, 1. at (bu hayvanın soy ismi olmak üzere ) ;cılan çakpay , cılkı teppey: yılan sokmadan , at tepmeden: sebepsiz; durup dururken; kırk cılkı: kırk at; mec. es. kız (babasının kızı) ; gelinlik kız; 2. hayvan devri takviminde yedinci yılın adıdır. II, ötkön cılkı: geçen seneki.
cılkıçı 1. hergele çobanı; 2. lâtince adı Motacilliadae olan bir kuştur: çoban aldatan ( ?) .
cılkıçılık hergele çobanı mesleği.
cılkıluu atları çok olan , at sürüsüne malik olan; san cılkıluu: hesapsız at sürüleri sahibi.
cılma 1. pürüzsüz; ayak kaydıran; cılma taş: kaypak( pürüzsüz) taş; 2. yere sürünen; cılma toktum: sathi karar.
cılmakay düz kaypak ( boyuna kayan; ayak kaydıran) .
cıloo (daha çok at koşuları zamanında kullanılır) yular , dizdin; attardın cıloosun algıla! : atları dizginlerinden tutun!
cıloolo- dizginden tutmak.
cılpılda- hızlı bir hareket yapmak; çevik ve sokulgan olmak; tabasbus etmek , yaltaklanmak; suudan çıkkan balıktay kolgo karmalbay cılpıldayt : sudan çıkmış balık gibi kıvrılıyor ve kendisini yakalatmıyor.
cılpıñda- ustalıkla , atiklikle hareket etmek , iş görmek.
cılpışta- yaranmak; yaranır gibi gözükmek; yaranarak telaş etmek.
cılt göz yumup açınca ve ansızın yapılan hareketi ifade eden taklitlik sözdür; kün cılt koyup uyasına kirdi: güneş bir parça parladıktan sonra batıverdi; karanlığgıda ot cılt etti: karanlıkta ateş yıldıradı; cılt etip külüp koydu: ansızın gülüverdi; cıldızday cılt- cult etet: yıldız gibi parlıyor , yıldırıyor , yalabıyor; cılt ber yahut cılt et- : fırlamak , hızlıcza sıçramak; sıvışmak.
cıltılda- yıldıramak , yalabımak.
cıltıldaş- müş. cıltılda- dan.
cıltıldat- et. cıltılda- dan; balalardın ot cıtıldatıp catkandarın kördü: çocukların ateş tutuşturduklarını gördü; cıltıldatıp at mindi: ata binerek kurulmuş.
cıltıñda- işve yapmak , kırıtmak gözlerle , yüzle) .
cıltıra- parlamak , yalabımak.
cıltırak parlıyan; cıltırak metaldar: renkli mâdenler.
cımcırt tam sukûnet , sessizce; kulak murunu kesilgendey cımcırt: kulağı burnu kesilmiş gibi , hiçbir hayat eseri göstermiyor; kulak kesgendey cımcırt: tam sukûnet , tam sözsüzlük ve sessizlik.
cımcırttık tam sukunet , tam sözsüzlük ve sessizlik; cımcırttıkka kömüldü: sukunete , tam sessizliğe daldı.
cırtış 1. yırtma , parçalama; 2. es , ölüyü hatırlama töreni sırasında verilen hediyeler; 3. es. kızın yakınlarının karılarına verilen düğün hediyesi.
cırtkıç yırtıcı ( hayvan) .
cırtkıçtan- yırtıcıya dönmek; cırtkıçtangan ak gvardeyester: yırtıcıya dönmüş beyaz gardçılar (kaytakçı unsurlar) . cırtkıçtık , yırtıcılık , yırtıcılık temayülleri ve hareketleri.
cırttır- et. cırt- II den.
cırtuu yırtma , parçalama .
cış sık , koyu( diyelim , orman) ; bütün , sağlam; baştan başa; cış urganday kalıñ tokoy : gayet koyu orman; cış urganday köp kişi: gayet çok insan , hesapsız halk; cışcış:begayet , son derece.
cıttuu kokulu , kokan , koku saçan; alma cıttuuu : elma kokan; atır cıttuu yahut cıpar cıttuu: güzel kokan , ıtır kokan , mis kokan.
cıy I, cıy- cıy = cış- cış( bk. cış) ; cıy uçurayt: sık sık raslanıyor; mebzûldür.
cıy- II, yığmak , yığın halinde toplamak , küme haline koymak; biriktirmek; attın tizginin ( yahut oozun) cıyıp cür! : atın dizginini iyi çek , atın başını boş bırakma !
cıyırma yirmi; cıyırma bir: yirmibir (bir nevi iskambil oyunu).
cıyış I, . 1. yığma; 2. vergi toplama.
cıyış- II = cıynaş.
cıyıştır- 1. toplamak; 2. tavsiye etmek (diyelim , bir teşebbüsü; alışverişi).
cıyma cık-cıyma : ağzına kadar dolu ; sandığı anı-munu menen cıkcıyma : sandığı öteberi ile ağzına kadar doludur , sandıkları her türlü eşya ile tıkabasa doldurulmuşyur.
cıyna- toplamak , yığın halinde yığmak.
cıynak 1. türlü mevat ve yazılarıiçine alan dergi; antologie (seçme eserler mecmuası) ; ırlar cıynağı : şiirler külliyatı;şiirler dergisi; 2. tutar yekûn; 3. derli toplu (mazbut) kimse.
cıynakta- 1. toplamak; takım halinde toplamak; 2. tutarını göstermek.
cıynaktal- 1. toplamak , takım yapılmak; 2. tutarı gösterilmek.
cıynaktık derli topluluk , mazbutluk.
cıynaktoo 1. takım haline koyma; 2. tutarını gösterme.
cıynal- toplanmak , yığılmak; el cıy-
naldı : halk toplandı.
cıynalış I, toplantı.
cıynalış- II, müş. cıynal-dan.
cıynañkıra butun cıynañkırap o-turdu : bacaklarını bir parça toplayıp oturdu.
cilik borumsu kemik , ilikli kemik; ilik- cilik : hısım akraba.
cilikte- hayvanın bütün gövdesini parçalamak; ciliktep , maydalap kaynatkan et ; ufak parçalar halinde haşlanmış , kaynatılmış et; cilik-tep sura- : inceden inceye soyunu sopunusopımu soruşturmak (diyelim , hangi boydan , hangi kabileden , hangi oymaktan ve s. , olduğunu).
cilinçik baldırın çift kemiklerinin büyüğü , incik kemiği; cilin-çigim kakşadı : incik kemiğim burkuldu; cilinçigiñdi cagamın : ben seni parça parça ederim (harfiyen : incik kemiğini kırarım).
cin I, a. cin , şeytan , ifrit; cimi karmadı : cin tuttu; cinime tiybe! : beni hırslandırmak ; cinime tiyseñ : eğer beni hırslandırırsan , kızdırır-san; baylatma cin : son derece taşkınlık etme; çin ooru : ruhî hastalık; bakşı cinin çakırdı folk. : şaman ruhlarını çağırdı; cinin kaktı: burnunu kırdı (kibrini giderdi); akıl aşsa , cin bolot ats. : insan fazla akıllı olursa , delice olur. II, miydenin içinde bulunan şey; töö cinin bürküp iydi : deve yediğini çıkardı (tükürdü); bok cin : bağırsakların ve miydenin içinde bulunan nesne; kan tök dese , cin tökkön folk. : akılsızca gayret gösterdi (harfiyen : ona kan dök denildikte , miydesini boşaltıyor.)
cinçi = incu; cinçi körsöñ-tişin kör folk. : eğer inci görmüş isen , onun dişlerine bak (onlar da inci gibi bembeyazdırlar).
cinden- = cindilen.
cindi delice , kaçık.
cindilen- delirmek , kudurmak.
cindilenüü işs. cindilen-den.
cindilik cinnet , kaçıklık.
cinik- (karş. cin- II) dolu karınla koştuktan sonra kötü durumda bu- lunmak.
ciniktir- et. cinik-ten; toygon attı , çaap cürüp , ciniktirdiñ ; miydesi dolu olan atı koşturdun ve onu takatten düşürdün.
cinis = cınıs.
cip iplik , kınnap , ip; kordon; çarık cip : makara ipliği; selde cip : yumak ipliği; ala cip atta- : alaca ip-lip üzerinden atlamak (şimdi unutulan eski bir âdetle ilgili olan bir tâbirdir); uşu küngö çeyin biröö-nün ala cibin attaganım cok ; «şimdiye kadar kimsenin alaca ipliği üzerinden atlamadım" ; kimse beni namussuzca hareket ettin diye tekdir edemez; kimseye bir kötülük yapmadım; ençi cip yahut ençilüü cip es. : hayattaki kısmet , insanın nasibi; cibin tartıp kör-ineç. : olta atmak , iskandil etmek.
cipkilen ıslak karla kaplanan güz yahut ilkyaz otu (bu , en iyi ayak-altı yemi sayılmaktadır).
cipkir- tadı fena olan bir nesneden bulantı yahut tiksinti hissetmek; daamı caman eken , çürögüm cipki-re tüştü : tadı fena imiş , bulantı verdi.
cipkirt- et: cipkir-den.
cire- sökmek; yüzmek (diyelim , hay- vanın derisini); kesmek , yarmak (diyelim , gemi hareket ederken suyu); yırtmak , yırtıp parçalamak; kat'etmek , enine kesmek.
ciret- et , cire-den; atı kürtükko batıp , üzöngüdön kar ciretti : ab kara battı ve o üzengilerine kadar çıkan kar üzerinden yürüdü.
cit- yok olmak , yitmek , kaybolmak; mahvolmak; alda kayda citken , alda kayda cogolgon : mahvoldu , battı; citken oktu atkan ok tabat ats. : kaybolan oku (onun peşinden) atılan ok bulur.-
citir- et. cit-ten; kazıktı cerge citire kak! : kazığı mümkün olduğu kadar toprağa derin çak!
citirt- et. citir-den; corgonun tort tamanına taka citirtken folk. : yorga atının dört ayağının hepsini muhkemce nallatmış.
cogotuluş kaybetme , yok etme; co- gotuluşu kerek : imha edilmeli.
cogotun imha etme; tasfiye etme; kaldırma (ilga etme).
cok 1. yok; bulunmuyor; kayıp; hazır bulunmuyor; mende cok : bende yoktur; balası cok : çocuğu yok; coktun cogu : katiyen yok; saga emne cok? : nen yok , nen eksik?; cokko işenbe; : boşuna güvenme!; kelgen cok : o gelmedi; körgön cokmun : gördüğüm yoktur; algan cok : almadı; cokko çıgar- : yok derecesine indirmek; cok cerden : yok yerden , hiç yoktan; cok söz : yok , boş söz , yalan; koy cok sözdü! : bırak şu boş sözü!; coktu süy- löyt : manasız söz söylüyor; közü cokto bk. köz; cok kıluu ; yok etme , kaldırma; etke cokmun : etle başım hoş değil; eti çok yiyemiyorum; suukka cok ekeñsiñ : soğuğa dayanamıyormuşsun; cılında bir kelse — kelet , bolboso — cok; senede bir defa geliyor , yoksa o da yok; sözgö cok : çok söylemez; bargım cok : gitmek istemiyorum; cok bol- : batmak , kaybolmak , ortadan kalkmak; şok bolsoñ — cok bolorsuñ ats. : muzip olursan — mahvolursun; cok er : eşi bulun-mıyan yiğit; cokuñ! : yok , yok!; emne? — coguñuz , cok , cön ele : ne? — bir şey yok , merak etmeyin , i boşuna 2. kayıp , yitik; coktu izdep cürömün folk. : kayıp , yitik arıyorum; 3. ihtiyaç; argımak moynun ok keset , azamet moynun cok ke-set ats. : argımağın (cins atın) boynunu dingil (?) kesiyor , yiğitin boynunu ise , ihtiyaç kesiyor; 4. fu- kara , züğürt; barlar coktu , coktor bardı körgüsü cok : zenginler fakiri , fakirler de zengini görmek istemezler; kolunda cok : elinde yok , fakir , züğürt , muhtaç; 5. yahut veya; ör. bk. kolduu münasebetiyle.
cokçoku ince uzun (kimse). Cakçu , kayıp , yitik ariyan. Cakçuluk , fakirlik ve onun doğurduğu neticeler ve haller; ihtiyaç. Coksuz , yahut kolunda coksuz : fıka-ra , züğürt; kolunda coksuzraak : oldukça fakir. Cokşo- , çiğnemek , gevelemek; kapıp yutmak.
cokto- 1. yoklamak; malûmat araştırmak; tetkik etmek; koydu cokto : koyunları yokla! (hepsi var mıdır); 2. sağu sağmak : ölü için ağlamak.
coktoo sağu sağma (ölü için ağlama).
coktoş- sağu sağmağı ortaklaşmak , hep beraber sagu sağmak.
coktot- et. cokto-dan; atañdı cok- totpoy , inileriñdi cakşı bak! : babanın yokluğunu hissettirmeyip , küçük erkek kardeşlerine iyi bak!
coktuk gaybubet; malik olmamak-lık; fakirlik.
col 1. yol; col-kire bk. kire; calgız ayak col : patika , keçiyolu; kara col : ulu yol; kuş colu yahut kol colu : saman oğrusu; mec. ölüm; colu katkan söv. : bedbaht; ak col: aydın yol; ak coluñ açılsın! : yolun açık olsun! , sana iyi yolculuk dilerim; coluñ uzarsın! : sana başarı ve her türlü refah ve saadet dilerim; col bolsun! : iyi yolculuk! (karşı karşıya gelindikte daha fazla : nereye yahut nereden ? manasında kullanılmaktadır); colu boldu : yolculuğu muvaffak oldu; işleri yolunda; añdan coldo-ru bolup , bir toodak atıp alıştı : avda muvaffak oldular ve bir toy kuşu attılar; colu bolboy kaldı : yolculuğu muvaffak olmadı , işleri yürümedi; munuña col bolsun al-: bu da ne , neye?; daha ne yumurt-ladm ?; alañdagan kabagıña col bolsun? : al. : neden böyle surat astın ?; coluñ bolgur okş. : bahtın açılsın!; col başçı = colbaşçı; anın colunan yahut anın colunan - izı-nen : muvaffak olması , işlerinin yürümesi sayesinde; coldon kal- : yola çıkmak veya yolu devam ettirmek için bir mani çıkmak; coldon kaltır- : yoldan alıkomak; yola çıkmak yahut yolu idame ettirmek için bir engel teşkil etmek; coldu kata : bütün yol boyunca; col bar-bayt : vicdanım bırakmıyor; basa- yın desem , col barbayt folk. : bir baskın yapmak istiyorsam da , vic- danım bırakmıyor; col tart- yahut co'go tart- : yola çıkmak için hazırlanmak , yola çıkmaya karar vermek; col körsötküç : yol gösteren , kılavuz; col kat : yol kâğıdı (vesikası); bilgen coluñdu ataña berbe! : bildiğin yolu babana bile terketme! (baban sana yolu şaşırdığını söylerse dahi , sen bildiğin yoldan bir yana sapma!); col koy-: müsade etmek , bırakmak; col ko- yoturgan iş emes : müsaade edilecek iş değildir; col koyboo : bırakmama (müsade etmeme); colgo sal- bk. sal IV 1; 2. hat , satır; yol; col-col çıt; yollu basma; S. tertip; adet; 4. defa; bir colu : bir kez; eçen colu : kaç defa; birkaç defa; çok defa; 5. müsade , ruhsat; süy- löögö col bolobu ? : söylemeye mü- saade ediliyor mu ?; söylemeye mü- saade edin!; 6. hediye; columdu kıl! : bana teşekkür et! (bana hediye ver!).
colbaşçı rehber , yönetken; serdar.
colbaşçılık rehberlik; serdarlık.
colbors kaplan.
colbun kimsesiz; colbun kişi ; soyu sopu belli olmıyan; kökünü hatır-lamıyan ; colbun mal : sahipsiz hayvan.
colçu 1. kılavuz; 2. yol yapan , yol işlerinde çalışan; 3. es. posta yollarını temizlemek ve düzeltmekle meşgul; atı ile yolda kalan posta arabasına yardıma koşmıya mecbur olan kimse.
colçuluk 1. yolculuğa , seyahate ait her şey; 2. colçu (bk.) nun vazifeleri ve vaziyeti.
coldo- 1. yöneltmek; yollamak; 2. yola devam etmek; birisinin izinden yürümek.
coldoo işs. coldo-dan.
coldooçu rehber , kılavuz.
coldoş 1. yoldaş; 2. arkadaş , dost; küyöö coldoş : sağdıç (nişanlısının yanına giderken güveye arkadaşlık eden delikanlı); caman coldoş coo-ga aldırat ats. : kötü yoldaş , arkadaş , insanı düşmana teslim eder.
coldoştoş- 1. yoldaş olmak; 2. dost olmak , arkadaş olmak.
coldoştuk dostulk , arkadaşlık müna- sebetleri; coldoştukka al- : yoldaşlığa almak , kabul etmek.
colduu attan colduu : attan talihi var , ona her zaman iyi atlar düşüyor; at uurdatkandan colduumun-: sık sık benim atlarım çalınıyor.
colku birinçi (ekinçi ve s.) colku : birinci (ikinci ve s.) defa olarak; ekinçi colku otto : ikinci ayıklama (zararlı otlardan).
colo- yakın gelmek , yaklaşmak üyü-mö colobo! : evimin semtine uğrama!; evime ayak basma!; men ü-yünö cologondu koydum : ben o-nun evine gitmez oldum.
colooçu yolcu.
colooçula- yolcu olmak , yollanmak , yola çıkmak; memleketler dolaşmak.
colooçulat- et. colooçula-dan.
colooçuluk yolculuk; yolculuğa , se- yahatle ilgisi oaln her şey.
coltoy ak coltoy : talih getiren; mu- vaffakiyet taşıyan; ak coltoy ko-nok : talih getiren konuk , kutlu misafir; kara coltoy : felâket getiren.
coltoyluk ak coltoyluk : talih getirme istidadı; kara coltoyluk; felâket getirme istidadı.
coluguş- müş. coluk-tan.
coluk- karşılaşmak; raslamak; görüşmek; aga colukup ket : onunla görüşde öyle git!; ona uğra!; onunla karşılaş!; coldoşuna coluktu : arkadaşiyle karşılaştı.
coluktur- et. coluk-tan; al kişini maga coluktur! : o adamı benimle görüştür!; seni kaydan coluktura-yın? : seni nerde rasgetirebilirim ?
colum kerege (bk.) küçük bir keçe evdir , ki bunu at çobanlan kurarlar.
comok kahraman destanı; bu kabilden bir eser; cöö comok : masal.
comokçu masal anlatan , hikâye söyliyen.
comokto- anlatmak , hikâye söylemek.
comoktol- masal mevzuu olmak , ma- sallarda tasvir edilmek. Comoktoo , masal şeklinde tasvir ve anlatma.
con I, 1. omurga kemiği (amudu fı-kari); con talaştıra çap- (yahut sal , yahut ur-) : sırta vurmak; con tüy- 1) kanburlaşmak; 2) mec. : ehemmiyet vermemek , kulak asmamak; conunan aytkanda : deni-lince , denildikte; 2. dağ sırtı.
con- II, yontmak , rendelemek; cıgaç condum : değneği rendeledim.
condo- dağ sırtı boyunca yürümek; sırttan condo- : başkasının adın-c!an faydalanarak diğer birisini aldatmak , dolandırmak; Akmattan ala turgan akçamdı , Karabay sırtımdan condop ketti : Ahmetten alacağım olan parayı (benim adımla) , dolandırmak suretiyle Kara-bay almış.
condon- şişmek , kabarmak; kamçı tiygen cer bülöödöy bolup condo-nup çıkkan : kamçının değdiği yer , bileği taşı gibi şişmiş.
conok bugün konok , erteñ conok ats. : bugün misafir , yarın defol!
conumduu sağlam; iri yarı.
coo I, düşman , düşman durumunda bulunan; coogo tüştü : esir düştü; tilsiz coo mec. : su; coo çıgımı : harp tazminatı. II, közdün coosun alganday tört tülügüm şay : hayvanlar güzel görünüşleriyle göz kamaştırıyorlar.
cooçu = çuucu.
coodura- mülâyimetle ve rica ile bakmak; közdörü coodurap , bet - terine kızıl cügürdü : gözleri parladı , yanakları kızardı.
cooduraş- müş. coodura-dan.
coogazın = cookazın.
cooka kilükal , söz sav; çıkışma , başa kakma.
cookalat- dikkatini başka tarafa çekmek , oyalamak (ilgilendirmek); anı azıraak cookalata tur! : onu bir parça oyala , dikkatini başka tarafa çek.
cookazın 1. Sibirya zambağı; Eryth- ronium dens canis (bitki); 2. çifte renkli lâle.
cookerçilik harp zamanı , harp za- maniyle ilgili olan bütün şartlar ve haller , gaileli zamanlar (harp yü- zünden) ; cookerçilik bilimi : askerî bilgiler; askerlik işini bilme; fenni askerî.
cooko = cooka.
coola- harp açarak yürümek; düşmanı koğalamak; düşmanca münasebette bulunmak; coolay : düşmanca , düşmanca niyetlerle; eldey kelgen el beleñ , coolay kelgen coo beleñ? folk. : barış getiren barış-lık kimse misin? yahut düşmanca niyetlerle gelen düşman mısın?
coolaş- düşmanca münasebetlere başlamak , düşman olmak.
coolat- harp açarak yürümeye zorlamak , düşmanı koğalamıya icbar eylemek.
coolo- = coola-.
coolot- = coolat-.
cooloy = coloy.
cooluk mendil; başörtüsü; suu coo-luk : (yıkandıktan sonra el silmek için havlu); kol cooluk : burun mendili; şalı cooluk : kaşmir mendil; daki cooluk : muslin mendil; ak cooluk 1) evli kadınların örtündükleri başörtüsü; 2) mec. karı (zevce); başıña cooluk salam : ben seni (yani erkeği) rezil ederim; cooluk taştamay : «jgut» oyununa benziyen bir oyundur (Rusla- rın jgut dedikleri oyun ise , Ana- doludaki «tura» oyununa benzer : M.)
coomart 1. cömert , eliaçık; bergerı coomart emes , algan coomart ats. : (hediye veren cömert değil , (karşılık vermek şartiyle) bk. kolko 2); 2. hediyeyi kabul eden cömerttir.
coomarttık cömertlik.
coon 1. şişman , yoğun; coon-colpu : sağlam; güçlü kuvvetli; 2. mec. zengin; kodaman; 3. gram. : kalın (ses hakkında).
coor deri tabakasının sıyrılması (başlıca , binek atın sırtında eğer vurmasından); coor eşek : arka derisi sıyrılmış olan (yağır) eşek; coor at : arka derisi sıyrılmış (ya-gır) at.
coorut- yağırlaştırmak; kol coorut-: eli nasırlatmak.
cooş sâkin , yavaş , halîm.
cooşu- sâkin olmak; ele alışmak; yu- muşamak (yavaşlık , sükûnet kes- betmek); at cooşudu ; at yumuşadı , sükûnet kesbetti.
cooşut- teskin etmek , yavaştırmak.
cootkolot- = cootkot-.
cootkot- baş ağrısı vermek (boş lâkırdı ve hareketlerle insanı rahatsız ve taciz etmek); doğru ve açık cevaptan kaçınmak , doğruyu söylememek; yanılmıya çalışmak.
corgolo- yorga yürümek; baytalım , canıñ üçün corgolorsuñ ats : ihtiyaç çömlek yakmasını öğretir (harfiyen: kısrağım , kendi canın için yorga yürüyorsun!).
corgolot- yorga yürütmek , ab yorga yürümeye bırakmak.
corgoluk yorgalık , yorga yürümek istidadı.
coro f. 1. bir takımdır , ki onun üye- lerinden biri öteki üyelere boza içirmek suretiyle ikram eder ( bu ikramlar kışın yapılır; karş- şerne , ülüş , deñgene); 2. bu gibi takımın üyesi; 3. arkadaş; coldoşcoro-su menen keldi : yoldaşları ve arkadaşları ile geldi; 4. şayı (b.k.) demlen kumaştan bir parça.
coroo I = coro 1 , 2. II, yorma; alâmet; caman co-roo : fena kehanet; kötü tâbir (yorma); caman coroo baştabay olturçu; : otur da , karga gibi ötme! (felâketten haber verme!); corooñ buzuk : sözünü tutmuyorsun!
cort- (av , düşman ardı uğrunda) yelmek , koşmak; karışkırça cor-tup cüröt : kurt gibi yeliyor , koşuyor; cele cortocür : yelerek , koşarak.
corktor k-f. çok yelen yahut sık sık keşfe çıkan.
cortok arık , kötü at.
corfokto- yelmek , koşmak.
cortoktot- et. cortokto-dan.
corttur- et. cort-tan.
cortuul yağma.
cortuulçu yağmacı; sen colooçu bol-soñ — ket , cortuulçu bolsoñ — ket (yakarış) : yolcu olsan da git , yağmacı isen de git!; cortuulçunun başı coldo kalat : su testisi su yolunda kırılır (harfiyen : yağmacının kafası yolda kalır).
coru I, bir cins akbaba kuşu; Vultu - ridae (bu kurşun bütün soyu sopu-nun adı olarak); kök coru yahut sakalduu coru : sakallı karakuş: con coru : iri , çüylüü (bk.)
coru- II, 1. tâbir etmek (yormak); tefsir eylemek; tüş corudum : rüyayı tâbir ettim , düşü yordum; 2. tasavvur etmek , tahminen söylemek; anıgın bilbey ele oy corup süylöp oturat : işin hakikatini bilmiyor; yalnız tahminen söylüyor.
coruk 1. yürüme , yürüyüş; corugu tınç at : yürüyüşü rahat olan at; 2. hareket tarzı , gidişat; amel (iş); bul coruguñ koybosoñ , bir bala aga salasmğ folk. : bu gidişatından vazgeçmezsen , bir belâya çarparsın; kay coruk menen : ne tarzda , ne gibi yolla; kılık-coruk : bütün hareketlerin ve işlerin topu; gidi- şat , hareket tarzı; 3. zuhurat; fenomen; bu emine degen coruk? : bu nasıl bir tavır?; turmuştun tok-son coruguna moyun tozup : hayatın türlü değimlerine duçar olarak; coruk- cosun : eskiden kalma örf ve âdetlerin topu.
coruktuu hafızada hoş timsaller (image'lar) uyandıran; corko min-gen kız beken , coruktuu Çürök özü beken ? folk : bu at üzerinde giden kız değil midir; bu. dilber Çürök'ün ta kendisi değil midir?
coruluu corusu bol olan; aralarında coru da bulunan; coruluu cerde tarp turbas ats. : corulu yerde leş kalmaz.
corup elerken kalburda hububatın üstüne toplanan iri çöp.
corupta- hububatı elerken büyük çöpleri kaldırmak (bk. corup).
coruptaş- müş. corupta-dan.
corut- et. çoru - II den; oy corut -: etraflıca düşünmek; zihnen göz önüne getirmeye çalışmak; tüş corut- : düş yordurmak , tâbir ettirmek.
coruu yorma , tâbir , kehanet , önceden bildirme , haber verme; özgünün işin özünö coruu ats. : kabullenme (harfiyen : başkaların işini kendi işi gibi gösterme); tüş coruu : düş yorma , tâbir etme.
coşo yuşa , kızıl ba'çık; coşodoy fazıl : gayet kırmızı.
coşolo- 1. yuşa ile boyamak; 2. kı- zartmak.
coşolon- 1. yuşa ile bovanmak; kırmızı boya ile boyanmak; 2. kızarmak.
coşolont- yuşa ile yahut kızıl balcık ile boyanmaya zorlamak; kırmızıya boyamak: kan menen coşolont-: kana bulaştırmak.
coşolonuu kendi kendini yusa ile yahut kızıl balçık ile bovamak.
cosoloo yusa ile yahut kızıl balçık ile bovama.
coşor- kızarın-coşorup : pek fazla kızararak. kızarın bozararak.
cosu- . sel gibi akmak: akıntı helinde dökülmek: betinen kan cosudu : yüzünde kan ceryeanı gözüktü.
coşul- (manaca) = coşu-; sel gibi akmak; şiddetle dökülmek; aşağıya doğru dökülmek (hububat); kan coşuldu : kan sicim gibi aktı; colu coşuldu : yolu muvaffak oldu.
coşult et. çoşul-dan; kan coşult- : kan dökmek; kök şiberdi çoşultup ketti : yeşil , taze otu çiğnedi ezdi.
coşuluş- müş. coşul-dan.
coto sırt; coto cilik : kuyruk sokumu kemiği , sacrum.
cotoluu kuvvetli sırta malik olan; cotoluu ögüz : güçlü kuvvetli öküz.
coy I, coy bolot : keskin çelik.
coy- II, yok etmek; tasfiye eylemek; kaybetmek; yitirmek; sabatsızdık-tı coy- : yazmazlığı tasfiye etmek; bul ooy- ; külünü savurmak , israf etmek; kulaktardı tap katarında coyduk : «kulakları» (ağalan) sınıf olmak itibarile tasfiye ettik.
coylo- av aramak yolunda koşmak , yelmek; her köşe bucağı karıştırmak; araştırmak; köp coylogon kuu tülkü , kolgo tüşpöy , koyuucu emes ats. : su testisi su yolunda kırılır (harfiyen : çok yelen tilki bir gün elbette yakayı ele verir).
coyloş I, daima av arayıp koşan ve havayı koklayan.
coyuu yok etme , imha eyleme , kaldırma (ilga etme); sabatsızdık co-yuu : okuyup yazmayı tasfiye; ku-laktardı tap katarında coyuu: «kulakları» bir sınıf sıfatiyle ortadan kaldırma , tasfiye etme.
coyuuçu yok edici , tasfiye edici , imha edici; sabatsızdıktı coyuuçu : okuyup yazmazlığı ortadan kaldırıcı.
coyuuçul sis. es. tasfiye edici.
coyuuçuluk sis. es. tasfiyecilik.
cököös f. 1. bıçakla bir arada kuşak üzerinde taşman , deriden yapılmış uzun ve dar para kesesi; 2. hançer.
cökör 1. = çoro; 2. tar. padişah karısı veya kızının kadınlardan olan maiyeti; 3. yardakçı , dalkavuk.
cölö- desteklemek; bir şeye yaslanmak; yardım etmek; tutmak; Manastın başın cölöp , bir suluu kız ol-turat folk. : Manastan başını dilber tutup oturuyor; berişteler kö-törsün , arbaktarıñ cölösün folk. (seni) melekler kaldırsın , yükseltsin , ervah desteklesin!
cölök 1. dayangaç , destek , arka , yardım; 2. (Güney Kirgızlik'ta) = kantala I.
cölöktö- desteklemek , dayangaç va- zifesini görmek , tutmak , yardım etmek.
cölömcök dayangaç , destek.
cölön- dayanmak; şu veya bu nesneyi kendisi için dayangaç edinmek; meyilli yerde yukarıya doğru olan yönet , yokuş.
cömölö- ince iymada bulunmak , kinaye ve telmihlerle konuşmak; sözü başka konuya çevirmek; ihtiyat kayıtlariyle söylemek.
cön 1. sade , basit , ehemmiyetsiz , şöyle böyle; bu kanday suu? cön ele suu : bu nasıl sudur? bu , sadece sudur; cön ele : böylece , işsiz; sebepsiz; cönkaydı: ehemmiyetsiz , boş; bul cönkaydı aytılgan söz emes : bu , boş söz değildir; cön saldı : değersiz , ehemmiyetsiz , böylece , sadece; durup dururken; 2. yönet (istikamet); cön şilte- . yöneti göstermek; yol göstermek; cöngö sal- : yoluna koymak , düzeltmek ; cön ber- : nasihat vermek , doğru yolu göstermek , akıl vermek; kaysı cöndü? : hangi cihet- ten?; kaysı cöndö bolso dağı : ne cihetten olursa olsun , her cihetten; tömöndögü cöndördö kelişim tü-züşöt : aşağıdaki hususlarda muahedeye bağlıyorlar; 3. kaideye uygun , doğru; normal , cindisiñbi , cönsüñbü? folk.: aklın başında mı yoksa çıldırdın mı?; bul kılgan işiñ cön : bunu doğru yaptın , iyi hareket ettin; cöngö keltir- : yoluna koymak , doğru bir istikamet vermek , tanzim eylemek , cön bilgi kişi yahut cön bilgiç : bütün nizam , ve usulleri (halk âdetlerini , muamele edeplerini ve s. yi) bilen kimse; bir ayıldın cön bilgisi oşol : bu , bütün köyde en anlayışlı bir kimsedir; 4. halim , sâkin; cön otur : rahat otur!; cön cür! : gidişatında nezakete riayet et!; cön bol- : sükûnet bulmak , dinmek; susmak; 5. menşe , kök; atı- cönü belgisiz : adı sanı belirsiz; soyu sopu bellisiz; at-cönüñ kim eken cigit? folk. : delikanlı , adın sanın nedir?; cö- nüñördü bilgizgile! : kim olduğunu bildir!
cöndö- işi yoluna koymak , istikamet vermek , tanzim eylemek; cöndöp süylö- : manâlıca söylemek; cöndöp kıl- : gereği gibi işlemek; te-gin tektep , cönün cöndöp ayt- : (birisi hakkında) inceden inceye , kim ve ne olduğunu anlatmak
cöndüü muntazam; işe yanyan; bir cöndüü : bu daha bir şey değil; munu bir cöndüü kılalı : bunun bir çaresini bulmalı; bu işi bitirmeli.
cöñköl- mahvolmak , batmak , kay- bolmak.
cönöğkü- l.dik inişte insanın veya hayvanın yürüyüşü gibi yürümek; 2. tepmek , çifte atmak.
cöñkül- yerinden oynamak , harekete gelmek.
cöñküt- et. cöñkü-den.
cönü- hareket etmek , yönelmek.
cönököy sade , basit , katmerli olmı-yan , bayağı , adî; şöyle böyle; böylece; boşuna; cönököy çındık : basit hakikat; cönököv cürgön kişide emneñ bar? : yabancı (işe ilgisi olmıyan) adama da ne işin var?; cönököydö : mutat sartlar içinde; adî (şu veya bu cihetten istisnaî olmıyan) zamanda.
cönököylö- basitleştirmek.
cönököylöö basitleştirme.
cönöl- yönelmek , hareket etmek; üvdü közdöp cönöldü : evine doğru yöneldi , doğruldu.
cönölt- yöneltmek , yola koymak.
cönöş hep beraber yönelmek , hareket etmek..
cönöt- yöneltmek , yollamak; sözüm-dü cönötpödü : sözümü kesti , söylememe mani oldu.
cönöttü işs. cönöt-ten.
cönsüz maksada uygun olmıyan , yaramaz , yolsuz , işe yaramaz; cönsüz iş 1) yaramaz iş; 2) çözülme , dü- zensizlik.
cönsüzdük 1. uygunsuzluk; 2. düzen- sizlik.
cönük I, oorusunan cönük albadı : henüz hastalığından iyileşmedi.
cönük- II, işi cönükpöydü : işi düzelmedi.
cöö I, 1. yaya , yayan , yaya giden; atka cöö çete albavt ats. : yaya , atlıya yoldaş değildir (harfiyen: yaya atlıva yetişemez); cöö cür- : yava yürümek; attan cöö boluñar folk. : attan ininiz!; cöö-calañ : yayalar ve atlılar; cöö- calañdap 1) kimi yava. kimi atlı: 2) kâh yaya , kâh at üzerinde; cöö tuman bk. tuman : cöö-cılan bk. cilan; cöö comok bk. comok; cöö külük : yürük at; 2. mec.: atsız; fakir. II, işs. ce- III ten.
cööcılan bk. cilan.
cööcülük yaya kimsenin durumu , bütün vava seyahate ait ahval.
cöölcan bk. cilan.
cöölö- I. sürtünmek (diyelim , oba yuvarma sürtünen at yahut inek hakkında): bir nesneye yaniyle dokunmak , değmek (divelim. yüklü bir atın yükiyle bir şeye dokunması hakkında). II, yaya türümek; at minbeyli, cöölöylü folk. : ata binmiyelim de yaya gidelim.
cöölöş I, 1. dayanma, itme, dürtme; yaniyle dokunma; ak üyüm cöölöş, kök üyüm cöölöş : "horoz dövüşmesi" mücadelesini andıran bir çocuk oyunu; 2. mec. münazaa ; alar muştaşpaganı menen arı-beri cöölöş bulup kalgan emeler : onlar dövüşmediler ise de, aralarında bir parça münazaa olmuştur.
cöölöş- II, birbirine dayanmak, birbirine dokunmak; eki nar cöölöşse, ortosunda kara çımın kırılat ats. : efendiler dövüşür, uşakların perçemi kopar (harfiyen : iki hecin devesi birbirine sürtünmeye başlarsa, arada kara sinek mahvolur.) III, hep beraber yaya yürümek.
cöölü- II, abuk sabuk söylenmek. herze savurmak; sayıklamak; cöölüp kalıptır : saçmalıyor (bunamış olan ihtiyarlar ve kocakarılar hakkında böyle söylerler.)
cöölüt- şaşırtmak; baştan çıkarmak; saçmalatmak.
cöölüü attuu- cöölüü : atlılar ve yayalar; kimi atlı, kimi yaya.
cörgölö- hızlı koşmak; ufak adımlarla yürümek (fare, kuş hakkında); sürünmek (böcekler hakkında); gizlenerek yürümek; kâh bir ayakla, kâh öteki ayakla basıp durmak.
cörgöm (uzunca parçalar şekliden doğranmış ve bağırsaklarla sarılmış olan) ciğerden ve işkenbeden yapılmış olan aş.
cörgömdö- cörgöm (bk.) yapmak.
cörgömüş örümcek; cörgömüş çöp : Plantago denilen ot.
cörmö- çırpma dikişle dikmek.
cörmölö- emeklemek, sürünmek (diyelim, elleri ayakları bulunan varlıklar hakkında : çocuk, kaplumbağa, örümcek gibi..; ancak yılan hakkında böyle denmez).
cörmölöt- et. cörmölö-den.
cörö örö II, sözünün tekidir.
cörölgö âdet, itiyat, örf; ata eneñdiñ cörölgösü es. : senin dedelerinin âdeti (gelinin kızlık kalpağını çıkarıp, başına ilk defa başörtüsünü bağladıkları zaman böyle söylerler).
cöröp keçe çorap.
cötkür- öksürmek; kan cötkürdü : öksürükten kan çıkardı, tükürdü.
cötkürt- et. cötkür-den.
cötöl- I, öksürük; kök cötöl : boğmaca.
cuba 1. son (dölesi); 2. kad. kürk.
cuban I, f. genç kadın; taze; dilber; küygöndön sözdü kuradım, küygüzböçü, cubanım folk. : aşktan ben sözleri kafiyeledim, beni yakma, güzelim. II, avunmak; müsterih olmak.
cubarmek f. gençlikte, ömrünün çiçek açtığı bir çağda helâk olan; cubarmek bolup caşığnda, böödö ölüp kalasıñ folk.: ömrünün çiçek açtığı çağda mahvolursun, beyhude yere ölürsün.
cubat I = cup I; cubat tüştü: çift, denk düştü (aşık oynarken çocukların kullandığı tâbir.)
cubat- II, avutmak; okşamak.
cubay 1. bir çiftin teki; 2. yavuklu; koca; karı (zevce); cubayınan acıradı : kocasından yahut karısından mahrum kaldı.
cuk I, herhangi yapışan bir nesne (meselâ, kabın kenarlarına yapışan aş kalıntıları); cuk-cabur : kalıntı, artık; cuk-cuburun kaltırbay cıyıp terip aldı : hiçbir şey bırakmadan topladı; cuurat tögülsö, cugu kalat ats. cuurat (bk.) dökülürse (herhalde kapta) bir şey kalır.
cuk- II, yapışmak; catkanga caan cukpayt ats. : "yatan taş altında su akmaz" (harfiyen: yatana yağmur değmez); suu cukpagan : suya düşerse de kuru çıkan kimse.
cuka yufka (kalın olmıyan); cuka kagaz : ince kâğıt; cuka kiyim : yufka (hafif ve sıcak olmıyan) giyim.
cukala- inceltmek, ince yapmak.
cukalat- et. cukala-dan.
cukalatuu işs. cukulat-dan.
cukalık yufkalık, incelik.
cukar- incelmek.
cukart- et. cukur-dan.
cukta- aş kalıntısını kazımak.
cuktur- yapıştırmak.
cul- yolmak; koparmak; ulup-culup : şurasından burasından çekerek; ulup- culup ookat kılgan : şuradan buıradan kapmak, koparmak suretiyle yaşadı.
culk- yolmak, koparmak, kökünden koparmak; bulkup aldı çıldırdı, culkup aldı tizgindi folk. : yuları kaptı, dizgini kopardı.
culktur- et. culk-tan.
culku- = culk-; kagaz terezeni cel üzük culkudu : yel kâğıt pencereyi parçaladı ve kopardı.
culkula- culgula-.
culkulda- anî ve keskin hareketler yapmak; mec. direnmek (bir işi yerine getirmekten imtina etmek).
culkuldat- yakalamak ve silkmek; kapmak; culkuldatkandın üstünö aldı : onu amansız bir surette tartakladı.
culkun- çırpınmak, kurtulmak için çalışmak.
culkunt- çırpınmaya yahut kurtulmak için çalışmaya zorlamak veya müsaade etmek; buuruldu minip, bulkuntup, eri ölgöndöy culkuntup folk. : demir kırı renkli ata bindi ve kocası ölmüş kadın gibi çırpınıp atılmaya zorladı.
culkuntuu işs. culkunt-tan.
culkunuş- müş. culkun-dan; beelerdi eerçip, celedegi kulundar culkunuşat : kazıklara bağlanmış taylar, kısrakların peşinden gitmek için çırpınıyor.
culkunuu işs. culkun-dan.
culkuş birbirini yakalamak ve tartaklamak.
culma yolunmuş; culma-culma yahut calma-culma : yırtık, pırtık; yırtılıp parça parça olmuş.
culmala- eliyle yakalamak.
culmalaaş- 1. birbirinin elini tutmak yahut hep beraber tutmak; 2. dövüşmek (kadınlar hakkında).
culmalat- et. culmala-dan.
culmuguy sakalsız, köse.
culmuñda- telâşlıca, acele hareketlerde bulunmak, telâş etmek (ihtiyarlar hakkında).
cumur I, kamır sözünün tekidir. II, 1. = cumuru; 2. kırkbayır, Spalterium yahut Oncasus geviş getiren hayvanların üçüncü midesi; bul cumurubuzga cuk bolboyt : bununla doymıyacağız; cumurdagı sır mec. : kudsî sır.
cumuray cumuray curt : bütün ahali, cümbürcemaat.
cumurtka yumurta; cumurtkaday mes. : değirmi (semiz); yumurta gibi.
cumurtkala- yumurtlamak (kuş hakkında).
cumuru yumru; üstüvanî, silindir; kolu cumuru : elleri kalın ve yumru; cumuru baş yahut cumuru baştuu : yumru başlı; mec. insan; cumuru baştuu mendede cok er : insanlar arasında eşi bulunmıyan yiğit.
cumuşçu işçi; too cumuşçusu : maden işçisi; cumuşçu ayal : işçi kadın.
cumuşker k-f. irgat, işçi; cumuşker at : iş atı.
cumuşsuz işsiz.
cumuşsuzduk işsizlik.
cumuşta- (yalnız geçen zaman gerondifi şeklinde) cumuştap kelis ile (iş için) gelmek.
cumuştuu şu veya bu işle meşgul olan, iş güç sahibi insan.
cumuuruyat a. cümhuriyet.
cuñ ceñ I sözünün tekidir.
cup I, f. çift, çifte, çift sayı; cup kündör : çift günler. II, cu hecesiyle başlayan sözlere takviye için katılır; cup-cuka : incecik; cup-cumşak : çok yumuşak; cup- cumuru : yusyuvarlak, yusyumru. III, henüz; ancak; mn cup cetkende ele camgır caap iydi : ben henüz yetişmişken yağmur yağmaya başladı; işke cup kirişebiz : hepimiz birden işe başlıyacağız. IV, bir kumaşın adıdır.
cupañ capañ sözünün tekidir.
cupka yufka, sütte pişirilen ve yağla yenen bir nevi aştır, hamur işi.
cupta- çift haline koymak; çift teşkil eylemek.
cuptat- et. cupta-dan.
cuptu f. = cup I; adal cuptu : meşru karı (zevce).
cupun cupunu, sade, basit; mütevazi yahut hafif, sıcak olmıyan (giyim hakkında); cupun kiyim 1) sade, günlük ve ucuz yahut hafif giyim; 2) hafif giyinmiş; yufka; cupun kiyinip alıptır 1) hafif giyinmiş; 2) kötü giyinmiş; sade giyinmiş; ceñil-cupunu kiyindim : hafif giyindim; cupun kiyimdüü : hafif giyinmiş.
cupunu bk. cupun.
cur kiyimdan curday bolgon : büsbütün giyimsiz kalan; giyime aşırı derecede mutacolan.
curaat tukum-curaat : hısım akraba.
curat = curaat.
curday bk. cur.
curdu kalıntı, bakiye, artık; tabeteyinin curdusu ele kalgan : kalpağa büsbütün örselenmiş; kalpağından yalnız bir hatıra kalmış.
curi = jüri.
curk cark sözünün tekidir.
curnal = jurnal.
curnalçı = jurnalist.
curt 1. halk; tabaa; cıyılgan curt : toplu halk; eli menen curtun cıydı : halkını topladı; 2. ülke, öz memleket, vatan; ata curtu : baba yurdu, öz vatan; 3. okuu curtu : es. yüksek mektep.
curtçu ak curtçu : lâtince Neophron denilen yırtıcı kuş.
curtçuluk 1. cemiyet, topluluk; curtçuluk kuruluşu : cemiyet nizamı; 2. aynı cemiyet, birlik üyeleri arasındaki birlik; tesanüd duygusu; curtçuluk kıl-: birlikte, vifakla iş görmek; curtçuluk kılgıla : (bir cemiyet üyesine yakışacak tarzda) muzaheret et!; 3. tar. yakının masraflarını kapatmak için toplanılan para; 4. tar. (hassaten seçimönü mücadelesi sırasında) kendi kabilesi mümessilini tutmak, ona muzaheret etmek.
curtkerçilik = curtçuluk 2.
curut = curt.
cut I, kırgın (dondan ve yem kıtlığından kütle halinde hayvan kırılması); cakşı kelse—kut, caman kelse—cut ats. iyi (adam) gelirse—bahttır, fena adam gelirse—kırgındır.
cut- II, yutmak; cuttu, imdat!; öldürüyorlar! aldım-cuttum bk. al- IV 1.
cuta- açlıktan, "cut" tan ıstırap çekmek; zayıflamak; cutkan cutabayt ats.: yutan acıkmaz; el cutadı : halk "cut" tan mustarıp oldu (hayvanlarından ayrıldı); mal kıştan cutap çıktı : hayvanlar kışı fena geçirdi (zayıfladı ve eksildi); çöptön cuta-: ot yemi kıt olmak; kolxozdun malı cutabayt : kolxozun hayvanları "cut" tan ıstırap çekmez.
cutalañ ihtiyaç, zaruret.
cutañkı aç, açlıktan bitap düşmüş.
cutat- et. cuta-dan; maldı cutatpay aman saktayt : hayvanlara iyi bakıyor, onları aç bırakmıyor.
cuttuk bir tek "cut"a yetecek kadar olan (refahın temeli olmak sıfatiyle hayvan hakkında); bk. cut I).
cuttuu cut geçiren (bk. cut I); cuttuu kış : yem kıtlığıve hayvan kırgını ile birlikte geçen şiddetli kış.
cutuluş 1. yutuluş; 2. db. temsil (assimilation); ilgeri cutuluş : ileri temsil (assimilation progressive); tetiri cutuluş : geri temsil (assimilation regressive).
cutum yudum; açkalıkta altından bir cutum carma artık ats. açlık zamanında bir yudum tirit (bk. carma 2) altından yeğdir.
cutun- (başla göğde ile) yiyeceğe, içeceğe uzanmak, ileri atılmak, meyletmek; ilgeri cutunup, söz baştadı : ileri atılarak, söze başladı.
cutunt- et. cutun-dan.
cutunu- işs. cutun-dan.
cuu- I, yıkamak; su eşmek; çamaşır yıkamak; (ölüyü) yıkamak; cuuyt : yıkıyor; bet kol cuu-: el yüz yıkamak, yıkanmak; suuga (yahut seyrek olark suu menen) cuu-: su ile yıkamak; suda yıkamak; kol cuu-: 1) elleri yıkamak; 2) mec. (ablatif ile) mahrum olmak, elden çıkarmak; al aybın cuudu: suçunu sildi. II, yaklaşmak.
cuuçu dünür; kılavuz (evlenme işlerinde aracılık eden); cuuçu tüş-: kılavuzluk etmek, kız istemeye gitmek; cuuçu ciber-: kılavuzlar göndermek.
cuuçuluk kılavuz vazifesi yahut durumu.
cuugan sütle terbiyelenmeyen aş, yavan.
cuuguç yıkamak için kullanılan nesne; kıl cuuguç: kazan, tencere yıkamak için lif yerine kullanılan bir tutam at kılı.
cuurat halis (su karıştırılmamış ve üstü alınmamış) yoğurt; üyündö kaşık ayranı cok, kızının atı Cuuratbek ats.: evinde bir kaşık ayranı yokken kızının adı Cuuratbektir: "ayranı yok içmeğe, gümüş köprü ister geçmeğe".
cuurkan yorgan.
cuurul- mut. cuur-dan.
cuuruluş- müş. cuurul-dan; ak buudaydın ununday cuuruluşup turdu deyt folk.: (sevgililer) beyaz buğdayın unu gibi yuğruldular, birleştiler.
cuuş- I, hep beraber yıkamak. II, yaklaşmak, yakın gelmek, birbirine yakın gelmek.
cuuşa- 1. tam sükûn ve rahat içinde bulunmak; (karnını doyurduktan sonra tam bir sükûnet içinde ve ımızganarak yatan hayvan hakkında); 2. mec. ölüvermek.
cuuşañ (koyun kırkmak için kullanılan) makas, sındı, kıptı, kırkı.
cuuşat- et. cuuşa-dan; koylorun iyripcuuşatıp salıptır : koyunlarını bir araya yığdı ve onları dinlemeye başladı.
cük 1. yük, hayvana yükletilen ağırlık; kızıl cük : kızıl katar; cük taşuuçu maşına : yük taşıyan makine; 2. keçe evin bir köşesine toplanılmış olan yorganlar, yastıklar vs.; cük sanar es. : güveyin köyüne gönderilmeden önce gelinin çeyizini sayma.
cüktö 1. yüklemek, hayvanın sırtına ağırlık koymak; 2. bir iş ve vazife tevdi etmek, yükletmek.
cüktöl- mut. cüktö-den.
cüktölüü yüklü, üzerine yük konulmuş.
cüktömö yükletme.
cüktön- yüklemek (diyelim, kendisi için kendi atının sırtına yük koymak).
cüktönt- yükletmek, yüklenmeye zorlama; moyunga anttı cüktönttü : andiçerek söz vermeye zorladı.
cüktöt- yüklemeye zorlamak, yüklettirmek; ak çatırdı büktötüp, ak dönöngö cüktötüp folk. : beyaz çadırı dürdürerek ve onu beyaz taya yüklettirerek.
cündöş dondaş, renkdeş (başkalariyle aynı donda, aynı renkte olan.)
cündüü yünlü; tüylü, tüyle kaplanmış olan.
cünsüz tüysüz.
cür- 1. hareket etmek, harekette bulunnmak; yürümek; vasıta ile gitmek; cürü!: yürü!, haydi!, gidelim!; esen-coo cüröbüz : sağ eseniz; cürüp ketti : hareket etti, yerinden kımıldadı; gitti; 2. niyet etmek; ... ye yakın olmak; ölgönü cüröt : çıkmamış canı var, ölüme yaklaşmıştır; at alganı cüröm : at almayı düşünüyorum, at almak niyetindeyim; 3. hizmet etmek; ücretle çalışmak; al bayga cürgön : o, bay yanında çalıştı; malay cür yahut malaylıkka cür- : ırgat olarak çalışmak; 4. birisi yahut bir nesne olduğu anlaşılmak; ay manuñ Karabay bolup cürbösün?: vay bu Karabay olmasın?; 5. yardımcı fiil olmak üzere, baş fiilin işine süreklilik ve devam mahiyeti verir; usul bakka ceyin tekserilbey cüröt : tâ şimdiye kadar teftiş edemiyor; sen mından arı tentek bolbov cür! : sen bundan böyle sersemliği bırak!
cütkün- ileri uzanmak, ileri atılmak, hücuma, saldırıya hazırlanmak; buudan çalış mal eken, cügüröm dep cütküngön folk. (at) –yürük hasletlerine malik olan bir hayvandır, koşmak arzusiyle hep ileri atılıyor.
cütkünçük ileri atılma, hız.
cütkünt- et. cütkün-den.
cütküntüü işs. cütkünt-ten; Sovet ökümötünün toyu toylongon sayın madanıyattı cütküntüüişi keñimek : Sovyet hakimiyeti tekâmül ettikçe kültür işleri de genişliyecektir.
cüyölöş- birbirine deliller getirmek; birbirini gürültüsüz kanıtmaya çalışmak.
cüyölüü kaideye uygun, uygun, muvafık; cüyölüü söz : esaslı, ciddî söz; cüyölüü sebep : kabul edilebilir sebep.
cüyür cüyür-cüyür : cış-cış (bk. cış).
cüyürt- cüyürtö basıp oltur- : çömelmek.
cüz I, yüz, yüz tane. II, yüz (çehre); yüzey (satıh); cer cüzündö : yer yüzünde, bütün yer küresinde, bütün dünyada; iş cüzündö : işte; ooz menen bizdiki bolup, iş cüzündö bizdin tilekten çet : sözde bizimle beraber olarak, işte bizim arzularımızdan bir kenarda (duruyor); eldin işeniçin ooz cüzündö emes, iş cüzündö aktaymın : halkın itimadını yalnız sözle değil, işte de hakedeceğim; üç ay cüzü bolguça : üç ay geçene kadar, üç ay bitince; eç kimdin cüzünö karabastan : şahıslara bakmadan; cüz karamalık yahut cüz karamaçılık : riya, yüze gülme, cüzü kara : alçak, rezil; hain; cüzü kara duşman : haim düşman.
cüz- III = süz- 2.
cüzdön- yüzce benzemek; aç calañgiç cüzdönüp folk. : aç Azrail gibi çatık çehreli.
cüzdür- = süzdür-.
cüzdüü eski cüzdüü : iki yüzlü, müraı, münafık.
cüzdüülük cüzdüülük: ikiyüzlülük, riya, nifak.
cüzö yüzey (satıh), : cüzögö çıkar yahut cüzögö aşır- : varlığa çıkarmak; cüzögö çıkpay (yahut aşpay) kaldı : varlığa çıkmadan kaldı.
cüzüm üzüm.
cüzümçülük bağcılık.
cüzümdük bağ.
çaalık- yorulmak,
çaalıkpas : yorulmaz.
çaap gerondif çap- IV ten.
çaar l. alaca; çaar köynök: alaca gömlek; 2. benekli (at donu); kızıl çaar: kara benekli; kara çaar: kara benekli; 3. çiçek bozuğu 4. içi çaar meç. ketum (kimseye sır açmaz); 5. (ayakkabının) kenarı.
çaara = = çara II
çaaraker f. far. (cenubî Kırgızlıkta): başkasının toprağında, başkasının alat ve edevatıyla çalışan ve mahsulün bir kısmım alan rençber.
çaardagıç bir kunduracı aygıtıdır ki onunla kunduranın kenarı yapılır; kundura kenarı çarkı.
çaardat- et. çaarda-dan:
çaardooç = = caardagıç.
çaba çap IV hal zamanı gerondifidir; karşı karsıya: önden (başlıca, yağmur hakkında); camgır çaba caayt: yağmur yüze vuruyor; yağmur kaldırılmış olan tündük’ün (hk.) karşı taraf ından vuruyor ve keçe evin içine düşüyor.
çabaagan (bir iş hakkında) haber salmak için komşu avullara (köylere) gönderilen sai.
çabaagançı = : çabaagan.
çabadan f. kıymetli ev eşyasını saklamak için kullanılan uzun ve dar çuval.
çabak l. çapak balığı; may çabak l) latince adı Gobio olan bir balıktır; (Ş. Sami’ye göre: tatlı su kayabalığı. M.); 2) balıkçık, herhangi bir ufak balık; it çabak (som balığı: Salmo cinsinden olan ve latince Salmo alpinus adını ta- şıyan bir balıktır. M.) çabak ur-: bir nesne suya düşmek ve bundan bir ses hasıl olmak; (yüzerken) kollarla ve bacaklarla küçük hareketler yapmak; kollarını sallayıp yüzmek; 2. yün ditmek için incecik çubuk (saboo’dan bk. daha ince); 8. tekerleğin dişi; 4. küçük sırık.
çabalda- l. şişi birkaç yerden deşmek: 2. yün ditmek,
çabaktaş- muş. çabakta-dan.
çabaktat- et-, çabakta-dan.
çaban .r. çoban /12/
çabar l. sai (tatar); salıkçı (haberci); 2. kavas; kurye.
çabarmar 1.seyis, atlı; Z. kurye.
çabdar al(at)
çabeles . l. zayıf, denmansız; 2. ahmak.
çabendes f. at üzerinde oğlakla yapılan yarışta oğlak çekmekte mahir olan; cesur, atılgan atlı; çabendester çogulsa; ulaktın çeri cazıllat folk. cesur atlılar toplandığında (onlar çekişirken) oğlağa ferahlık geliyor.
çabal zayıf, dermansız; bergenin aigan— camandın işi; içkenin kuş kan— çabaldın İşi ats : verdiğini geri almak- kötü adamın işdir; İçtiğini kusmak— zayıfın işidir.
çabaldık zayıflık, dermansızlık.
çabalekey l. = çabiyekey; 2. = ene çikit (bk. çikit).
çabık = çabındı.
çabıl- l. dibinden kesilmek; tamırına balta çabıldı: kökünden yok edildi; çaçılıp - çabılıp bk. çaçıl-;2. çapula ve yağmaya çarpmak; 3. dörtnala koşmak (binek hayvanı hakkında); at çabıldı : at yarışı, koşu yapıldı.
çabılakey- çabiyekey. ğu mesafe; tay çabım cer : bir ya-
çabım yarışların mesafesi; at çabım cer : büyümüş atların koşturulduğuşında olan tayların koşturulduğu mesafe
çabındı ot biçilen yer, çayır; çabındı çerler : ot biçilen yerler
çabır ufak tefek şeyler, değersiz nesneler; çabır mal : çelimsiz ve arık hayvan (ufak, zayıf atlar, koyunlar ve s.)
çabış I, işs. çap - IV ten; at çabış • at yarışı, koşu; at meydanı; çılañaç çabış es. : bellerine kadar çıplak olan iki atlının yansıdır ki bunlar birbirinin çıplak tenlerine kamçı ile vurmaya çalışırlar; çoñ çabış es. : yoğaşı verilirken yapı- lan at yanşları; kol çabiş : l) el çarpma suretiyle alkışlama; 2) bir oyunu veya şarkıyı nağmelere veya hareketlere uydurarak iki avucu birbirine vurmak suretiyle takibetme; çöp çabış = çabındı.
çabiş II, l. hep beraber kesmek; birbirini kesmek; 2. koşmak suretiyle yarışmak; alabildiğine koşmak,
çabışuu işs. çabış- II den.
çabıt şikar araştırarak dolaşmak;baskın, akın.
çabıtta- av arayıp dolaşmak.
çabiyekey kırlangıç; too çabiyekeyi : dağ kırlangıcı.
çabuu I, işs. çap- IV ten; kol çabuu l) el çırpmak suretiyle alkışlama;2) oyunu yahut şarkıyı el çırpmak suretiyle takibetmek. II, rubanın yahut paltonunarka kısmı.
çabuul l. hızlı yürüyüş (at üzerinde); koşu; kara çabuul l) atın dörtnala koşması; atın bir defadaki hafif koşması (carriere); üç attuu, birinen biri ötüp, kara çabuul menen kele çatışat: üç atlı, kah biri, kah ötekisi öne geçerek, atlarını dolu dizgin koşturarak geliyorlar; 2) Öndülsüz at yarışı; irisi coktun atı kara çabuulda cügüröt ats. : talihsizin atı (yalnız) öndülsüz (ikramiyesiz) kokularda (iyi) koşar; 2. akın, çapul. taarruz hücum; çabuul sal- yahut çabuul koy- : akın etmek, taarruza geçmek, hücumetmek. korgongo çabuul koydu : kaleye hücumetti.
çabuulda- l. muayyen bir yönet gö- zetmeksizin koşturmak (atı); 2. dörtnala, dolu dizgin koşturmak.
çabuuldat- et. cabuulda-dan.
çaç I. (insan başındaki) saç; çaç cıy- es. : saç Örmek (kocası öldükten sonra yedinci yahut kırkıncı günde bunu yapan dul kadın hakkında) ; karın çaç : çocuk karında iken biten saç; cıldı çaç : erkeğin ensesindeki perçem (şimdi artık bu perçemi .taşımıyorlar); çaç etekten bol- : bir nesneyi bol bol al- mak; bolluk ve kolaylık içinde ya- şamak; çaçtan köp : hesapsız, çok:çaç kap = çaçpap; çaç uçtuk; bk. uçtuk; çaç kırk tar. : saç örgüsünü kesmek (bu, bîr kadim rüsvay etmek için bir ceza olarak tatbik edilirdî).
çaç-II l. saçmak (püskürmek): şu-raya buraya atmak; her yana dökmek; 2. serpmek 3. meç, israf etmek.
çaça- bir şey içerken geniz nahoş bir surette gıcıklanmak neticesinde istemiyerek, aksırığa benzer bir ses çıkmak.
çaçat- et. çaça-dan.
çaçı l. küçük saçak; cooluktun çe- kelerinde mayda çaçılar bolot: mendilin kenarlarında ufak saçaklar bulunuyor, kuyruktaki kıllar; kimi hayvanların kuyruk ucu (diyelim. ineğin, eşeğin); ögüzdün kuyruğunun çaçısın kuyuşkaña baylap adlı : öküzün kuyruk uçunu kuskuna bağladı; 3. atın aya-ğnın gerisindeki kıllar.
çaçıla I, bir düğün ayinidir ki, şundan ibarettir : güveyin yakınlarından yaşlıca bir kadın, gelin nişanlısının köyüne geldiğinden (kaynatasının evine yaklaştığı zaman) onun üstüne şekerlemeler saçardı.
çaçıla- II, saçakla süslemek, saçak takmak; topostun kılı menen çaçıla- : Çin mandasının (kaytızın) kuyruk kılıyle süslemek.
çaçpak saç örgüsiyle beraber örülen saçak; çaçpak kötör- mec. : hizmete amade gibi görünerek, hoşa gitmeye çalışmak; birisini, peşine takılıp, bırakmamak; al çaçpagın kötörüp keldi : o, yalnız (misafir olması istenilen) adamla beraber bulunduğu için (diyelim misafirliğe) geldi.
çaçpaktuu l. çaçpak taşıyan (bk çaçpak); 2. mec. kadın.
çaçta- saçtan tutarak sürüklemek
çaçtaraz k-f berber; çaçtaraz mene süylöşsöñ, ustara menen kayra* ğın aytar ats. : herkes kendi işinden bahseder (harfiyen : berberle konuşursan, o, bileği taşiyle usturadan bahseder)
çağan yahut çağan ayı (destanda): Moğol ve çinlilerde yeni yıl (bayramı bîr ay sürer).
çagarak helezonî. burmalı; burma; ayıl itinin kuyruğu çagarak ats. : evde duvarlar da yardım ediyor (harfiyen : köydeki köpeğin kuyruğu helezonîdir).
çagarakta- l. çengelimsi bükülmek (diyelim, köpeğin kuyruğu hakkında); 2. mec. gururlanmak; kendini müstakil hissetmek; çagaraktap kalıptır: o, gururlanmış; atım çagaraktap kalıptır : atım kanlı canlı gözüküyor.
çagaraktat- et. çagarakta-dan; it kuyruğun çagaraktatıp arsıldadı : köpek kuyruğunu çengelleştirdi ve gümürdedi.
çagarakrtatuu halka, helezon, çengel şeklinde bükme.
çağıl- mut. çak- IV ten.
çagıldır- gözü •kamaştırmak; köz cagildıra turgan : kamaştıran.
çagılgan şimşek, çakın, yıldırım; aa çagılgan tiydi : ona yıldırım değdi; çagılgan ogu mit.: yıldırım oku: di; çagilgan ogu mit. : yıldırım oku : (güya yıldırım düşen mahalde yerin düzeyine çıkan) kırmızımtırak taş; çagılgandın ogunday : yıldırım gibi vuran.
çagılış I. göz kamaştıran ışık; közgö çagılış ber- : gözü kamaştıran (gayet açık ve parlak nesne hakkında); kündün çagılışına karay albaym : güneşin parıltısına bakıyorum. II, aksetmek: suudan çagılışıp. carkırap körüngön ay eken parlıyan. suda akseden, meğerse aymış.
çak I. ölçulu; uygun, münasip; kolaylıklı; tam; yakışıklı; senin kîyimiñ maa çak kelet : senin giyimin bana tam geliyor; özünü çak :muvafık, münasip; kün çak tîh-tö : tam öğle zamanı; çak cayloo uygun, yazlık otlak, mer’a. II, zaman, vakit; bala çakta : çocuklukta; cıvırma beste çagında folk- : yirmi beş yasında iken; keler çak gram. gelecek zaman müstakbel zaman); cak toluktat kıç gram. : zaman gösteren zarf. III. iki şeyin birbırine vurulma-sından, çarpışmasından hasıl olan ses; çak çak : şak sak (diyelim,küçiik çekiçle metal döverken); çak etme : pistonlu silah (çakmaklığından farklı olarak); çak et- : tak tak etmek; çak etkiz- : tak tak ettirmek; çak etkizip terezeni caap koydu : tak ederek pencereyi kapatıp koydu; çak- çuk : keskin ve kesik takırtı; çagılgan çak - çuk dey tüştü : yıldırım çatırdıyarak düştü.
çak- IV, l. müzevirlik etmek; şikayet eylemek: meni saa çaktı : bana senden şikayet etti; al maa mun-ğun çaktı : o bana dert yandı; 2. şiddetle vurmak; meni arak (yahut bozo ve s.) çagıp koydu : mahmurluktan kırıklığım vardır: 3. sokmak (ısırmak); 4. çakmak çakmak.
çaka I. çaka-çaka : örse çekiçle vurmaktan hasıl olan sesi taklit. II, l. madenî kova (karş. çelek l); çaka kak- eş. (davula vurur gibi) kovaya vurmak (sahte tabiplerin doğurtma sanatı usullerinden bîridir); çaka tuyak = çakar; 2. ufak bakır sikke; metelik; ceti çaka karzım çok folk. : yedi metelik bile borcum yoktur.
çakalay (vucuttakî) temregü, erpes (hastalık).
çakan I. l. biraz bir miktar: berilgen cardımı ötö çakan : yaptığı yardım gayet ehemmiyetsizdir; 2. küçük: valnız şahsî ihtiyaçlara ye teçek kadar. II, korku (velvele); imdada çağırma işareti.
çakar yaman; görmüş geçirmiş (kimse); kurnaz (daha fazla at hakkında).
çakçañda- azim ve gayretle 4 görmek; çakçañdap kirip keldi : içeriye fırladı; közdörü çakçañdayt : gözleri fena halde gözevinden fırladı.
çakıy- dikilmek; göz dikmek, dikkatle bakmak; cıldız çakıyıp : yıldız pırıl pırıl yanıyor.
çakıyt- et. çakıy-dan.
çakmak l. çakmak; 2. çükö oyununun adıdır (bk. çükö); 3. közü ala çakmak boldu : gözleri süzülmeye başladı.
çakmakta- közüñ ala çakmaktap cüröt l) gözlerin oynuyor: 2) sana her şey bozuk (aşırı büyümüş) şekilde gözüküyor; közü ala çakmaktay başladı : gözler süzülmeye, adam sarhoş olmaya başladı.
çaksa f. (cenubî Kırgızıstanda) 5 kilo kadar ağırlık ölçüşü.
çakta- (takriben) takdir etmek; denemek.
çaktaş- muş. çakta-dan.
çaktı l. takribi mikdar; on çaktısı :onlardan on kadar; 2. kuvvet:çaktısı kelbeyt : gücü yetmiyor, yapamıyor; çaktım kelet : muktedirim, gücüm yetiyor; çaktısıntaba albay kalıp : şaşırarak.
çal- II. l. şiddetli ve keskin vuruşla vurmak : çalmak; (güreş sırasında) ayak çalmak; calip çıktı :ayak çalmak suretiyle yere serdi;2. kamçı ile vurmak; kancıgaga çal- : terkiye bağlamak,; tegerete çal- : ipliği tura ve çile yapmak:3. (hayvanı) kesmek; 4. bakmak:yolu yoklamak; col calip kel : yolu bakıp gelmek; konuş calip kel- :konağı (durağı) bakmak, yoklamak; durakalmak için elverişli yeri seçmek; keçüü çal- : nehirde geçit aramak: nehirden geçmek için uyurun mahalli seçmek.
çala büsbütün değil; tam değil; eksiklik: melez; metis; çala can : yarı diri; çala ölük : yarı ölü; çala şabattuu : okuması yazması az olan (buradaki “sabattu” sözü «sevadlı» dan bozulmuş olacak, M); işiñ çala : işin eksik yapılmış : çala - bula : şöyle böyle; çalaga. Yım yahut çala kayım : avanak; mıymıntı; çalagayım cindi : ahmak adam; çala - çarpıt (yahut çalaçarpıt) cerinde ; her nerdeyse, herhangi bir mahalde: bazı yerlerde.
çalagayım bk. çala.
çalap ayran,
çalbar şalvar.
çalcakta- : çaicañda-.
çalcañda- çocuk diliyle konuşarak. sahte tavır takınmak.
çalcañdat- et. çalcañda-dan.
çalcañdoo işs. çalcañda-dan.
çalçık gübre suyu; çamur, bataklık, suunu köp keçse. çalçık bolot; sözdü kop süylösö, tantık bolot-ats. : (geçit yerinden) su çok ge-çilirse çamur peyda olur; söz çok söylenirse, saçmaya döner.
çaldı çaldı - kuydu : karmakarışık. müşevveş, zor halledilen; çok izdegendin colu çaldı - kuydu : yitik arayanın yolu karışıktır.
çaldıbar f. l. harabe; 2. yırtık pırtık, büsbütün Örselenmiş giyim;kivimdin çaldibarı çıktı : giyim (yamamak bile kabil olmıyacak derecede) örselendi; çaldıbarı çigıptır meç. : büsbütün perişan oldu. iflas etti.
çaldık- 1 (bîr nesneye) çarpmak; (bîr şeyle) çarpışmak: ooruga çaldık- : haslık almak; közgö çaldık- : göze çarpmak, dikkati çekmek, gözükmek; 2. yarı yanmak, bir parça yanmak.
çaldıktır- et. çaldık-tan.
çaldır- l. et. çal- II den; nokto çaldır : yular ördürmek; çöp çaldır . (hayvanı) bir parça otlatmak; 2. yenilmek.
çaldu çaldu – kuydu: çaldı - kuydu (bk. çaldı).
çaldubar = çaldıbar.
çaldur çaldur - çuldur : kaz ve benzerlerinin bağırması.
çalgay yol üstünde değil bir kenar da bulunan.
çalgı tırpan (k. - ik.).
çalgıç l. sıkıştırmak, bağlamak için küçük bir ip, kınnap; kerege çalgıç : kerege (bk.) nın parçalarını birbirine bağlamak için kullanılan ip; 2. karıştırma aygıtı.
çalgıçı ot biçen kimse; iyi ot biçen adam.
çalgın Il. kuvvetlice gerilmiye, açılmıya müstait olan (kanatlar hakkında); hızlı uçan; 2. kanat: 3. kanatların gerilişi, açılışı. II, l. tırpanla biçme; ot biçimi; çalgın çal- : tırpanla biçmek kök çalgın : yüksek, yeşil ot; 2. araştırma, taharri, keşif açılma: Çalgınca ketti : taharriyata, keşfe gitti; kontr - çalgın : mukabil ta harri. mukabil casusluk.
çalgınçı t. - çalgıcı; 2. araştıran. keşif, istikşaf ile uğraşan.
çalgınçılık taharriyatçi durumu yahut mesleği
çalgında- l, dolaşmak, araştırmak, keşif maksadıyla yaya yahut vasıta ile gezmek; 2. daha iyi otu seçmek (hayvan hakkında); at çaigındap ottoyt : at otu seçerek otluyor.
çalgirt çalır.
çalgırtta- muvafakat etmemek, direnmek; (umumun fikrine) muha lif olmak; tamırı çalgırttap kalıptır : nabzı normal değildir.
çalgırttoo karşı koyma, inat, direngenlik.
çalıluu ilmik yaparak bağlanmış; altın kılıç ay balta bileğimde çalıluu folk. : altın kılıç ve savaş baltası (acak) koluna bağlıdır.
çalım mahlut; çalımı çok argımak: temiz kanlı argamak (at); kıtayga çalım çeri bar : Çinliye çalıyor.
çalır l. eğri; çalır bet mat. : eğri yüzey (sathı münhanı); 2. şaşı; şaşılık; çalırı turat közündü folk. (hoş görmeyerek) yan bakıyor.
çalırakay şaşı.
çalırañda- hareketlerinde. işlerin de şaşıya benzemek.
çalış I, l. .... şekline malik olan; ... ye benziyen; ... ye çalan; buudan çalış.: yürük at eskal ve evsafına malik olan; 2. yarı cins olan: çalış cılkı : yan cins olan at.
çalış- II, elbirliğiyle istikşaf yapmak çalgındı birge çalıştık folk. : hep beraber taharriyat, istikşaf yaptık. III, ağır bir şey suya düşmek ve ses çıkarmak; çalkalanmak
çalka çalkasınan catkız- yahut çalkadan catkız- : her iki küreğim yere diğdirmek suretiyle arkaüstü yere sermek; çalkasınan ketti : arka üstü düştü.
çalkak dik olmıyan dağ yamacı.
çalkakta- = : çalkala.
çalkala- göğsü ve karnı öne çıkarmak; çalkalap otur- : göğüsü öne çıkararak, başı hafifçe geriye atarak kurulup oturmak; atka minip çalkalap folk. : at üstünde kurulup oturarak.
çalkalat- et. çalkala-dan.
çalkaloo göğüsü ve karnı öne çıkarma.
çalkan ısırgan otu.
çalkanda- çalkandap taşta- (Rad, V) : arka üstü atmak.
çalkar yahut çalkar köl : kocaman göl.
çalkı- l. geniş yayılmak; 2. ağır ve süzülerek hareket etmek.
çalma I. lav; ak çalma : (su taşkını zamanında) balçıklı, bulanık su, boz çalma : bir bitki adıdır. II, atı yakalamak için kement çalma çal- yahut çalma ur- : kement atmak.
çalpıldat- et. çalpılda-dan; maldın şıyragı suunu çalpıldatıp çaçıratat: hayvan suyu ayaklarıyla şaplatıyor ve sıçratıyor.
çalpıldoo işs. çalpılda-dan.
çalpoo (kars. çaypoo) : harın, az binilen (at).
çam adım.
çama I, l. kuvvet, kudret; çaması kelebi? : yapabilir mi?; gücü yeter mi?; çamam kelbeyt : gücüm yetmiyor; ben yapamıyorum; camadan tışkarı : ölçüden üstün, aşın; 2. göz karan; takriben takdir; saat on bir çamalarında : saat on bir sularında, raddelerinde II, içilmiş çayın çöpü.
çamaluu l. takriben; cüz çamalun kişi : takriben yüz kişi;vüz kişi kadar; 2. ortaca; pek o kadar büyük değil; pek o kadar îvî değil; bayda çamaluu : payda orta : pek o kadar büyük değil; pek o kadar mana yoktur.
çambıl alnı ak olan doru (at); çambıl ala : kirli benekli (diyelim; tozda ağnamış olan at hakkında); kirli alaca.
çamda- 1 adım atmak, yürümek; 2, ivmek, acele etmek; çamdap erterek bütürgülö : çabuk davranınız ve erkence bitiriniz!
çamdal- = çamdan: ak colborstoy çamdalıp folk. : beyaz kaplan gibi, sıçramaya atılmaya hazırlanarak.
çamdan- l. sicramaya. hücüma ha- zırlanmak; 2. maç. kendini tahkir edilmiş saymak; küsmek; sen anın aytkanına çamdanbay ele koy sen onun sözlerinden muğber olma!
çamdanuu işs. camdan-dan.
çamdaç- muş. camda-dan.
çamdat- tezletmek ivdirmek.
çamdatuu tezletme, acele ettirme
çamdoo adım atma, adımları hırlatma; tempoyu arttırma.
çamgarak tündük'ün altında kesişen bir şekilde konan ve obanın ağaç iskeletini tamamlayan bükük değnekler; kara çamgarak : baba obası (harfiyen : siyah çamgarak).
çamın- atılmak, saldırmak.
çamındı yonga.
çamınuu atılma, saldırma
çamırkan- kin beslemek.
çamırkanuu kin besleme.
çampa- campa.
çampan çin. konuşma melekesi kötü olan (diyelim, henüz konuşmaya başlıyan çocuk yahut yabancı dille kötü konuşan adam).
çan I, kılış kabzası.
çan- II, küçümseyerek, hakir görerek muamelede bulunmak; kendine müsavi saymak; erin çangan katın : kocasına on paralık kıymet vermiyen karı; katının çamp cüröt : karısiyle (ev hayatı) yaşamıyor.
çanaa . kızak.
çanaala- kızakta taşımak.
çanaaluu kızaklı, kızakta giden.
çaraç l. tulum ; çanaçı carıldı al. (şöhreti afaki tutup da birdenbire kepaze olan adam hakkında) fena halde muvaffakiyetsizliğe uğradı (harfiyen tulumu patladı):2. çanak, tulumba
çanaçta- çanaçtap : çanakla (dökmek veya koymak).
çanak göz çukuru; közü çanagınan çıgıp ketti : gözleri çukurundan alnına fırladı.
çancuu Çançı, çin. afyon haşhaşı tarlasındaki otları gidermek için kullanılan birnevi küçük kürek.
çancuula- çancuulagan kebiñdı koy! : lakırdıyı başka tarafa çevirme!
çanç- sançmak; bir yandan öbür yana delmek, saplamak.
çanda nadiren; nadiren rasgelen, sevrek: canda biröö tabılat : seyrek düşüyor (rasgeliyor): nadiren tesadüf olunuyor: çanda biri bolboso : meğer ki onlardan biri ola: nadiren onlardan birisi.
çandan I, f. bir çokları, çok, oldukça. II, = çanda
çandır karnın aşağı kısmı
çandırla- (karş. şalañda) : kuskunu arka kolana, kuyruğun mebdeine dokunmayıp kalçaya sarkacak tarzda bağlamak.
çandırloo işs. çandırla-dan.
çandırmaluu çıngıraklı; çandırmalun köökör (Rad., V) : çıngıraklı küçük kova.
çang toz, buduñ - çañ yahut çañ - çuñ buduñçanç
çañda- tozlanmak.
çañdat- l. toz kaldırmak, toz koparmak; 2. toza döndürmek, toz haline getirmek.
çañdatuu toz kaldırma.
çañduu tozlu.
çañgı bir çeşit kayak (çubuklardan örülen ve dağlarda kayak yerine kullanılan kareler.)
çañgıl ak çañgrıl too : karlı dağ, kök çañgıl : hafifçe beyaz: hafifçe boz.
çangır- alabildiğine bağırmak; canı tırmalıyan bir sesle bağırmak, acı acı bağırmak; yaygara etmek; çarğırgan ün : acı ses; kımız çañırıp kalıptır : kımız fazla ekşimiş (bozulmuş).
çañırt- et. çañırt-dan.
çañıruu işs. cañırdan.
çañıt- ayran (çalap'tan fariu şudur ki çañıtta çalaptakine nisbeten su mikdarı fazla olur); ayranda su koşup, çañıt kılıp ber : yoğurda su katarak çañıt yapıp ver!
çañıtta- bozumtırak, donuk renge girmek; kün çañıttap turat : hava bir parça kararıyor.
çañk çañk - çañk : yaygara, bağırıp çağırma.
çañkay tamamen, mutlaka, tam; çañkay tuş : tam öğle zamanı; çargkay açık tün : büsbütün açık (bulutsuz) gece; çañkay boz at :açık boz at.
çañkılda- l. bağırıp çağırmak (çocuklar, kadınlar hakkında); 2. acı sesle havlamak (köpek hakkında).
çañkıldaş- muş.çañkılda-dan.
çañkıldat- et.çañkılda-dan.
çañkıldoo işs. çañkılda - dan.
çantuu çin. (destanda Çinli veya Kalmak ağzından söz söylenirken) :müslüman.
çap I. l. kaşık : eçkinin çabınday al. : kızıl (saçlı); açık kızıl (insan hakkında); dağ eteği; üzerinde seyrek bitkiler bulunan veya hiç bulunmiyan bayır; 3. (Rad.) : uzun, uzamış, yayılmış; çap caak elmacık kemikleri çıkık olmıyan. dar olan. II. çap et : süratli, çevik hareket yapma; alakanın çap koydu : el çırptı. III, öp I sözunun tekidir. IV, l. hızlı koşmak; at çap- :at yarışları, at koşulan tertip etmek; atasına at çaptı es. : babası için olan yoğası sırasında at yarışları tertip etti; atka çap : ata binerek koşturmak; atı doludizgin koşturmak; atka çaap kalgan bala : artık ata binerek koşturmasını bilen oğlan; atka çaap keldim • ata binerek koşturarak geldim; 2. kesmek; balta çap- : balta ile kes- mek; ketmen çap- : bel ile çalışmak (toprak kazmak); çöp çap- :ot biçmek; kümüş çap : gümüş çerçeve yapmak; canımdı kurman çabayın! folk : canımı feda edeyim! başka çapkanday : bir şey düşünmeksizin; Kaşgardı çaap alganda folk. : Kaşgan yağma ettiğinde; 3. atılmak; öz baydasına çaap : şahsi menfaati, şahsî gayeleri peşinden koşarak.
çapçı- ön ayağivle, tırnağiyle yere vurmak (at, yabanî hayvan hakkında); bee balasın çapçısa da bert kılbavt ats. : kısrak yavrusunu ön ayağıyla vursa dahi. onu sakatlamaz.
çapçıla- it. çapçı-dan.
çapçuur kazandaki eti çevirmek iç kullanılan üç dişli çengel.
çapkı- çalgı.
çapkıç kesen aygıt (alet): çapkıç maşina : ot biçen makine
çapkıçı- çalgıcı.
çaplala- it. çap- IV ten; kir çapkıla-:çamaşırı (yıkarken) tokmakla dövmek.
çapkınçıhk l. katliam, toptan öldür me, imha; 2. akınlar zamanında huzur ve rahatın bulunmadığı zaman.
çapta- l. tıkamak; sımsıkı kapatmak; ok çapta-: silahı doldurmak; oktu çaptap, hayza aştap folk. :silahı doldurarak, süngüyü göndere takarak; 2. zamkla yapıştırmak;bir nesneyi diğer bir şeye yapıştırmak, bir şeyi başka bir nesnenin üzerine yapıştırmak.
çaptal- mut. çapta-dan.
çaptat- et. çapta-dan.
çaptık- aşın derecede kızmak, gazaba gelmek.
çaptır- et. çap- IV ten; kümüş tögüp çaptır-: gümüş kaktırmak, gümüş çerçeve yaptırmak; eer çaptır-: eğer sipariş etmek; at çaptır-:at yarışları yapmıya müsaade veya icbar eylemek; köz çaptır-göz gezdirmek.
çaptoo işs. çapta-dan. l
çar I, çöp sözünün tekidir; çar uçkanday : manasızca; sistemsizce;darmadağınık; çar uçkanday içteşet : elbirliğiyle çalışmıyorlar, biri o yana, biri bu yana çekiyor. II, f. çar cayıt = çarcayıt; çar tarap = çartarap. IIIr. tar. kon. (seçim zamanında kullanılan) «şar» (yuvarlak, kürecik); çarga sal- : (küreciler atarak) seçmek, intihabetmek. IV, yahut car karga : ekin kargası.
çara I, l. büyük çanak; közdün çarası : göz çukuru, gözevi; 2. kabir çukuru (hars. kaznak). II. f. ölçü, vasıta, çare; çara çok : çare yok; imkansız; çara kör-: çaresini görmek; tedbir araştırmak; çara körböö : tedbir almama.
çarabzal- çarapzel.
çaraçı yardım, müzaharet eden.
çarakta- = şarakta..
çaraıı çoğun- çaran : hepsi birlikte, hepsi birden.
çaraça l. sümük kabilinden muhatî madde; yeni doğan çocuğun tenini örten ince zar.
çarba I, l. iğelik (ekonomi); ayıl çarbası: köy iktisadiyatı; şaar çarbası : şehir iğeliği; tovar çarbası: çarbaçıhgı : köy iktisadiyatı, 2. da-varcılık iğeliği; 3. davarcı, hayvan yetiştiren kimse; dıykan bolsoñ basında bol; çarba bolsoñ, kaşında bol ats. : çiftçi isen ekin ekilirken orada bulun, davarcı isen, hayvanlarının yanında bulun! II = çorbo.
çarbaçı ekonomi sahibi.
çarbaçıl ekonomisiyle alakadar olan kimse.
çarbacılık l. iğelik, ekonomi; ayıl çarkçılığı: köy iktisadiyatı 2 davarcılık iktisadiyatı; davarcılık.
çarbadar f. davarcı.
çarbak f. kale, etrafı hisarla çevrilen meskun mahal.
çarbı ufak; çarbı mal : ufak hayvan.
çarcayıt f. intizamsızlık; anarşi; mal carcavıt ketti : hayvanlar her tarafa dağılıp gittiler.
çarca- l. yorulmak; 2. meç. ölmek (9-10 yasma kadar olan çocuklar hakkında
çarçañkı bir parça yorulmuş, hafifçe yorgun.
çarçaş- muş. çarça-dan.
çarçat- yormak.
çarçatuu işs, çarçat-tan.
çarçı f. yahut tört çarcı : kare, murabba; çarcı metr : kare metre;çarçı boyluu : şişman ve kısa boylu; el çarcısın bil-: halkın haleti ruhiyesini bilmek; can tört çarçı bolup catkan kez : büyük meşgu- liyet ve uğraşma zamanı, harfiyen: canın murabbalaştığı zaman).
çarçıla- boyunu, enîni denk olarak bükmek (diyelim, köşeleme bukii len mendil).
çarda- l. kurbağa bağırmak; 2. kuğu kuşu ötmek; 3. malumat almak. vaziyeti yoklamak maksadiyle gitmek; el için çardap keldi : müşahede maksadiyle halk arasında dolaştı.
çardak I, (Rad.) baraka. H, ak çardak : martı (kuş).
çardañda- l. hareketlerinde şişmana benzemek: 2. meç. memnun, keyifli halde bulunmak.
çardañdas- muş.çardangda-dan
çardañdat- et. cardañda-dan.
çardarı f. türlü ilaçların halitası, mü- rekkep ilaç.
çardoocu . tar. vazifei. halkın refahı hakkında malumak edinmek üzere köyleri dolaşmaktan ibaret olan kimse.
çargıt I, samimiyetsizlik; iğfal; doğru cevaptan kaçınma; çalırı turaf közündö, çargıtı turat sözündö folk, : yan bakıyor, sözünde aidatma vardır.
çargıt- 11 : söz çargıt- : lakırdısıyle insanın başını ağrıtmak; lakırdıyı başka mevzua çevirmeye çalışmak; çargıtpakm lafı başka taraf çevirme!
çarı (kınnapla, şeritle) sararak bağlamak.
çarık I = çarık l. çarık cip bk. cip. II = çarke.
çarıkta- I, bileği taşı çarkında bilemek. II, nallanmamış atın tırnaklarını bir nesneye bağlamak, sarmak (taşlı yerde gezerken böyleyaparlar).
çarıktat- et çarıkta- I, II den.
çarıktoo bileği taşı çarkında bileme.
çarılda- cıvıldamak; yaygara koparmak.
çarıldaş- muş. çarılda-dan.
çarım l. hayvan derisinin iç tarafın dairi elyaf lı tabaka 2. ufak veterler (adalelerin kalın sinirleri); (ette) sinirimsi elyaf; et çarım eken, tiş ötpöyt : et sinirli imiş. diş kesmiyor.
çarıt- et. çarı-dan.
çarıyar = : çaryar.
çark I, f. çark: daire; bileği taşı çarkı; arabanın çarkı : araba tekerleği; çarkıñ kelbevt : gücün yetmez; hakkından gelemezsin; çark ur- es. (dervişler hakkında) : Al-lahın adım zikrederek dönmek (yakarış şekilleriden biridir) II, çark toktogon irik : büyümüş koç.
çarkar f. l. kepek saklamak için bina; 2. (destanda) ev, mesken.
çarke tek bir parça deriden dikilmiş olan ayakkabı.
çarkılda- cıvıldamak; bağırıp çağırmak; şuur çarkıldayt : dağ sıçanı acı acı ses çıkarıyor.
çarkıldoo cıvıldama; bağırıp çağırma.
çarkıra- bağırmak (diyelim, bağırarak ağlayan çocuk veya Colaeus denilen kuş hakkında).
çarkırat- et. çarkıra-dan.
çarpı- çarpmak; at çarpıp başat : at önayaklarını ileri atarak gidiyor; at ayaklarını dik tutarak, ayakları dolaşmadan gidiyor; calın çarpıganday : alev tutuşmuş gibi.
çarpıl- mut. çarpı-dan; azıraak cutka çarpıldık : bir parça cuttan (kırgından) mutazarrır olduk; (bk.cutl).
çarpış- muş. çarpı-dan.
çarpışuu çarpışma, müsademe (harp meydanında).
çarpıt I, çala sözünün tekidir.
çarpıt-II et. çarpı-dan.
çart çatırtı; çatlama ses^'ni taklit; keskin, enerjik hareketi ifade eden taklit: cart tüv- : sağlam düğüm yaprak bağlamak; cart keş- : keserek koparmak.
çartarap f. dört cihet; civar, yöre
çartılda- gümbürdemek, gürlemek; kün çartıldap turat : gök gürlüyor
çatak niza,kavga,ihtilaf,nifak,şikak; çır- çataktı süygön kişi : kavgacı, talaşman kimse ; çatak konuşsiyasi es. : ihtilafları halleden komisyon.
çatakçıl talaşman, kavgacı.
çataktaş- lafla takılmak, muhalefet etmek; münazaa etmek, kavga, niza çıkarmak.
çataktaşuu sözle birbirine takılma, çatışma.
çataş ı,içinden çıkılmaz bir durum,karışık iş. ıı, 1. karışmak,karmakarışık olmak;intizamsız bir hale gelmek; 2. sayıklamak; tüşündö köp çataştı : rüyasında pek fazla sayıkladı.
çataştır- karıştırmak,karmakarışık etmek,intizamsız bir hale komak;zihni teşviş etmek; ipin ucunu kaybettirmek.
çataşuu 1. içinden çıkılmaz durum; 2. sayıklama
çetekte- katmerleştirmek; karmakarışık etmek ; işti çatektep aldı : işi karmakarışık etti.
çatektöö mudilleştirme, karıştırma.
çatına- çatırtı ile çatlamak.
çatınat- et. çatına-dan
çatır if. 1 : çadır; [*] ; kol çatır : el çadırı,şemsiye; 2. çatı ; saçak. ıı,çatırtı ; kov çatır dep ürktü koyunlar bağrışarak, ürektüler; çatır- çatur : devamlı çatırtı; gümbürtü.
çatıra- çatırdamak ; takırtı yapmak.
çatıraş f. satranç.
çatırat- et. çatıra-dan
çatıray- muhteşem bir görünüşe malik olmak ; parlamak; çatıraygan ak üy : muhteşem beyaz oba; çatıraygan kişi : mükellef elbiseler giymiş,kibar tavırlı adam.
çatış- ıı, çatallaşmak; karışmak (müdahale etmek) ; bir işe karışarak içinden çıkamaz hale gelmek:
çatkayak atın art ayakların üst kısımlarının arasındaki yarık.[*]
çatıştır- karmakarışık bağlama (diyelim, bir atın ayağını diğer atın ayağına bağlamak).
çatıştıruu karıştırma,intizamsız bir duruma koma, zihni teşviş etme, ipin ucunu kaybettirme.
çatkı : çatkı ayak = çatkayak
çay ı, çay: kızıl çay:sert çay;taş çay: tablet biçiminde olan çay;"kök çay : 1) yeşil çay: 2) latince origanum denilen bitki; içine yağda kavrulmuş un ve çay menkuu dökülen sütten ibaret olan içecek; kara kaptal çay (forklorda) : bir çeşit çay ! ıı- kovun sürüsünü durdurmak veya geri çevirmek üzere çıkarılan ses; çay çayla : koyunlara bağırmak.
çayan 1. akrep; çayan közdüü : sarı : sarı gözlü; 2. yengeç ; 3. çayan tüvdüğme şeklinde düğüm bağlamak.
çavcıl çay içmeyi seven, çay tiryakisi: mavda-çayda : hurda, ufak tefek ; mevda-çayda cumuştar ufak tefek işler bazı işler.
çaydav bödöv-çayday : oyun esnasında birkaç kişi bir kişi üzerine her yandan saldırdıkları zaman söylenilen sözdür: bövdöy-çaydaykıl- mec: son derece heyecan veya şaşkınlık haline vardırmak.
çegir çegir bayan yahut çekir bayan mit.: kuşlar (hele alıcı kuşlar) hamisi ; bay çegir: kancıgaluu kara señseñ (bk. señseñ); kuu çegir: karakuş nevilerinden biri.
çegirtke 1. çekirge; 2. cırlak (ocak çekirgesi); çeğirtkedey kara: curlak gibi siyah; 3. ekinleri harabeden iri çekirge; cegirtkeden korkkon egin akpes ats.: kurttan korkulursa, ormana gitmemeli (harfiyen: çekirgeden korkan ekin ekmez).
çeğirtkeç (doğan cinsinden latince falco vespertinus denilen kuş)
çegiş- müş. çek- ııı ten; er çegişpey bilişpeyt ats. : yiğitler ima kinaye ile bir parça konuşmadan tanışamazlar.
çek ı, hat (sınır), hudut; çek koy- : hat koymak ; tahdit eylemek; çekten aşık : hattan aşırı; çek ara : sınır (iki ülke arası); çek aralık : hudut boyundaki; çek aracı : hudut muhafızı. ıı, r. çek (banka havalesi).
çetkey- 1. ehemmiyetli ve müstakil gözükmek; 2. hayretten fırlamak (gözler hakkında) ; dalay közüng çekçeyer : daha birçok nahoş şeylere katlanacaksın, daha birtakım nahoş şaşılacak şeyler göreceksin.
çeke şakak gözüstü; tebeteyin çekesine kıyşayta kiydi : kalpağını şakağına doğru eğriltti; ak çeke : alnında beyaz yıldızcığı (akıtması) olan; kök çeke : alnındaki beyaz yıldızcığı (akıtması) bembeyaz olmuyan kak çeke : çocuklar aşık oyununda daima kazanan oğlanı imrenerek böyle tesmiye ederler; kızıl çeke bolup uruş- : kan akıtırcasına dövüşmek, amansız bir surette dövüşmek; çeke cılıt mec. : memnun etmek, eğlendirmek.
çekele- kenardan hareket etmek.
çekeleş- çekişmek, kavga etmek, dövüşmek.
çeken geniş yapraklı su kamışı; typha.
çekende 1. külü enfiye ihzarı için yarıyan bir çalının adıdır. : 2. cerçekende = çelgür.
çekene f. küçücük; ehemmiyetsiz ; kısmi, : çekene ayıl : küçük köy; çekene iş : küçücük cüzi iş; çekene emes : küçük ehemmiyetsiz olmıyan.
çeker f. tezgahdar.
çekey- = çekçey-.
çekez f. = tuur.
çeki f. yanlış; kötü,fena ; bu kılganıñ çeki : sen bunu beyhude yaptın, fena hareket ettin.
çelde- 1. deriden yahut bağırsaklardan et ve yağ kazımak ; deri altındaki zarı koparmak; 2. düğümcüklerden ve pürüzlerden temizşeyerek ipliği perdahlamak.
çeldöö işs. çelde-den.
çelegey semiz ve şişkin karınlı.
çelek 1. ağaç kova ; fıçı (karş. çaka ıı) ; başım kızıl çelek kan bolgon : başım kan içindedir; sıya çelek : hokka ; 2. arı kovanı ; 3. poyra (tekerlekte).
çelekçi yahut bal çelekçi : bal arısı besleyen, arıcı.
çeley- 1. patlamak ve akmak ( göz hakkında) ; 2. şişman ve şişkin karınlı gözükmek ; kardı çeleygen : büyük karınlı.
çeleyt- et. çeley-den.
çeliş- boynuzlarıyla kapışmak; süsümsek, tos vuruşmak, dalaşmak (öküzler hakkında).
çelisüü işs. çeliş-ten.
çelit- et. çel- ıı den.
çelkey- büyük karınlı olmak (şişman kimse hakkında : kars. çedirev-) ; kardı çelkeyip turat : onun (şişman adamın) karnı sarkık duruyor.
çelkeyt- et. çelkey-den, : kardın çelkeytip : şişkin karnını öne doğru çıkararak.
çemirçek 1. bir bitki adıdır, : 2. kıkırdak (gudruf) ; 3. sidik tutulmasına s,da sebebiyet veren bir at hastalığı.
çen ı, 1. yer (mahal) ; ayrıldın orta çeninde : köyün ortasında, : 2. zaman, an ; tüş çende : öyleyin ; 20 avgust çenderde : ağustosun yırmılerınde ; martın orta çeninde : martın ortalarında ; 3. ölçü ; eni çeki çok bk. en ı. ıı, yan cihet; çenime kelbe yahut çenime colobo ! : bana yaklaşma, semtime uğrama ! ; çenine colotboyt : yanına yaklaştımıyor, yanaştırmıyor. ııı, r. (çin) omuzluk epolet.
çençi 1. bk. kaykool; 2. kon arazi ölçen mühendis, topograf.
çende- yaklaşmak, yakına gelmek :,
çendeş- yaklaşmak ; sıraya gelmek ; bölök koyğo çendeşpey kaytar : (koyunları) başka koyunlara yaklaştırmadan otlat, güt !
çendeştir- et. çendeş-ten.
çendeşüü işs. çendeş-ten.
çendet- yaklaşmaya müsaade etme kendisine yaklaştırmak; canına çendetpeyt : yanına yaklaştırmıyor.
çenem ölçü, norm; toluk çenemde tam ölçüde, tam hacimde.
çenemdüü denkleştirilmiş; tahdid edilmiş, mahdut.
çeñgel f. 1. (yırtıcı kuşun ) ayağı, pençe, çengel ; 2. tencerede pişmekte olan eti çevirme (ucunda demir çengelleri olan değnek).
çeñgelde- kapmak, pençelemek.
çeñgeldeş- müş. çeñgelde-den.
çeñgeldet- et. çeñgelde-den
çenönük = çinöönük.
çenöö ölçme; denkleştirme.
çenööç 1. ölçücü, takdir edici ; 2. kıstas.
çep 1. barıkad; set ; küçük ve tek başına duran istihkam siperi ; 2. hali ; sığınak.
çepeñde- yerinde rahat oturmayıp, haşarılık etmek ; yaranmak maksadıyla telaş etmek.
çepilde- telaş etmek (kısa boylu sıska adam hakkında).
çepken 1. iğne ardı dikilmiş (sırılmış) bir nevi erkek üst giyimi (kaba sarılmış olan) dir, ki şayak ( cuha ve s. gibi ) kalın kumaşla örtülmüş olur ; 2. çuhadan astarsız kaftan.
çer ı, 1. bir fena şişin adıdır ; kugasında çeri bir : 1) karın nahiyesinde katı şişi vardır; 2) mit. ruhunda ağır bir derdi vardır ; çerkursak : büyük kursaklı ; 2. keder, ıstırap, can sıkıntısı; çer caz- : can sıkıntısını gidermek ; çer bayla- : kederlenmek, gam çekmek. ıı, koyu orman, içinden geçilmez çalılık; kalıñ çer karağay : içinden geçilmez çam ormanı.
çerben = çervon ; beş çerben : beş çervon : elli ruble.
çerdegey = çidiregey.
çerdek büyükçe karınlı.
çerdeñde- = çedireñde-
çerdey- 1. kabarmak (karın hakkında) ; 2. karnını öne doğru çıkararak, kurularak yürümek (büyükçe karınlı kısa boylu adam hakkında).
çerdüü 1. katılaşmış şişi olan ; çerdüü çara ; katılaşmış şişle beraber yara ; 2. dertli, gam çeken, kederlenen.
çerik f. (krş. çerüü) : asker (er) (başlıca, çin askeri, muharibi) [*].
çertişmek fiske vurma oyunu oynamak ; çertişmek oynop kalalı folk : fiske vurma oynayalım.
çertkile- it. çert-ten.
çertmek ordo (bk. ordo 3) oyununun bir safhasıdır ki bunda oyuncu dairenin içine girer ve aşıkları vurup çıkarır.
çertmekçi ( ordo oynarken, bk. ordo 3) 1. dairenin içinde bulunarak, aşıkları vurup çıkarmak hakkında malik olan kimse ; 2. ordo oynayan.
çerttir- et. çert-ten.
çerüü f. (krş. çerik) asker (nefer) ; ordu ; sefer (harbe gidiş) ; çerüü,gö attan- : sefere (muharebeye gitmeye) hazırlanmak ; caman, çarmanın kızuusu menen, çerüügö attanat ats. : budala, arpa çorbasının teri ile harp seferine hazırlanır ; kara çerüü tar. : seçimler sırasında eskilerin adaylarına (namzetlerine ) muzaheret eden zümre; ak çerüü tar. : yeni namzetler gösteren zümre.
çervon r. çervonets (10 rublelik rus lirası).
çes r. çes ber- : askerce selam vermek.
çet 1. kenar, uç ; çetkerek : bir parça kenara ; bir parça kenara yakın ; çetinen kolhozcu : baştan başa kolektifçidirler ; arı çeti : 1) (onun) öteki kenarı ; 2) çoğay, azami ; maximum ;beri çeti 1) bu kenarı ; 2)azay, asgari, minimum ; çete kal- : bir yanda kalmak; çet element : yabancı unsur ; çetin çıkar- : ima etmek ; 2. hudut ötesi; çet el : ecnebi devlet, sınır ötesi.
çetin üvez ağacı; çetin kişi : inatçı adam.
çekti 1. kenarda bulunan, kenardaki, uçtaki; 2. hudut dışındaki.
çette- bir kenardan gitmek; bir yana çekilmek; sapmak; uzaklaşmak ; kendini yabancı hissetmek; özü ele çettep cüröt : kendisi yabancı gibi davranıyor.
çettet- bir kenara etmak; uzaklaştırmak, bertaraf etmek; toskooldordu çettet- : engelleri bertaraf eylemek; özün özü çettetti : kendini yabancı yerine koydu.
çettettüü bir kenara atma; uzaklaştırmak, özün özü çettetüü : kendi kendini uzaklaştırma.
çeyin (hudut, sınır gösteren ektir) dek, değin, kadar : bul ubakka çeyin : bu vakite kadar ; bügüngö çeyin : bugüne dek, bu vakite dek; saat birge çeyin : saat bire kadar, üygö çeyin : eve kadar.
çeyrek f. 1. dörtte bir ; çeyrek; es. “funt” ‘un dörtte biri [*] ; 2. hububat ölçüsü vahidi kıyasisi ; 3. ders yılının dörtte biri.
çeyşembi f. salı.
çı (türleri : çi, çu, çü) : bir ektir. ki şunları ifade eder : 1) sual : mençi? : ben yok mıyım? ; benim hakkımde ne denir; ; atamçı? : fakat babam? ; 2) alçı! : alsana! : ; 3) (conditionnel şekli ile kullandıkta) esef, pişmanlık : barsamçı ! : keşke varsaydım !
çıbar = çaar.
çıbı bozdoğanın veya atmacanın yavrusu.
çıbık çubuk, küçük çubuk, kesilmiş dal ; köyöö çıbık ve aça çıbık (ağın bir kısmı) : iki tane çubuktur ki , bunların arasına yem bağlanır; çıbık kırk yahut çıbık karma- es. : and içerken çubuğu parça parça etmek (andın bozulmazlığının remzi olarak) ; son ve bozulmaz bir (hakim) kararı çıkarmak; çıbıktay kırkılıp kalalı (eğer ahdı bozarsak) çubuk gibi parça parça olalım.
çıbın = çımın.
çıbır küçük tepe; çıbır taş : ufak taş, çakıltaşı.
çıbıra- kaynaşmak (ufak tefek nesneler hakkında).
çıbırat- et. çıbıra-dan; altımış celeming kulun çıbırata bayladı folk : altmış kazığa bin kulun (tay) bağladı.
çıbırçık bir nevi ördek.
çıbırtkı ince kırbaç.
çıcılda- cızıldamak, cızırdamak (diyelim, ateşe düşen yağ hakkında).
çıç- avm. sıçmak.
çıçıla- ıı adamakıllı kızmak, kendinden geçmek.
çıçalakta- = çıçala- ıı.
çıçalat- kızdırmak, kızıştırmak.
çıçalatuu işs. çıçalat-tan.
çıçañ keçinin kuyruğundaki kemik çıkıntısı ; çıçañ ata bk. ı.
çıçay- dışarıya doğru sarkmak,dışarıya doğru çıkıp durmak ; çıkaygan kıstalak : şaka olarak serçe parmağa böyle denir.
çıçırkanak latince adı hippohearhanoides olan bir bitki, çırganak otu.
çıçırkay masarika (bağırsakları yerli yerinde tutan içyağı zarı) (anat.) ; çıçırkay may : masarikadaki yağ.
çıçkak amel, içsürme.
çıçkakta- amelden müstarip olmak.
çıçkaktat- içsürmeyi mucibolmak.
çıçkan 1. fare, sıçan ; sokur çıçkan : “kör sıçan” : spalacidae (kemirice küçük bir hayvan) ; arıs çıçkan ; kakım, as ; sarı çıçkan (latince adı spermophilus olan bu sıçana şimal ve şark türk lehçelerinde “yumran” yahut “şumran” dahi denilmektedir, m.) tıyın çıçkan : sincap ; momoloy çıçkan : köstebek, talpa; 2. hayvan adlarına dayanan on iki senelik cyclique (devri) takvimde birinci yılın adıdır sıçan yılı.
çıgaan mümtez, tanınmış, ileri gelen : çıgaan çeçen : ileri hatip.
çıçala ı, yanan odun kütüğü.çıgaan külük : belli başlı yürük at.
çıgan çıkılır yer.
çıgar- ı bk. çık ııı. ıı sürüp çıkarmak ; yükleyip çıkarmak ; salıvermek ; çıkarıp almak; işten çıgar. : işe yaramaz hale koymak; kitep çıgar- 1) kitap yazmak; 2) kitap yaymak (neşretmek) ; kızmattan çıgar- : işten çıkarmak, yol vermek ; bölüp çıgar- : ayırıp çıkarmak; emçekten çıgar- : bk. emçek; uruş çıgar- : dövüşe önayaklık etmek.
çıgarıl- sürüp çıkarılmak, atılmaya mahkum olmak. atılmak; yol verilmek" partiyadan çıgarıldı : partiden atıldı; ekinçi otodan çıgarılgan : zararlı otlardan ikinci defa ayıklanmış.
çıgarılış ortaya koyuluş; prıtsentsiz çıgarılış : faizsiz çıkarılış (istikraz hakkında).
çıgarma 1. eser, telif; cazuuçulardın çıgarmaları : muharrirlerin eserleri; el çıgarması : halk eseri, halk icadı; çıgarmanın cıynağı : eserler topu (mecmuai asar); 2. üreti, istihsalat, mahsulat.
çıgarmaçılık icat; el çıgarmacılığı : halkın yaratma kuvveti körküm çıgarmacılık : sanatta yaratma kuvveti.
çıgart- ı çıkarma, çekme, içeriden alma, çıkarma; közüñdü çıgart kılba; : kendini gözden mahrum etme; ıı et. çıgar- ıı den.
çıgaruu çıkarma, çekip çıkarma; karar; mesele çıgaruu mat. : mesele halletme; çıgaruu türü mat. : halletme şekli; kızmattan çıgaruu : işten çıkarma, yol verme.
çıgaşa ziyan,noksan (hayvanların eksilmesi); çakşıdan caman tuulsa— çıgaşa, camandan cakşı tutulsa—kireşe ats. : iyiden iyi doğarsa ziyandır,kötüden iyi doğarsa kazançtırç
çıgaşaluu eksilmek üzere bulunan; çıgaşaluu malga eesi baş ats. : hayvanlar sahibinin kusuru yüzünden eksilmeye yüz tutuyor.
çığdan çiğden yapılan perde (bk. çiy ı); bu gibi perde ( oba methalinin sağ tarafından) kadınlar kısmında bulunur, ki onun arkasında mutfak kap kaçakları ve erzak muhafaza olunur.
çıgıl- mut. çık-ııı ten; köp colu talkuulanıp çıgıldı : birkaç defa muhakeme edildi.
çığım 1. masraf, eksilme; baştan çığım boldu : adam öldü; maldan çığım bolgon çok : hayvan eksilişi olmadı; 2. tar. bir memurun ziyafetler için harcadığı masrafları kapatmak için ahaliden para toplaması, yahut bu maksat için toplanılan para (bunu ahaliye manap yükletirdi); çıgım sal- : çığım yükletmek, vergi tarhetmek; çığım tart- : vergiler ve rüsumları ödemek; eki üydün çıgımın tartıp cürgön : iki ailenin vergilerini ödemiş.
çıgımsız gamsız, kaygısız; bir parça tembel; eñele çıgımsız ciğit ekensiñ : pek fazla gamsız delikanlı imişsin.
çığımsızdık gamsızlık, kaygısızlık.
çığın = çığım.
çığındı ihracat, export.
çığırık pamuk temizlemeye yarar el makinesi, çıkrık.
çıgış ı, 1. çıkış; çıgış jurnalı : çıkan evrak defteri (sadire); çıgış ulandı : gram. ablatif (mefulün anh); 2. doğru (şark); çıgış taanuu : şarkı öğrenme (tetkik); 3. tabası (tabı); 10" çı çıgış : 10 uncu tabı; 4. huruç (muhasara altında bulunan askerin hucum maksadıyla çıkışı); tap duşmandarının çıgışı : sınıf düşmanlarının çıkışı (hurucu).
çıgış- ıı müş. çık- ııı ten.
çıgışuu uzlaşma (compromis).
çıguu çıkış, yukarı çıkış; eski adatan çıguuga ubakıt cetti : eski adetlerden vazgeçme zamanı geldi.
çık ı, 1. nem; 2. kuşbaşı et parçaları üzerine dökmek için hazırlanmış olan et suyu; 3. yemeğe çeşni vermek için kullanılan tuzlu et suyu. ıı, onomatope (taklitlik söz) dir : çık et- : çıt etmek.
çık- ııı (dışarıya yahut yukarıya hareketi ifade eden fiildir) içeriden dışarıya varmak; arkadan öne doğru hareket etmek; yerinden oynayıp görünecek bir duruma gelmek; yukarıya tırmanmak, yükselmek, yayılmak (ses hakkında) : üydön çıktı : evden çıktı; eçege yahut eçe çaşka çıktıñ? : kaç yaşındasın? ; on beşke çıgar-çıkpas çaşında : on beşine ya basmış ya basacaktı; kün çıktı : güneş doğdu; çıgaçka çık- : ağaca tırmanmak, toogo çık- : dağa yükselmek, çıkmak; kıştan çık- : kış geçirmek; mesut bir kış geçirmek; coldon çık- : yoldan çıkmak, sapıtmak; orundan çık : doğru, haklı çıkmak; duşmandarın oylogon oyu orundan oyu orundan çıkan cok : düşmanların düşündükleri, kurdukları doğru çıkmadı; kabinen çıkpayt : onun sözünden çıkmıyor,sözünü dinlemezlik etmiyor; aytkan cerden çık- bk. ayt. ııı; emçekten çık bk. emçek; çır etken ayaldın ünü çıktı : kadının çığlığı duyuldu; çık ! : hoşt ! (köpeğe haykırma); teşkerip çık- : tetkik etmek,yoklamak okup çık- : (başından sonuna kadar yahut muayyen bir miktarı) okuyup bitirmek; karap çık- : (başından sonuna kadar) gözden geçirmek; çıga kalış : çıkış; yola koyuluş; köpüröödön çıga kalıştagı : köprüden çıkış yerinde bulunan; biz dağı bir tilegingizge çıgarbız : bir zaman biz de bir işinize yararız; çıgar : belki, galiba, tahmin etmeli; kelgen çıgar : gelmiş galiba; bar çıgar : var galiba.
çıkçıt ense kemiğinin nutu halemiye (apophyse mastoide’e) yakın olan kısmı.
çıkçıy ı = çıkçıt.
çıkçıy- ıı şık olmak,parlak olmak.
çıkı bıkı sözünün tekidir.
çıkılda- 1. şaklamak; tiz ve keskin ses çıkarmak; takırdamak (diyelim, saat, telgraf aleti hakkında); 2. taş çatlamak (çok soğuk olmak); çıkıldagan ızgaar : şiddetli soğuk.
çıkır- seslenmek, çağırmak.
çıkırçuu çağıran, çığıran.
çıkıroon şiddetli ayaz; taş çatlatan soğuk; pek fazla üşümek; kün çıkaroon tartıp turat : hava çok soğuyor, ayaz şiddetleniyor (kışın açık havada).
çıkta ı, 1. tayın yularının aşağı kısmıdır, ki teek (bk. teek ı) onun üzerinde takılı bulunur; 2. ufak tayları teleye (bk. cele ı) bağlamaya yarayan kısa ip ; 3. = çığdan.
çıkta- ıı, bir yiteceğin üzerine et suyu dökmek.
çıktat- et. çıkta- ıı den; çıktatpayet cedir- : üzerine et suyu dökülmeyen halis et yedirmek.
çıktoo bir yiyeceğin üzerine et suyu dökmek.
çıla ı, çamur; ötük çıla boldu : çizme çamuru bulaştı; attın çılası : gübre yerinde kullanılmak üzere biriktirilen at idrarı, gübre suyu.
çıla- ıı karıştırmak, çalkalamak; gizlice, hafifçe karıştırmak; su ile karıştırmak; bok çıla- : tezek karıştırmak (kerpiçler için).
çılaluu çamurlu, pis; çılaluu cer : çamurlu, gübre suyu ile pislenmiş yer.
çılan- ıslanmak, adam akıllı ıslanmak; nemlenmek.
çılapçın (demir) leğen.
çılbır yular, dizgin; moynuna çılbır saldı mec. : tam bir mutavaat gösterdi, galibin merhametine teslim oldu (harfiyln : kendi boynuna yular taktı).
çılgıy sepilenmemiş yahut ıslanmış deri; çılgıy kayış : çiğ deriden yapılan adamakıllı ıslanmış kayış; çılgıy kalp : halis yalan.
çılgoo ayak sargısı ; çılgoobay : hiçbir işe yaramayan,paçavra (insan hakkında).
çılgoobay bk. çılgoo.
çılık eski kırgız hayatına ilişişi olan her şey (kırgızcılık sözünden kısaltılmış olması muhtemeldir); çılık çolu menen : kırgız adeti üzerine.
çılım f. nargile; tömbeki.
çılk halis, mahlut olmayan ; baştan başa, yalnız, munhasıran; çıynalışta çılk ele çaştar boldu : toplantıda munhasıran gençler bulunuyordu; çılk cetim : tam öksüz ( hem anası hem babası bulunmayan yetim); çılk ezilgen gedey : son derece fakir; çılk altın : saf altın, altın külçesi, halis altından olan; el çılk uygura kirgen kezde : herkes uyuduğu zamanda; üydün için karañlık çılk bastı : odanın içini tam bir karanlık bastı; çılk oron- : baştanbaşa örtülmek; çılk ıldıy tüştüm : dik yokuştan aşağı indim.
çılkılda- = çılpılda-.
çılkıldaş- müş. çılkılda-dan.
çılmır (rad.) = çılbır.
çıplak 1. çapak (gözde); çılpagın aarçıymın dep, közün çukugan ats. : gözündeki çapağını temizleyim derken gözünü çıkarmış; 2. mec. pislik, murdarlık; çılpagın çıgardı : bütün pisliğini meydana çıkardı.
çıplakta- çapaklanmak (gözler hakkında).
çılpaktat- et. çıplakta-dan.
çılpılda- çamura basıldığında “cılp cılp” diye bir ses çıkmak.
çım ı, kesek; çım köñ : bataklıklardaki çürük ot kökleri (bunun mühtelif nevileri aşağıdaki isimleri taşırlar : karagöl kırgızlarında : ormok, çormok, kara şıgay, sarı şıgay, kanıkey balpıldak; cumgal kırgızlarında ise : surançı sakal, barakan başı, sarı şıgay, korolu balpıldak). ıı = çılk; çım ak : halıs ak. ııı, çimdik; etim çım ele dey tüştü : çimdikten etim acıdı.
çımçık (karş. : kuş, ilbeesin) her türlü ufak kuş; çımçık özün kuş oyloyt ats. : kuşcağız kendini alıcı kuş sayıyor; ala moyun çımçık : bir kuş adıdır (harfiyen : ak boyunlu kuş); albagan kuştan ala moyun çımçık artık ats. : ak boyunlu kuşcağız, avalmayan alıcı kuştan yeğdir.
çımçım üç parmak ile alma; çımçım çaç : bir tutam saç; çımçım buuma, bk. buuma.
çımçuur kerpeten; maşa.
çımılda- 1. hızlı hareket etmek, alabildiğine koşmak; 2. çabalekey (bk.) oyunda para cezası ödemek.
çımıldak çığırtkan (kuş).
çımıldat- et. çımılda-dan.
çımıldık = köşögö.
çımın 1. sinek ; kara çımın : bir nevi sinek (harfiyen : kara sinek); kaşka çımın : bir nevi sinek (harfiyen : kel sinek); tööğö çımın tiydi : deveye sinek saldırdı ( guya ya burun deliğine yahut kulağına sinek girmesinden husule gelen bir deve hastalığı); çımın çakkança bilinbedi : hiçbir ağrı sezilmedi (sinek ısırması kadar ağrı bile hissedilmedi); çımın kuyun bk. kuyun ı; çımını bar : şamanlık istidatlarına malik; çımını tüşkön bakşıday burkuldayt : cezbe halindeki saman gibi feryat ediyor; çımınıñdı kagıp alarmın ! : burnumak (şaman hakkında); çımını kakılgan bakşı : şamanlık istidatlarından mahrum kalan şaman ; çımınıñdı kagıp alarmın ! : burnunu kırarım ! ben sana gösteririm ! ; közünün çaar çımın uçtu : gözlerinden kıvılcımlar saçıldı; 2. ruh, can.
çımındık (rad., v) = köşögö.
çımır muhkem, dayanıklı; sık; tıknaz, sağlam adam; ımır-çımır bk. ımır.
çımıra- 1. derinin üzerinde karıncalar yürüyormuş gibi bir kaşıntı, gicişme hissolunmak; butu çımırap ketti : bacağı karıncalandı; 2. unutmak, mahcup olmak; çımırabay : vicdan azabı duymadan; buga kimdin beti çımırar eken? : bundan kim mahcup olacak acaba ? ; beti çımırabastan akmın deyt : hiç vicdan azabı hissetmeden kabahatsizim diyor.
çımıran- gerinmek.
çımıranuu işs. çımıra-dan.
çımırat- et. çımıra-dan; betin çımırat- c: mahcup etmek (başkasını).
çımırkan- 1. gergin ve heyecanlı olmak; enerji toplamak; çımırkangan küçtüü bilek : gergin kuvvetli kol; 2. şiddetle dayanmak ; ıkınmak, bürküt kanatın çımırganıp sermeyt : karakuş kanatlarını kuvvetle açtı, gerdi.
çımırkant- et. çımırkan-dan.
çımıroo işs. çımıra-dan; çer cılıp, kök çımıroo cakın kaldı : toprak ısındı, otların çimlenme zamanı yaklaştı.
çımıroon bir melodi adıdır.
çımıyan sık ve iyi evsaflı mata (bk. mata ı); ımıyan-çımıyan : eski püskü, paçavra.
çımkıy = çılk; bütün; baştan başa (renk hakkında); çımkıy ak : apak bembeyaz.
çın hakikat doğruluk;hakiki,sahici, şe’ni; çın ayt- : doğru söylemek; ciddi konuşmak; çın büt- : iman etmek, inanmak; aytkanına çın bütkönüm cok : söylediklerine pek inanmadım; çınınan : hakikaten, cidden; çınına kelgende : ciddi olarak (konuşmak) gerekse; çınnıñdı ayt ! : doğrusunu söyle ! ; çınıñbı ? : ciddi mi söylüyorsun? ; çınım : evet ciddi söylüyorum; çınıñbı ce oynuñ- bu? : ciddi mi söylüyorsun, şaka mı yapıyorsun? ; çın tiybes : çıt kırıldım.
çınar f. 1. çınar; dağ kavağı; 2. yüksek yapraklı ağaçlar; 3. (rad.) kızılağaç, alnus; 4. mec. dayangaç arka,sığnak; çınarday kör- : mühim, büyük, dayangaç olmaya layık saymak.
çınçıl doğruluk seven.
çınçır f. zincir.
çınçırla- zincirle bağlamak, zincire vurmak.
çıncırluu zincirli, zincirle pekitilen, cidden; açuusu çındap keldi : cidden hırslandı, kızdı; çındap ıylasa, sokur közdön caş çıgat ats. : ciddi ağlanırsa körün gözünden dahi yaş akar.
çındık hakikat, doğruluk,geröeklik; çındagında : hakikatta, filhakika, gerçekten; çındıkka çık- : varlığa gelmek, bir hakikat olmak; kıyalım çındıkka çıktı : hayalim bir hakikat oldu.
çındırma (rad.) şarap tulumunda çıngırdayan küçük demir çubuklar.
çındırmaluu (rad.) çındırması bulunan (bk. çındırma).
çıñ ı, açık muteviyatlı bir şarkıdır, ki onu gençler, gelinin güveyin evine geldiği zaman söylerlerdi; çıñ ayt- : bu şarkıyı söylemek. ıı, 1. dik dağ uçurumu, yanaşılmaz dağ, (dikliğinden dolayı) dağlarda yanaşılmaz mahal, genelce yanaşılmaz yer; 2. kad. sağlam, kuvvetli, sağlıkla, şiddetlice; çıñ kaçır- : kat’i saldırış, enerjik akın; bulçuñu çıñ : sağlam adeleleri vardır : çıñ bayla (bek baylayerine) : pek bağlamak.
çıñ- ııı, çıñ et : vızıldamak (diyelim, uçan sinek hakkında).
çıña- tahkim eylemek, sağlam ve metin yapmak; çalgı çıña- : tırpanı eğelemek.
çıñat- tahkim etmek, pekiştirmek, gerginleştirmek, germek.
çıñda- = çıña-.
çıñdal- = çıñal -.
çıñdat- = çıñat-.
çıñdık sağlamlık, pişkinlik.
çıñdoo tahkim etme, sağlamlaştırma.
çıñgır (rad.) çember.
çıñgırduu (rad.) çemberli.
çıñılda- çınlamak, acı acı bağırmak, bağırıp çağırmak; çıñıldap ünü çıktı : çınlayan sesi çıktı; kulagım çıñıldap turat : kulağım çınlıyor.
çıñıldat- et. çıñılda-dan.
çıñıltır canlı, uaynık.
çıñır can tırmalayan bir şekilde bağırmak, acı acı bağırmak, keskin ve gıcırdayan ses çıkarmak
çıñırduu (rad., v) çınlayan.
çıñırık acı ses.
çıñırt- acı acı sesler çıkarmak (icbar ya da müsaade etmek); herhangi bir şeyden acı acı sesler çıkarmak; çoçkolordu çıñırtıp aydayt : domuzları sürüyor, ve onlarda acı acı bağırıyorlar.
çıñk = çılk.
çıñkı çıñkı boyu : insan bedeninin üst kısmı (kafa ve göğüsün üst kısmı).
çınıgı hakiki, fiili reel; çınıgı cibek : hakiki ipek; anık-çınıgı : en hakiki; çınığı kızmat akı aynıbay ösüp çatat : hakiki hizmet ücreti durmadan artıyor.
çınık- sağlamlaşmak, pekişmek.
çınıktır- et. çınık-tan.
çıp ı, çı sesiyle başlayan sözleri takviye için katılır(ör. bk. çırga). ıı, bir onomatope (taklitlik söz) dir : ter çıp- çıp etet : ter iri iri damlalar şeklinde dökülüyor; çıp –çıp kamçı ur- : kamçı çalmak.
çıpalak serçe parmak.
çıpçı r. kömür için maşa.
çıpçırga = çıp çırga (bk. çırga).
çıpılda- küçük habbeler, küçük damlalar şeklinde belirmek (diyelim, ter hakkında) ıı = şıpılda-; rahat oturmayıp, boyuna hoplamak, zıplamak; çıpıldap ter aktı : damla damla , bol bol ter aktı.
çıpka süzgeç (süt süzmek için kullanılan bir tutam at kılı); çıpka elek yahut çıpkalek : süt süzmek için kullanılan küçük elek.
çıpkala- süzmek.
çıpkalat- süzmeye icbar yahut müsaade etmek.
çıpkalek bk. çıpka.
çıptama göğüsün yuvarlaklığını gizlemek için kızların taşıdıkları göğüslük.
çır ı, diyelim, kaynayan yağ üzerine su döküldüğü zaman çıkan çıtırtıyı taklit; bala çır dey tüştü : çocuk ansızın acı bir ses çıkardı; eneden, çır etip, cerge tüşköndön beri : doğduğu ilk günden beri (harfiyen. anasının karnından acı ses çıkararak, yere düştüğü günden itibaren); çır etken ayaldın ünü çıktı : keskin kadın sesi çıktı. ıı, 1. cidalci; çabuk kızan; 2. huysuzluk, hırçınlık; kavga; nizalı; çırsal- : kavga aramak, direnerek münazaa etmek; çır- çatak : niza, münazaa; bır-çır bk. bır ; çır çıkpay turgan kıluu kerek : niza cıkmayacak tarzda yapmalı; eç kandayçırçatak çıkan çok : hiçbir kavga ve münakaşa çıkmadı.
çırak f. mum, kandil, çırağ ; şeytan çırak : camsız lamba; çıragım okş. : nurum; atıñ cakşı bolsa – coldun ıraagı, uuluñ cakşı bolso- köñül çıragı ats. : atın iyi olursa - uzun yol (hoştur) ; oğlan iyi olursa can rahattır (harfiyen : gönül nurudur).
çırayluu güzel, sevimli; ay çırayluu kız : ay çehreli kız, dilber; kan çırayluu : açık al (yüz hakkında).
çırga tuzağa veya oltaya konulan yem; karakuş için yem; çırga tart- : karakuşu çağırarak, yemi sürüklemek; çıp çırgası koroboy, barı esimde : bütün tafsilatıyla birlikte hepsi hatırımda; çıp çırgasın kororotpoy, saktap cürdüm : hepsini bütün olarak ve el sürmeden muhafaza ettim.
çırgala- bir parça aksama; (art) ayağını sürüklemek.
çırgoo alıngan; kendisiyle anlaşmak güç olan (kimse) ; çırgoo bala : ağlayıcı, hırçın çocuk.
çırılda- cıvıldamak, yaygara etmek; cırıldap bakırıp : acı acı bağırarak.
çırıldat et. çırılda-dan.
çırım ı, : çırım al- yahut çırım et- : uyuklamak, uyku kestirmek; çırım edip aldım : uyukladım, uyku kestirdim; çırım etpey çıktım : asla uyumadım ; çırım etse,, közgö bayda, çımçıp içse— tamakka bayda ats. : bir parça uyku kestirmek göze faydadır; küçük küçük lokmalarla yemek boğaza faydadır. ıı = çıtır ı 3.
çırımtal yeni doğan yavrunun vucudundaki tüy; civcivlerin vucudundaki tüy yahut ilk yelekler; çırımtal cünü tüşölök kezde : çocukluk yıllarında, hayatın ilk günlerinde.
çırıs ( bir otun adıdır, kiruscası “şiriaş” miş: m.)
çırk onomatope (takliklit söz) : çırk avlan- : hızlı dönmek.
çıkra- (rad.) = çura- ıı.
çırkıra- bağırıp çağırmak, yaygara etmek.
çırkıraş- müş. çırkıra-dan.
çırkırat- et. çırkıra-dan.
çırkıroo bağırıp çağırma.
çırma- yumak şeklinde komak; bükmek, sarmak; çiy çırma- : çiy sarmak (çiğden yapılan hasırın ayrı ayrı sapları, bk. çiy ı); saat çirmasın ! : başına bir fenalık gelsin ! : anı meret çırınası : fena duruma düştü, felakete uğradı; ekçini menet çırmasa, kotur bolup kaşınat folk. : keçiye felaket gelirse, uyuz olur ve kaşınıyor.
çırmıkta- sık sık hastalanmak (çocuklar hakkında).
çırmook yabani keten, cuscuta europaea; yabani kara buğday; öksüz urganı; convolvulus (ot) pyrola rotinofolia ; sarı çırmook : convolvulus arvensis.
çırp çırp et- = çırım et- (bk. çırım ı).
çırpı- ince tabakaya ilişmek ve onu çıkarmak; bir nesneyi ince tabaka şeklinde kesip almak; çetinen çırpıp ketti : ince tabakayı ayırdı (diyelim, keskin bir bıçakla öyle kesti , ki ince bir parça kopuverdi).
çırpık ufak dallar, çrpı; çubuklar, kuru dal; çırpık özün tal oyloyt ats. : kurumuş dal kendini söğüt zanneder.
çıykan çıban; çıykandan caman ooru cok, anı suraar kişi çok ats. : çıbandan daha kötü hastalık yokken, kimse hal sormaya gelmiyor; al menin çekeme çıykan boldu : o bana baş ağrısı oldu (harfiyen : o bana şakaktaki çıban oldu).
çıykılda- = çıyılda; menden suraybı dep, canım çıykıldap turdum : bana soracak diye ödüm koptu.
çıyrak sağlam, dayanıklı, cesur çevik, mahir (başlıca, ata binerek, cesurca ve ustalıkla koşturan çocuklar hakkında); atka çıyrak bala : iyi süvari çocuk; çıyrap çıp : sağlam iplik.
çıyral- 1. kıvrılmak, bükülmek (ince iplik hakkında); 2. pişmek, kuvvetlenmek katılaşmak; taramıştarı taştan katuu bolup çıyralat : veterleri gerginleşerek, taştan daha sert oluyor; 3. kendini beyenmek, kurulmak; sen köp çıyrılba ! : pek o kadar kurulma !
çikit çelik çomak, bir çocuk oyunudur, ki bunda iki tane değnek kullanılıyor : biri bala yahut bala çikit-tir, ki uzunluğu çeyret,k arşın kadar olur; ötekiside ene yahut çigittir. ki uzunluğu bir arşın kadar oluyor.
çil boz keklik : çildey tara - : her yana dağılmak, kaçmak, çil yavrusu gibi dağılmak; çildey tarat- : her tarafa dağıtmak, çil yavrusu gibi dağıtmak; çıçkaçtagan çil közdöngön (hastalık yüzünden aşırı zayıflamış adam hakkında) : gözleri çapaklanmış, gözlerinin feri kaçmış.
çilbarça f. çilbarçası çıkan : yıkılmış; ufak parçalar şeklinde doğranmış.
çilde f. : kışkı çilde : kışın en soğuk çağı, zemheri; caykı çilde : yazın en sıcak zamanı.
çildigiy çelimsiz adam, sünepe.
çilen r. kon. : aza, üye ; çilen partiya kon. (komünist) partisi üyesi; soyuzga çilen (meslektaşlar) birliği üyei.
çilgir f. = çaykı çilde (bk. çilde)
çilgirin (rad.) bir kumaş adıdır.
çilmerden f. 1. = çitlen; 2. dümbelek, küçük trampete; kerkke koş artılıp, çimlerden çalınıp, çırak otu cağılıp folk. : gergedana yük yükletildi, dümbelek çalındı, çıra yakıldı.
çirele- 1. ayaklarını uzatarak, yatmak (hayvan hakkında) yahut kollarını, bacaklarını uzatarak yatmak; tuugan koy catıp alıp çireleyt : kuzulayan koyun yatıyor ve bacaklarını uzatıyor; 2. mec. gururlanmak, caka satmak.
çiren ı, kuu çiren : haylaz.
çiren- ıı, 1. gerinmek, gerginleşmek ; üzöngünü çirene tep : üzengiye, dizleri bükmeden gergin bacaklarla dayanmak; aşıgıç cumuştar çirengende gana : yalnız bun amüstacel işler zorladığı taktirde; 2. mec. kurulmak, övünmek.
çiri- çürümek, bozulmaya başlamak.
çirik çürük, bozulmaya yüz tutmuş; çirik liberalizm : çürük libarelleşme.
çirit- et. çiri-den.
çirke- takmak : birini ötekisine bağlamak; töö çirke- : devreleri katar şeklinde dizmek( birinin başını ötekinin gerisine bağlamak); töögö; çirke- : deveye yük yükletmek.
çirkeş- katar halinde uzamak.
çirkey sivrisinek.
çirkin 1. menfur, murdar; 2. bu kelime sık sık teessüf, pişmanlik ifadesi için hizmet eder.
çiy ı, 1. çiğ ( yüksek,sert bir ottur ki saplarından hasır yapılır); çiydey bolup katıp ketti : yonga gibi kurudu; çiy but 1) ince bacaklar; 2) ince bacaklı 2. bu ottan yapılan hasır; 3. keçe evi kafesinin etrafındaki bu kabil hasır; kız —çiyden tışkarı ats. : kız-kesip atılan parçadır.
çiydan çobanların üst giyimi ( ki yüzü yünlü kumaştan, astarı keçeden olur)
çiydir- çizdirmek.
çiye ı, vişne(yabani); kızıl çiyedey caş baldar : küçük çocuklar /başlıca öksüzler hakkında) : kızıl çiye muştaş : kan akıtıncaya kadar dövüşmek. ıı, zor çözülen düğüm. ııı = çiyele-
çiyele- yahut çiyelep bayla- : adı (kadınca) düğüm yaparak bağlamak.
çiyirdüü patikalarla alacalanmış; çiyirdüü col : (kar üzerinde) birkaç tane patikalardan meydana gelen yol ; çiyindüü-iyindüü : patikalarla ve inlerle alacalanmış.
çiyki çiğ, ğişmemiş;gereği gibi pişmemiş; henüz olmamış, çiyki buyum yahut çiyki mal : ham maddeler.
çiykil kırmızımtrak renkli (diyelim, yarı çiğ etin rengi); çiykil çükö : çiğ etten koparılan aşık; sarı çiğit : yanağı kırmızı olan delikanlı; kızıl çiğkil caş bala : yüzünden kan damlayan parlak çocuk.
çoçuu korku; ürkeklik; bez çoçuu şişme; bezin kabarması.
çoduray- = çuduray-
çogol = çogool.
çogoyno çogono, deve dikeni (bitki).
çogul- toplanmak, yığılmak.
çogult- toplanmak, yığmak; altı sözdün baş ayagın çogulta albayt : iki kelimeyi bir araya bağlamasını bilmiyor (harfiyen : altı sözün başını ve sonunu bir araya toplayamıyor).
çogultul- toplanmak, yığılmak.
çogultuş- müş. çogult-tan.
çoguluş- yığılma, toplanma.
çoguu beraber, toptan; çoguu barabız : hepimiz beraber gideceğiz.
çok ı, 1. tayların yelesi kırkılırken bırakılan perçem, püskül; çok koy- : (yeleyi kırkarken) püskül, perçem bırakmak ; 2. püskül saçak; çok belboo es. : saçaklı kuşak (eskiden kırgızların hatırı sayılırları bu gibi kuşak kuşanırlardı) kızıl çok 1) mec. çin memuru; 2) es. mec. büro, kalem yanındaki atlı kavas. ıı, yanan kömür : kor; çokko baylap öz canın folk. : canına acımayıp. ııı, çok-çok et- : hakkını istemek; itaatsizlenmek.
çokço tümsek : tümselen her hangi bir nesne : çokço sakal : sivri sakal.
çokçogoy tümselip duran; çıkık kalkık duran.
çokçoñdo- birisinin üzerine yumruklerını saldırır gibi dövmek isteyerek vucuduyla zıplar gibi hareketler yapmak.
çokçoy- = çoçoy-
çokmor topuz, ucunda top bulunan değnek, sopa; ura albagan çokmor öz başıña tiyet ats. : vurmasını bilmeyenin topuz kendi kafasına iner.
çokmorokto- yığın halinde yoplanmak, kalabalık teşkil etmek; bulut çokmorotkop, uyup turat : bulutlar toplanıyor.
çokmoroktoş- müş. çokmorokto; el çokmoroktoşop çogulup turat : halk yığın yığın toplanıyor.
çoko = çoçogoy.
çokon ordo oyununda kaybedene verilen mütemmim vuruş hakkı (bk. ordo 3).
çokondo- çokondop kal (ordo oyununda kaybeden kimse hakkında) : az vuruş mikdarına malik olmak yahut başka oyuncudan ilave vuruşlar hakkını elde etmek.
çokoñdo- = çoçoñdo-.
çokoy ı, tek parça deriden dikilen bir çeşit ayakkabı, ayak sarmaya yarayan işlenmiş deri parçası.
çokoy- ıı = çoçoy-.
çokoyluu 1. çokoy taşıyan adam bk. çokoy ı) : 2. mec. fıkara.
çoktoluun ıı, (karş. çok ıı) bir parça yıkılmış; mıltıktarı oktoluu, milteleri çoktoluu folk. : tüfekleri kurulmuş, fitilleri kızdırılmış.
çoktuk = çok ı 2.
çoktuu ı, kalkık; tümseldi. ıı, korlu.
çoku ı, 1. kafatepesi kemiği; tepe; dağ tepesi; eñ çokusunda : tam tepesinde; burç çokusu mat. : açının (zaviyenin) tepesi; kök çoku mec. : koca serçe : görmüş geçirmiş (harfiyen : gök tepe); çokum barda mal cokpu ? ats. : baş sağ olursa, ekmek bulunur (harfiyen : bende tepe bulundukça mal bulunmaz mı hiç ? ); 2. dağ sırtı.
çol- yolmak, koparmak, kazımak; közün çolup alam : gözünü çıkaracağım; çolup söylöyt : kesik kesik konuşuyor (uzun bir sözden rastgele çıkarılmış kesik, saçık cümleler söylüyor).
çolçoñdo- sarhoş ağzı gibi dolaşmak (dil, dudaklar hakkında).
çolçoñdot- et. çolçoñdo-dan; masbolup, oozun çolçoñdotup, birdemelerdi kıykırıp : sarhoş olarak rabıtasızca dilini döndürerek, bir şeyler bağırıyordu; oozuñdu çelçoñdotpoy otur : saçmalamadan otur!
çolo 1. firsat; boş vakit, serbest zaman; ara çoloda cazat: arada, işten boş kaldiği zamanlarda yaziyor; çolo tiybeyt: vakit yok; boş vakit yok; çolo tiyse: vakit olursa, boş vakit bulunursa; bekerdin çolosu cok ats. : işsizin boş vakti yoktur; 2. aralikli olan; çolosu cok aydalgan cer: baştan başa sürülmüş olan, araliği bulunmiyan toprak; bulut ala-cer çolo ats. : bulut aralikli olursa (seyrek olursa) toprak da alaca olur (baştan başa otla örtünmez); tulu boyuman çolo kaltirbay karap aldi: o beni tepeden tirnağa kadar süzdü.
çolok 1. tek kollu, çolak, tek bacakli; 2. kuyruksuz; kisa kuyruklu; çolok kiyim: kisa (avrupa biçimi) giyim; çolok ton bk. ton i; çolok caş bk. çaş 5: 3. kötü ve gayet arik at.
çoloo = çolo.
çoloolo- : çoloolop barip bir cibitka baş katti: bir parça uzaklaşarak (bir yana çekilerek) bir çukurda saklandi; ara- çoloolop arada bir; firsat buldukça.
çoltoñ sarkık duran (her hangi bir kısa nesne hakkında); kısa giyim: kesik uzuv: coltoñ at: kuyruğu kesik at; çoltoñ teminip: ayakları ile kesik kesik tepinerek (diyelim,süvarinin atın böğürüne tepmesi gibi).
çoltoñdo- hareketlerinde kütüğe benzemek; kütük gibi sallanmak (diyelim, atın kesik kuyruğu, dirseğe kadar kesilen kol gibi).
çoltoñdot- et. çoltoñdo-dan.
çoltoy- kısa kuyruksuz (güdük) gözükmek, çoltoyğon beşmant: kısa etekli (avrupa biçimi) palto
çolu ı = çulu
çolu- ıı: çolup öt: temas etmek, arada bir fikir söylemek, tenkit etmek: çolup ötmö: fıkra (gazetede); söz arasında söylenen rasgele fikir; kılğan işterinen azıraak çolup ötölü: yaptığı işlere bir parça temas edelim; çolup kir- çullanmak. hiddetle üzerine atılmak.
çomul = çömül-
çomun r. kon. körü-körüne (kağıda bakmadan) oynamak (iskambil oyunuda).
çoñ 1. büyük ulu: çoñ kuban- pek fazla sevinmek, kıvanmak: közün çoñ açtı: gözlerini faltaşı gibi açtı; 2. büyük (yaşça) 3. amir.
çoñbut uyuz develeri tedavi ederken kullanılan zehirli bir bitkinin adıdır.
çop öpüşme sesini taklit :şap: çop et- : dil ve dudaklarla şap sesi çıkarmak; çop ettirip öp-: şap diye öpmek
çopdor (destandan) bir çeşit ayakkabı
çopkut zırh gömleği
çopo ıbalçık, toprak; kızıl çopo: kızıl balçık : kara çopo: kara toprak ıı«ço» ile başlıyan sözlerin önüne takviye için katılır: çopo çogu: toptan, hep birden, tamamiyle
çopulda- şaplamak (öperken dudağın ses çıkarması hakkında).
çorkok maharetsiz, beceriksiz; işke çorkok: işe beceriksiz; sözgö çorkok: söze beceriksiz; çorkok kişi töönü caza muştayt ats. : beceriksiz kimse deveye bile yumruğunu isabet ettiremez
çorkoktuk meharetsizlik.
çormok turp kömürü (bk. çım. ı).
çormoñdo- hareketlerinde kalın dudaklı ve sukuti adama benzemek.
çormoy- kalın dudaklı ve sukuti olmak; (kalın) dudaklarını şişirmek ve ciddi görünmek.
çormoyt- (kalın) dudaklarını boru şeklinde şişirmek; erdin çormoyttu: kalın dudağını şişirdi.
çornoboy r. «çevnovoy» : müsvedde, karalama.
çoro tar. (prens soyundan) oğlan,delikalı; (bahadıran) muharibi; kün tiygen cerdin çorusu mec. : dönek (hislerinde sabit olmiyan).
çort ı, kesik ve ani hareketi taklit sözü; çort kes: kesivermek, kesip almak; çort sın-: dümdüz kırılmak; çort ayt-: doğruca, keskin bir şekilde söylemek; münözü çort cürgün kişi: çabuk kızan kimse. ıı. r. şeytan,cin
çorto- = çort ı: çorto kes: kesivermek.
çorton (rad.) turna balığı. escidae.
çortoñdo- = kortoñdo-
çortoy- = kortoy-.
çoş r. ince tahta, padavra.
çot ı, r. hesap aleti ıı, baltacık.
çotala ı. f. oyuncuların ev sahibine oda yahut oyun kagıdı mukabilinde verdikleri ücret. ıı. fitilli tüfek.
çotor = çotala ı.
çotto- hesap aletiyle hesaplamak.
çoturañda- hareketlerinde kısa boylu vetıknaz adama benzemek.
çöl 1. çöl, step; ova; 2. karakuş nevilerinden biri; böksönüñ çölü: çöl denilen karakuşun tâli nevilerinden biri.
çölçük küçük su birikintisi, gölçük.
çöldö- susamak.
çöldöt- susatmak.
çöldüü çöle mensup, ovaya ait.
çölkö bölge.
çömölö ı, küçük kuru ot yığını.
çömölö- ıı, kuru ot «çömölö» kılığında yığmak.
çömölöt- et. çömölö- ıı den.
çömör- batırmak, daldırmak; suuga çakanı çömördö; kovayı suya batırdı.
çömüç kepçe, çömçe, çömçek.
çömül- dalmak; yıkanmak, banyo almak; terge çömül- : ter içinde kalmak, ter dökmek.
çömülüü işs. çömül-den.
çömüt- batırmak, daldırmak.
çömütüü batırma, daldırma.
çöndölöy dağ faresinin yavrusu.
çöñör büyük kıymık (kaba ot, kamış kırıntısı).
çönök şerit şeklinde uzanan toprak yığını; yılankavi sırt; hendek, çukur; arık çönögö köp cer: arkları, hendekleri çok olan yer.
çöntök cep; töş çöntök: göğüs cebi; can çöntök: yan cep.
çöntökçü yahut çöntökçü uuru: yankesici.
çöntöktüü cepli: töş çöntökyü köynok: göğsünde cebi bulunan gömlek.
çöö 1. kızıl kurt; çakal; çöödöy sarı: büsbütün kızıl; çööçö katkırba: çakal gibi kahkaha atma; 2. bir oyun adıdır (karanlık çöktükten sonra oynanır).
çööçök = çöyçök.
çöögün çaydanlık (su kaynatmak için).
çöölmök çömlek; ak çöömlök: geceleyin oynanan çocuk oyunu.
çöölü- 1. artık yaralamayıcak ve vurmıyacak (kurşun, ok hakkında); çöölügön ok eken, arcağına ötpöy kaldı: kurşun süratini artık kaybetmişti, hedefi delip geçmedi; 2. tenbel, yorgun koşmak (at hakkında).
çööt yağmur ve benzerlerinin biriktiği küçük oyuk.
çöp 1. ot, kuru ot; çay çöp: latince adı hypricum olan bir bitki (ş. sami’ye göre: koyunkıran, kılıçotu: m.) ; aram çöp: iris (ot); tıyın çöp: ebegümecinin bir çeşidi: teñge çöp: arslan paçası; alchemilla vulgaris (ot): sen cürgön cerge çöp çıkpayt: senden iyilik beklenmez (harfiyen: senin gezdiğin yerde ot bitmiyor): közgö çöp sal: (karısına, kocasına) ihanet etmek; (harfiyen: göze ot salmak); men anın sarı izine çöp salam: ben onu ne pahasına olursa olsun arayıp bulacağım (harfiyen: ben onun sarı izine ot koyacağım): çöpçar: çörcöp ufak ot döküntüleri; çöp; 2. hayvanlarda son, döleşi (bu mana ile yalnız üçüncü şahsın bitişik zamiri ile kullanılır); koydun çöbü: koyunun sonu (karş. ton ı) .
çöpcü ot biçmekle ve yığmakla meşgul olan.
çöpkana k-f. kuru ot anbarı.
çöyçök (başlıca, çocuklara has) küçük çanak; sır çöyçük: sırlı (boyalı) çanak; kara cıgaç çöyçök: boyasız ağaç çanak; çöyçök al- mec. (at hakkında): pek fazla semirmek (şöyleki sağrısında oluk peyda olur).
çöyçökçü çöyçök (bk.) yapan usta.
çöyrö daire, çevre; çöyrösündö: etrafında.
çöyröl = çöyrö.
çöyrölö- etrafta hareket etmek; uşu tegerekte ele çöyrölöp cürdüm: şu civarda dolaşak gezdim.
çu ı, bk. çı. ıı = çü ıı.
çuba- katar halinde gitmek, biribiri ardınca gitmek.
çubal- sürüklenmek; sürünmek; yavaş adımlarla yürümek; cibi çubalıp baratat: (o gidiyor) peşinden ipi sürükleniyor.
çubalakta- it. çubukta-dan.
çubalçı- uzamak; uzun mesafeye uzanmak (birbirinin peşinden) çubacıgan kalıñ töölüü köç kele atat: çok develi büyük göç katarları geliyor; çubalcıp titin buudaktayt: duman buram buram yükseliyor.
çubalçıt- et. çubalçı-dan.
çubalıñkı hafifçe sürüklenen; çubalıñkı sakal: bir parça karışık sakal.
çubalt- sürüklemek; köynögön çubaltıp uzun kılgan eken: (o kadın kendine) sürüklenen uzun elbise yapmış; çubalta caz- : uzun uzadıya yazmak.
çubaltuu işs. çubalt-tan.
çubama uzamış; uzayıp giden, dizi.
çubatuu işs çubut-tan; attı çubama ğana col: üzerine yalnız dizi halinde yürümek kabil olan yol. işs. çubat-tan; attı çubatuuğa sal-: (yarışlardan önce) atları seyircilerin önünden dizi halinde geçirmek.
çubaş- müş. çuba-dan
çubat- ı = çubatun. ıı birbirinin peşinden, dizi halinde yürütmek; koydu çubatıp sana: koyunu biribiri ardınca geçirerek saymak; koy çubat (tar.): koyun sürüsünü geçirmek (bu bir cezadır, ki bu cezaya çarpacak kimseyi yatırarak etrafını dikenlerle çevirirler yahut onun gerilmiş bacaklarını ve kollarını kazıklara bağlarlar ve sonra üzerinden koyun sürüsünü geçirirlerdi).
çubur- uzamak; akmak; tane tane dökülmek; dizi halinde yürümek. may slaadan çuburup turat: yağ parmakların arasından akıyor; baarı kötünön çuburdu: hepsi onun peşine takıldılar.
çuburma üzerinden yalnız dizi halinde geömek kabil olan patika.
çuburult- = çuburt; aytkan sözün oyunan çuburultup: söylediği sözünü gereği gibi düşünerek, teemmül ederek.
çuçkak = çukak.
çuçuğuy dar,vücudu sıkı saran (giyim hakkında).
çuçuk 1. sucuk; çoçko çuçuğu: (domuz sucuğu; taydıñ çuçuğu: tay etinden yapılan sucuk; çuçuktay bolup semiriptir: pek fazla semirmiş; sözüñ çuçukka tiydi: sözünle iğneledin: 2. hamutun simidi: 3. ilik.
çuçuy- dar olmak, vücudu sıkı olmak (giyim hakkında); çuçuygan tar şım: bacakları sıkan dar pantolon.
çudurañda- kımıldamak,hareket etmek (küçük, şişmanca çocuk hakkında)
çuduray- küçük tepe gibi gözükmek; çudurayğan bala: gürbüz çocuk.
çugoy- (çü+goy) sürmek, haydalamak: mahmuzlamak: üyün közdöy çugoydu: (süvari) atını evine doğru sürdü.
çuk çak ııı. sözünün tekidir.
çukak çocuksuz, kimsesiz, yersiz, yurtsuz.
çukçuy- zayıf, arık gözükmek,
çukoy = çugoy.
çuku- kazımak, kazıyıp çıkarmak, oymak; murun çuku-: burnu karıştırmak; çukuğunday kep tapkan: yerinde sözü çabucak buldu, derhal intikal etti, farkına vardı.
çukul 1. acele, müstacel; sıra dışı, fevkalâde; çukul sıyaz: fevkalâde kongre; çukul mildet: geciktirilmez vazife, askerce iş; 2. kendini zabtedemiyen, çabuk kızan: keskin, atılgan; çukul bura tar- : birden çevirmek; çukul buruluş: kat’i dönüş, dönüm; çukul coop: kısa ve keskin cevap; çukuldan: birden, ansızın; çukuldan kayrıldı: birden, ani olarak döndü; çukuldan katuu çoçup ketti: beklenilmiyen halden gayet korktu; çukulunan ayta saldı: kısa söyledi, inceliklere girişmeden, işin özünü anlattı; 3. yakın; canına çukul kelgende: yanıma çok yakın geldiğinde; koş çıgarına çukul kaldı: ekim zamanına az kaldı; çukul münöt içinde: en kısa bir zaman içinde; çukul cerden bk. cer ı.
çukulduk ı, sivri kazma, külünk, balka çukulduk: bir köpeğin adıdır. ıı, 1. acele, anilik; 2. katilik; 3. yakınlık.
çukur çukur, oyuk; bir kazanı andıran derin dere; may çukur: kulak arkasındaki çukur (kulak memesinin altındaki).
çukuran- inleyişe benzer bir ses çıkarmak (mes. yeni uykudan kalkan adam hakkında); hafifçe melemek (mes. yeni kuzılayan koyun hakkında): çukuranıp oygonup folk. : oynıyarak ve inliyerek.
çuldu kırıntılar; eti kemirilmiş olan kemik; güdük, küt (mes. fazla kullanılmış olan kazma gibi).
çulduk çulluk (kuş); töö çulduk gagası orağa benziyen bir nevi çulluk biy ats.: koyunun bulunmadığı yerde keçiye abdürahman çelebi derler (harfiyen. : ördek bulunmadığı yerde çulluk hüküm sürer)
çuldur söylerken bazı sesleri, mes. «r» yi, iyi telaffuz edemiyen dığdığı.
çuldura- 1. bazı sesleri gereği gibi söyliyememek; 2. çetrefil bir dille konuşmak; al kıtayça kiçine çuldurayt: çince çatra patra konuşuyor.
çulduroo işs. çuldura-dan.
çulğa- kuşatmak, sarmak; orup çulğa: sararak örtmek, bürümek, her yanda örtmek; tegerektep çulğap al: her yandan sarmak, kuşatmak.
çulğur ateşte kızdırmak suretiyle delik açmak için kullanılan demir çubuk.
çulğut- et. çulğu-dan.
çulp suya düşen nesnenin çıkardığı sesi taklit; çulp et- : «çup» diye ses çıkarmak (mes. suya atılan taş hakkında).
çulpulda- «çulp» sesi çıkmak.
çulu sağlam; dayanıklı; tıknaz; som (yekpare); çulu kişi: sağlam, güçlü kuvvetli adam (ihtiyarlığına kadar zindeliğini, gücünü muhafaza eden kimse) ; çulu söök: som (kof ve borumsu olmıyan) kemik.
çuluk kısa kulaklı (koyun kuzu hakkında).
çuluy- adaleleri sert, kendisi sağlam olmak; tıknaz, güçlü kuvvetli kimseye benzemek; tay bukaday çuluyup mec. (sağlam, kuvvetli) öküz (tosun) gibi.
çup «çu» ile başlayan kelimelere takviye için katılır (bk. çuñkurçak).
çupulda- çamurda gezerken, yahut suya bir nesne düşerken «cup» diye bir ses çıkmak.
çur 1. aşık oyunu terimi (orta asyadaki rus çocukları lisanında bunun yerine «nalipuk» sözü kullanılır); çur karmadım yahut çurum karmadım «nalipuk» u aldım; 2. bağırmalar; şamata; çur dey düştü: birden bağırdı; kulağı çur dey tüştü: birden kulağı çınladı.
çura ı. bir hastalığın adıdır.
çura- ıı. koşmak, kaçmak.
çurat- koşturmak, kaçırmak.
çuray : cuka çuray 1. kasık (hayvanlara kasıkta art ayağı gövdeye bağlıyan ince deri); 2. avret (uvut) yerleri.
çürüş ı, buruşuk; kıvrılmış; büzülmüş; çürüş buuday: buruşuk buğday (tok olmıyan buğday tanesi).
çürüş- ıı. buruşmak, kıvrılmak büzülmek.
çürüştür- et. çürüş ıı-den.
çüş = çüç.
çüştö ince beyaz patiska; çüştödöy ak: bembeyaz.
çütkör büyük kirpi: hystricidae; çütkördey: küçücük ve buruşuk; beti çütkördey: kuzugöbeği denilen mantara benziyen; yüzü kuzu göbeği gibi (sövme).
çüülü = çüylüü.
çüygün 1. semiz yağlı (hayvan hakkında); soğumuñ çüygün bolsun: kestiğim hayvan yağlı olsun; (istikbal için hayvan kesene iyi dilek); mugaddi, besleyici (et hakkında).
çüygündö- semiz techiz etmek; kazanıñdı çüygündöp as! : yemeğini, tencereye yağlı et atmak suretiyle pişir! : etti çüygündöp ber! etin, yağlı ve lezzetli parçalrını seçerek ver!
çüygündöy- et. çüygündö-den; kazanıñdı çüygündötüp astırçı: yağlı et pişirtsene!
da de da (dahi); keza; sa dahi; gerçi; meni da, seni da: beni de seni de; sen da barasıñ: sen de varacaksın; eç kim suragan da cok: kimse sormdı bile; söz da bolboğon: lakırtısı bile geçmedi; bir da birin bilbeysiñ: sen onlardan hiçbirini bilmiyorsun; bu hususta senin haberin yoktur; ar bir adım attağan sayın uşul körünüş elestedi da turdu: her adımda şu levha göz önüne geldi de durdu; kim da bolso: kim olursa olsun; kaçan da bolso: ne zaman olursa – olsun; her vakit; beker berse da albaym: bedava verse dahi almıyacağım; bir da bk. bir,: bilgeniñ uşul eken da! : bütün bildiğim şu imiş, ha!; ceyeri ele et da: yersen et yemeli; ança da caman emes: o kadar da fena değil.
daa ı = dağı.
daa- ıı, cür’et etmek; cesaret etmek; atılmak; seniñ cürögüñ kantip daayt? : nasıl cesaret ediyorsun?; nasıl korkmuyorsun?; baruuğa cürögü daabayt: varmaya cesaret vermiyor; men ağa daap tiye albadım: ben ona dokunmaya cesaret edemedim.
daağı = dağı.
daakan = dubakan.
daakı (karşı. dakı) 1. ilkbaharda tülememiş olan hayvanın üzerindeki yapağı: daakısı tüşölök tay: henüz tülememiş olan tay; daakı cünün taştadı: yapasığını attı: tüledi (hayvan hakkında); 2. tay derisinden kürk; 3. paçavra (eski yırtık ve buruşuk giyim); daakası çubalğan eski caman cuurkan : paçavraya dönmüş eski yorgan.
daakıluu dökülmeye yüz tutmuş olan lkbahar tüyü ile kaplanmış; daakıluu tay : (ilkbaharda) tüyü dökülmeye başlayan tay.
daam a. 1. taam; yiyecek; daamooz tiyip ket! : yemeğin tadına bak da öyle git! bir parça yede öyle git! ; meni daam aydap keldi: beni (buraya) taamdan nasibim getirdi (bana burada yemek mukadder imiş de onun için geldim);ardaamdın başımı : türlü – türlü yemekler; ar taamın başın cedik : çeşit – çeşit yemekler yedik; 2. tad; daamı cok : tadı yok ;tatsız ;daamı caman : tadı fena.
daamdan- bir yabancı tad sezmek; oozu ermen daamlanıp: ağzıda pelin tadı duyarak.
daamduu lezzetli; hoş; daamduu söz : hoş söz.
daamoldo tar. müderris (dini mekteplerde: medreslerde).
daana ı, f. tane ; nüsha. ıı, f. 1. maruf tanınmış; barızğadaana kişi : hepimize belli adam; 2. bilen; hakim (akıllı); arbir işke daana ciğit: her hususta kavrayışlı delikanlı; 3. okunaklı; açık (vazıh); daana körün -: vazıh: okunaklı olmak; daana caz -: okunaklı yazmak.
daanaklık danaklık, akıllılık.
daanışman f. danişmend: ilim ve irfan sahibi.
daar (yalnız üçüncü şahsın bitişik zamiri ile): kısım parça: bazarğa alıp barğan maldun bir daarı satıldı, bir daarı satılbay kaldı: pazara götürülen hayvanların bir kısmı satıldı, öteki kısmı ise, satılmadan kaldı; kay bir daarı: onlardan bazıları; onlardan bazılar; onlardan kimisi.
daara : calğız daara: tek başına,yalnız olarak; kendisi; müfret halinde; kendi başına (müstakillen).
daarat a. aptes: taharet; but daaratı: ayak yıkama; kol daaratı: elleri yıkama; daarat al- : aptes almak; bey daara = daaratsız: daarat sındır- : aptes bozmak; daaratka olturdu: aptes bozmaya oturdu.
daaratsız 1. aptessiz; 2. mec. : müslüman olmayan.
daarattan- aptes almakç
daarda- pataklamak (toplu halde bir tek kişiyi).
daarı- değmek; hafifiçe dokunmak; değmeden geçmek; ok daarıdı: kurşun hafifçe dokundu; çımın daarıp ketiptir: sinek (uçarken) hafifçe dokundu; munu cin daarıp ketken: bunu cin çarpmış; kıdır daarığın: hızır ilişmiş: talihli; muvaffak olan; emine mınçalık daarıdñ?: neden böyle coştun?
daarip a. 1. tasvir; tarif (tavsif); 2. lakırdılar; dedikodular.
daba a. deva: ilaç tedavi; ağa daba cok: «ona ilaç yoktur», onun başından çıkamazsın; onunla uyuşamazsın.
dabaa = daba.
dabala- tedavi etmek; emlemek.
daban dağ geçidi.
dabdırañda- korku-korka, mütereddid basmak (bütün dört ayağ ile aksayan hayvan hakkında): turup kaldı koy küröñ dapdırañdap, dalaktap: folk. topal ayaklar ile biçimsizce basarak, koyu al at durdu kaldı.
dabernes = davernes.
dabır : dabır-dubur: ayak sesi; ileri-geri uğraşma; şamata.
dabıra- ayak patırtısı çıkarmak.
dabırat- et. dabıra-dan.
dabırkay (karş. cayır) hafifçe koyulaşmış olan çam katranı: çam sakızı.
dabırla- = dabırat-.
dabırlat- = dabırat-.
dabırt ayak patırtısı; attıñ dabırtı uğulat: atların ayak patırtısı duyuluyor; dabırt - dübürt: ayak patırtısı.
dabırtta- ayak patırtısı çıkarmak.
dabış ses; bir dabıştan: bir ağızdan: dabışka koy- : reye koymak; yazı ile rey toplamak; attıñ dabışı: atın ayak sesi; kişiniñ dabışı : insan sesi.
dağdayt- öne doğru çıkarmak; köküröğön dağdaytıp: göğsünü öne doğru çıkararak.
dağdır = tağdır.
dağı ve; daha; keza;dahi; dağı emine kerek! daha ne lazım! : emine bolsa dağı: ne olursa- olsun; kelse dağı: gelirse dahi; bir saar dağı boşko ketpesin: bir saat dahi boşuna gitmesin; dağısın: yahut; dağınkısın: bir daha; dağıkısın dağı aytam: daha ve daha söylüyorum.
dağınkısın bk. dağı.
dağıra = ağara.
dağısın bk. dağı.
dakı (karş. daakı) buzağı derisinden dikileni, kısa kollu ceket.
dakıl a. giren, dahil; iştirak eden, işin içinde olan.
daki ı, f. beyaz muslin. ıı. hilekar; mekkar; kurnaz; işin içinden çıkmasını bilen; dalaydı körüp, daki bolğun kuu: başından birçok şey geçirmiş olup, faka basmaz olan kurnaz adam.
dakilat = daklot.
dakilik kurnazlık (başlıca, atlar hakkında).
dakümönt = dokument.
dal ı, a. 1. arap alfebesinde «d» harfinin adıdır; 2. mec. kambur; kamburu çıkmış olan. ıı, tas – tamam; noktası – noktasına; dal ortosunda: tam ortasında; dal özü: tam kendisi; naoktası – noktasına onun gibi; dal bular aytkanday: tam onların dediği gibi; dal kel-,: tevafuk etmek. ııı, dal – dal: yırtılıp parça – parça olmuş; dal – dalı çıktı: yırtılıp parça parça oldu. ıv, 1. saşalamış; afallamış; başım (yahut kökürögüm) dal boldu: şaşaladım, kafam yerinde değil: ne yapacağımı bilmiyorum; 2. gevşemiş; kuvvetten düşmüş; bütkön boyum dal boldu: bütün vücudum gevşedi; büsbütün bitap oldum.
dalaa = talaa.
dalaan f. = dalaan üy: sofa.
dalaat : dalaatıña kelgir yahut dalaatı caman: kadınlara yahut kızlara tevcih edilen kadın sövme sözü; öñ – dalaatı cok: o kadını çehresi değişti.
dalba ı, 1. yem (alıcı kuş için) 2. yırtık; paçavra haline gelmiş; kiyimi dalba – bolup cırtılıp cüröt: parça – parça olmuş elbise ile geziyor. ıı. parça parça olup yırtılmak: kiyimderi işten çığıp dalbağan: giyimleri büsbütün örselenmiş.
dalbak kocaman ve biçimsiz; ak kaçırday dalbak: akbaba gibi biçimsiz, hantal.
dalbakt- biçimsizce ve ağır – ağır yürümek; dalbaktap çügürü keldi: biçimsizce ve çok ağır bir tarzda koşup geldi: eteği kulaalının kanatınday dalbaktayt: eteği çaylak kanadı gibi (biçimsiz ve hantal) dalganıyor.
daldalan- saklanmak; gizlenmek; bir perde arkasında saklanmak.
daldanış- müş. daldalan-’dan.
daldalat- et. daldala-’dan.
daldalçı = daldal ı.
daldañda- dim – dik, yana çıkık duran (mes. büyük kulaklar hakkında). dim – dik, yana çıkık durmak (mes. büyük kulaklar hakkında).
dalday- 1. yatıp uzanmak, serilmek (kocaman ve biçimsiz birisi veya bir şey hakkında); catkan eken daldayıp folk. : (uzun boylu ve hantal adam) serilip yatmış 2. biçimsiz, hantal ve şaşkın bir görünüşte olmak; tüşünö albay daldayıp turdu da kaldı: hiçbir şey anlamayıp, afallayıp durdu.
daladayt- et. dalday-’dan; kuş kanatın daldaytıp catır: kuş kanadını yayarak yatıyor.
daldıra- 1. gevşemeş; 2. tembelleşmek.
daldırat- et. daldıra-’dan.
daldıy- = dalday-; daldıyğan kağaz: büyük kağıt yaprağı.
dale = degele.
dalı 1. kürek kemiği (anat.); dalı küygüz yahut dalı cak- es. kayun kürek kemiğine bakarak çnceden haber vermek (fal açmak) (bu iş harb seferine çıkarken yapılıyordu); kara dalı kız (17 – 18 yşında olan) olgun kız; kuu dalı bk. kuu ıv 2, : dalısı küzgüdöy:«kürek kemiği ayna gibi» sıhhat fışkırıyor; 2. omuzlar (onların genişliği - eni): dalısı bir kez kelgen cigit: omuzları bir arşın genişliğinde olan delikanlı.
dalıçı koyunkürek kemiğine bakarak fal açan (önceden haber veren), bk. dalı 1.
dalp : dalp et- (ağır ve hantal bir nesne hakk.) düşmek; uyğa dalp etip sekirip minip aldı: sıçradı ve bütün ağırlığı ile ineğe bindi.
dalpağay büyük ve biçimsiz.
dalpay- büyük ve biçimsiz olmak; dalpayıp kelip, bir coru kondu: bir akbaba uçup geldi ve kondu.
dalpılda- 1. dalgalanmak; 2. manasız sözler söylemek; çene çalmak; dalpıldap ele basıp cüröt: aylak aylak dolaşmak (evde – eve gezmek); kaçan bolso ele dayını cok dalpılday beresiñ: sen her zaman saçma şeyler söylüyorsun.
dalsız taayyun etmemiş; noktası – noktasına belli değil; dalsız çoñduk: namuayyen hacim.
dam : dam ur yahut dam koy- = dem ur- (bk. dem 1); aldıñdağıñdı içe albay, kazaña dam koyosuñ: önüne konulan yemeği henüz yememiş olduğun halde kazana bakıyorsun.
dama a. umut; güvenç; iştah; meyletme; hırs; dama kıl- : umut etmek; göz komak; cokton dama kıldı: yok şey için tamahkarlık etti; büyük şey peşinden koştu; daması çoñ: aç gözlü.
damaa = dana.
damlan- umut etmek; hırslanmak; aç gözlülük etmek.
damalanuu meyletme; tamahkarlık etme.
damaluu arzulu; umudu olan; hırsı olan.
dambal yahut dambal – ıştan: don; dambalçan: yalnız don giymiş halde (pantolonsuz).
dambaş bk. eer.
dambılda : daamoldo.
dambur : dambur taş es. ot ve süt bolluğuna ermek maksadile, baharda ilk gök gürlemesi sırasındaki kadın yakarışı (kadınlar ellerinde gerdel olduğu halde keçe evin etrafnda dolaşıyorlar ve: cer ayrılıp, kök çık! celin ayrılıp, süt çık! diye bağırıyorlardı, ki : yer ayrıl ot çık; meme ayrıl süt çık! demektir).
dampañda- hareket etmek (biçimsiz yahut gayet bol elbise giymiş adam hakkında); atka mindi dampañdap folk. : bütün ağırlığı ile ata bindi.
dan f. 1. habbe; hububat; dan al: dolgun bir hale gelmek (hububat hakkında); dan aldır - : hububatı dolgunlaştırmaya bırakmak; dan kuuray bk. kuuray: dan cebes: şakak; sanı menen birge danı bolsun ats. : yalnız kemmiyet değil keyfiyet de olsun; 2. ekin; ekemek.
dandaysı- övünür gibi olmak; caka satar gibi olmak.
dandır f. tandır: pideler, börekler pişirmeye mahsus fırın; dandırday kızar: pek fazla kızarmak.
danduu 1. tane ihtiva eden; hububat veren bitkilerle, hububatla mücehhaz olan; danduu eginder: hububat ekinleri, tarlaları; 2. iri dolgun (tane hakkında); danduu buuday: tanesi dolgun olan buğday.
danek f. çekirdek; örüktüñ danegi: eriğin çekirdeği.
daneker f. 1. bir çeşit tutkal; 2. mec. barıştırıcı; eki kişi künökör bolso bir kişi danekler ats. : iki kişi kabahatlı olursa (kavga ederlerse) bir kişi barıştırıcı olur.
dañaza çin. tanatana; ihtişam; 2. insanı gelecek nesillerin gözünde meşhur yapmak maksadıyla yapılan herhangi bir iş; 3. hayret ve heyecanı mucip olan iş (sensation); dañaza kötör- yahut dañaza kıl- : bir şey hakkında, imiş gibi konuşmak, söylemek.
dañazala- = dañaza kötör- (bk. dañaza).
dañduu maruf, tanınmış; mümtaz.
dañğıl- 1. dayanıklı; saşlam; dañğıl col: sağlam işlek yol; işke dañğıl cigit: işe tahammülü olan ve becerikli delikanlı; 2. iş bilen; bilgiç.
dañğıra- = dañkılda-,dañğırağan col: iyi çiğnenmiş işlek yol.
dañk şöhret: ün; marufluk: tanınmış olmaklık; dañkı taş carğan: ünü taş yarmış: şöhreti afakı tutmuş; dañk et: uğuldamak gümbürdemek; mıltık atkan emedey too cañırıp dañk etken: dağlar, tüfekten ateş edilmiş gibi gürlediler.
dañkan çin. 1. üç ayaklı küçük kazan; 2. mec. atın tırnak altında biriken toz topu (topak).
dañkay- öne çıkmak; çıkık durmak; mağrur bir tavırla göklere yükselmek; kabarık durmak; dañkayğan ak üylör: muhteşem (büyük) evler.
dañkayyt- ett. dañkay-dan.
dañkı (rad.) = dañk.
dañkılda- yüksek notlar üzerine uzun sesler çıkarmak;çınlamak; ırçının baarı dañkıldap, surnayları añıldap folk. : muganniler (hanendeler) in hepsini şakıyor, zurnaları ötüyor.: dankıldağan col: sağlam,işlek yol.
dañkıluu (rad.) = dañktuu.
dañktuu şöhret kazanmış; maruf; tanınmış; mümtazç
dañsa dañza, çin. (destanlarda) meşhur kimselerin isimleri kaydedilen ensap kitabı.
dañsaçı (destanlarda) dañsa (bk.) ya kaydeden katip.
danık anık sözünün tekidir; maselenin anık – danığı: meselenin özü.
danışman = daanışman.
dap ı, da ile başlayan sözlere takviye için katılır; dap – dayar: tamamıyla hazır. ıı. f. tef.
dapılda- = dalpılda-.
dapkırt şayialar (yayıntılar).
dar f., 1. darağacı; darğa as-: darağacına asmak, idam etmek; 2. canbazhane urgani.
dara ayrı: ayrı, kendi başına duran, başkalrına karışmayan: dara col: bariz çizgi, hat.
daraca a. derece; şerefli derece, hürmet; daraca tap-: dereceeyi bulmak; yükselmek, birinci daracadağı: birinci derecede olan.
daracaluu dereceli; şerefli; çoğorku mektep es. : yüksek mektep.
darak f. ağaç.
darala- bir yana bariz olarak ayırmak; bariz vazıh yapmak.
darat = daarat.
daray f. birçeşit ipek; daraydan kılğan köynögü cik – ciginen sögüldü folk. : ipek elbisesi bütün dikiş yerlerinden yırtıldı (söküldü).
darayı = daray.
darbaan fena şöhret; birisini lekeleyen yahut kafi derecede tahkikat eleğinden geçmiyen haberler yayma; elge darbaan kılıp ciberdi: bütün dünyaya yaydı, dağıttı.
darbay- = darday ıı.
darbayt- = dardayt-: çoñ murutun darbaytıp folk.: kocaman bıyığını öne doğru dikerek.
darbez f. = darçı.
darbaza f. sokak kapısı.
darbazaluu sokak kapısına malik olan; darbazaluu üy: sokak kapısı bulunan ev.
darbı- kızışmak; şiddetli heyecana kapılmak; gemi azıya alarak koşmak (at hakkında): at darbısa, eşek koşo darbıyt ats.: atın koştuğunu görünce eşek de koşmaya başlar.
darbıt- et. darbı-dan.
darbız = tarbız.
darçı 1. cambaz; 2. ( darağacı yanındaki) cellat.
darçin f., tarçın.
dardak kaba – saba; hantal; damgalak; sünepe.
dardakta- biçimsiz,hantalca yürümek.
dardalañda- neşeli ve gamsız olmak; samimi tabiatlı olmak; dardalañdap köçödö cügürüp cüröt: gamsız ve neşeli neşeli sokakta koşuyor.
dardalañdat- et. dardalañda-dan: dardalañdatıp elge cayıp cüröt: bütün halka yayıyor.
dardañ = dardak; dardañ küü: boşboğaz.
dardañda- = dardakta-; dardañdap ele maktana beret: boyuna ve boşuna övünüyor.
darday ı, kocaman; iriyarı; darday cigit boldu: koskoca delikanlı oldu.
darday- ıı, kocaman ve şişman görünüşte bulunmak; dışarıya doğru çıkık durmak (herhangi bir kocaman nesne hakkında); pek fazla şişmek; kabarmak; dardayıp cattı: uzanıp yattı (kocaman ve şişman hakkında); dardağan çoñ üy: kocaman ev; içi dardayıp kööp ketiptir: karnı pek fazla şişmiş, kabarmış.
dardayt- et. darday- ıı-den.
dardıy = darday ı.
darek f. haber; salık; daregi cok: hakkında hiçbir haber yok; dareğicok boğoldu: nam – nişan bırakmadan kaboldu, gitti.
darğa = dar 1; toktoboy assın darğağa folk. : durmadan hemen dar ağacına assınlar!
darı f. 1. ilaç; deva; darı – durman yahut darı – dernek: her nevi ilaçlar ve devalar; darı tiydir: ilaç sürmek; 2. barut; ok darı: muharebe malzemesi.
daş f. yahut daş kazan: şölenlerde yemek hazırlamak için kullanılan kocaman kazan; ak boz beye soydurup, daş kazaña saldırdı folk.: beyaz kısrak kestirerek, kocaman kazana attırdı.
dat ı, pas (madeni eşyada, bitkilerde); dat baskan yahut dat alğan: paslanmış; dat küçösö, dan aldırbayt: pas fazlalaşırsa tane dolgunlaşmaz. ıı, f., 1. imdat isteyip seslenme; şikayet; 2. yukarı mahkemeye başvurma, istinaf.
dayek koşularda kazanan ata verilen mükafat; öndül.
dayekçi öndüllere bakan memur; koşularda jüri.
dayım = dayıma; dayım dayar: daima hazır.
dayıma a. daima; her zaman; ebediyen.
dayın a. muayyen; tavazzuh etmiş; tayin edilmiş; dayını cok: belirsiz; meçhul; hakkında hiçbir mevşuk haber bulunmayan; bizge dayın: bize belli; bizce bu hususta şüphe yoktur; dayını uğuldu: onun hakkında haber duyuldu; onun hakkında malumat edindi; dayının taptırbay ketti: onun hakkında hiçbir haber yoktur; nam nişan bırakmadan kayboldu, gitti.
dayında- 1. meydana çıkarmak; tarif etmek; tayin eylemek; 2. hazırlamak.
dayındal- 1. açılmak; belli olmak; tayin edilmek; 2. ihzar edilmek.
dayındaş- müş. dayında-dan.
dayındat- et. dayında-dan; şeker şerbet, şirin aş dayındatıp berdirip folk.: şeker, şerbet ve tatlı hazırlatarak ve sundurarak.
dayınsız bellisiz; na muayyen; dayınsız kişi: meşhul, belirsiz adam.
dayra = darıya.
dayrı kanatları germek; uçmaya alışmak; kuş dayrıt: (yavru) kuş, kuvvetini deneyerek daldan dala uçuyor; 2. mec. (elinden gelmiyecek) teşebbüslerde bulunmak.
dayrıt- et. dayrı-dan.
de- 1.demek; söylemek; emne dediñ: ne dedin?; deeli yahut deyli: diyelim; degen menen: ne dense densin lakin...; öylesi öyle, amma…; bununla beraber; kün, tün debey (yahut debesten): gece gündüz demeden, geceli – gündüzlü; yirmi dört saat; çaş, karı debey: genç ihtiyar demeksizin: hem gençler, hem ihtiyarlar; eñ köp degende: en çoğu; azami beş gün; hiç de beş günden fazla değil; on kün degende: on gün geçer – geçmez; eñ çok degende: topu topuna; en azı; asgarisi; a degende: 1) olduğı anda; 2) durup – dururken; esaslı bir sebep yokken; ana - mına degende (yahut degiçe) cönöy turğan ubakıt kelip kaldı: şöyle - böyle derken, yola çıkma zamanı da geldi; a dep kelgenimde: ben gelir-gelmez; ben ilk defa geldiğimde; aytayım degenim: demek istediğim; bak ben ne demek istiyorum; alamın degendey kıldı: güya alacak gibi davrandı; öl dese ölüp, tiril dese – tirilgen: her şeyi itirazsız yaptı (harf.: öl! deseler- öldü; dirildi! deseler- dirildi); akılduu dese- akılduu çıyrak dese – çıyrak: akıllı istersen- akıllı, atik istersen- atik; ooy, deseñçi, al kündör esten çıkpayt!: ah efendime söyliyeyim, o günler unutulamaz!; emnege(yahut nege) deseng: bu, ondan, dolayıdır, ki… 2. tesmiye etmek; ad vermek; tesmiye edilmek; adlanmak; tesmiye edilmiş, adlanmış olmak; değen: denilen; adlanan; (adet olduğu üzere, tesmiye edilen şey dinleyene meçhul olduğunda yahut taaccup, memnuyetsizlik ifadelerinde kullanılır); oş degen şaarda: oş denilen şehirde; yenot degen ayban: yenot denilen hayvan; üç kün değende ürümçö degen şaarga kirişti: üç gün geçince ürümçö denilen şehre girdiler; bul emne degeb kep-: bu nasıl söz!; bu da ne demek-; 3. düşünmek; niyet etmek; bir gaye gözetmek; emne dep keldiñ? : ne maksatla geldin? ; okuymun dep keldim: okumak maksadıyla geldim; aytayın degenderimdi ayta albay kaldım: söylemek istediklerimi söyliyemeden kaldım; biz attanalı dep catkanda: biz atlara binmek üzere iken; şamal bastayın dedi: rüzgar dinmek istiyor, dinmeye başlıyor; baray desem, butum ooruyt: gitmek isterdim, fakat bacaklarım ağrıyor.
debder ı = depter. ıı = kepkir.
debilge hamle; gayret; çabalama; cakşı ele debilge kıldı ele, bolboy kaldı: o gereği gibi çalıştı, ancak bundan bir iş çıkmadı.
dedek dedek bolup cür: didinmek, adamakıllı meşgul olmak; fazla gayret sarfetmek; çabalamak; bütün işterge calğız özü debek bolup cüröt: her iş hususunda kendisi bizzat çalışıp – çabalıyor: didiniyor.
dedekte : dedektep kaç-: sakınmak, içtinap etmek.
dedil f. gayretli; faal; bir işi büyük bir gayretle kovalayan; dedil bolup cüröt; şiddetli arzu gösteriyor.
dedir- et. de–den; kıl dedirmeyinçe kılbayt: yap demedikçe yapmıyor; kendi teşebbüsü ile yapmıyor; dedirbey barat: emretmeden varacak.
dedirt- et. dedir-den; balp dedire suğunup, kurk dedire cuttu ele folk.: hırsa kapanarak, gürültü ile yuttu.
deel- = del ıı; deelgen: denilmiş; söylenmiş.
deene = dene.
deer 1. şuur; akıl; düşünceler; dalaylardın deerinde bar: (bu hususta) bir çokları düşünüyor; deerinde cok bolğondon kiyin aytkan menen baydasız: mademki o doğuşundan akılsızdır, ne söylesen faydasız; 2. istidat; deeri cok, kantip okuyt! istidadı olmayınca nasıl okuyacak!
deerlik hemen- hemen; denilebilir; cok deerlik: yok denilebilecek kadar.
degde- şiddetle arzu etmek; okuuğa degdep kaldım: tahsil arzusuyla yandım; tündö catsam canıñda, körsöm dep kündüz degdeymin folk. eğer seninle beraber gece yatarsam, gündüzün seni görmek arzusu beni üzüyor.
degdel- mut. degse-den: köñül degdelet: gönül arzusu ile yanıyor.
dendeñde- hızlı - hızlı hareket etmek.
degdeñdet- et. degdeñde-den; anı degdeñdetip süyröp keldi: onu arkasından dürte – dürte sürüklediler; onu zorlayıp sürüklediler.
degdeşe- müş. degde-den; tamaşanı körüügö degdeşip, tegeretegi ayıldardan el köp keldi: şenlikleri görmek arzusuyla civardaki avullardan (köylerden) çok halk geldi.
degdet- şiddetli arzu uyandırmak; cürök degdet – yahut köñül degdet-: arzu uyandırmak; cürögömdü degdetip, cürölü deysiñ kalıspay folk.: yüreğimi arzu ile hareket getirerek, «biri – hepimizden ayrılmaz olalım» diyorsun.
degee çengelli zıpkın.
degele = degi (bk.) + ele (bk. ele ı); degele katuu süyünüp: aşırı sevinerek.
degi mutlaka; tamamen; degi kördüñbü! hiç gördün mü? degi aytıñızçı! nihayet söylesene; degi emine bolso da: ne olursa – olsun; degi oyuñda bir deme barbı?: fikrinde, hiç olmasa, bir şey var mıdır!; degi uşunday bolso dağı: öyle olsa dahi; isterse, bin kere öyle olsun, fakat…
degiz- et. de-den.
dekabr r. ilkkanun.
dekada r. dekat (decade) on gün.
deke f.: deke – duka: galeyan; çırpınma; şiddetli arzu; deke – duka bolup cüröt: büyük heyecan içindedir; sabırsızlıkla bekliyor.
dekebir kon. dekabr.
deki- tehdit etmek; korkutmak; gözünü yıldırmak.
dekilde- sabırsızlık göstermek; bir işi acele, üstünkörü yapmak; ivmek; cöö dekildep gazeta taşıyt: koşa – koşa gazete dağıtıyor; al kaçan kelet dep, dekildep turduk: o ne zaman gelecek diye sabırsızlıkla bekleyip durduk.
dekildet- et. dekilde-den; kitepti ciber dep, dekildete beret: kitabı gönder diye sıkıştırıyor.
dekilet kon. = doklat.
dekiret kon. = dekret.
deklaratsiya r. deklarasyon: beyanat.
dekret r. dekre (inkilap günlerinde sovyet hükümetinin çıkardığı ve çokluğu muvakkat mahiyette olan kanun ve karar).
del ı = dal ıv.
del- ııdenmek, denilmek.
dela r. kon. br. («delo») dosya, dava; delada dalildar cok: davada deliller yok; delasın berçi!: şunun dosyasını versene!
delbe meczup, aklı başında olmayan; anormal.
delbelekte- acele yürümek.
delbelen- meczup olmak.
delbelent- et. delbelen-den.
delbeñde- telaş etmek.
delbire- dalgalanmak (mes. bayrak hakkında).
deldegey = deldek.
deldek dim – dik duran (mes. kulaklar hakkında); kabarık (mes. burun kanatları hakkında); deldek tanoo: kanatları kabarık olan burun; burun kanatları kabarık olan kimse.
deldekte = deldeñde-.
deldelekte- boşuna telaş etmek; dolaplı kafeste dönen sincap gibi çabalamak; bir tiyin tappay, cayı – kışı deldelektep cürgönüng cürgön: kışın – yazın on para kazanmadan boşuna çabalıyorsun (didiniyorsun).
deldeñ = deldek; deldeñ kulak: sarkık kulak.
deldeñde- 1. dim – dik durmak: sivrilip durmak; 2. şaşkın – şaşkın hareketler yapmak; deldeñdep cüğürüp cüröt: şaşkın bir halde koşuyor, çırpınıyor.
deldeñdet- et. deldeñde-den.
deldey- 1. dim – dik durmak (mes. kulaklar hakkında); kulağı deldeyip turat: kulakları dim – dik duruyor; 2. afallamak; apışmak; dona kalmak; emine kıların bilbey, öz közünö işenbey, deldeyip kaldı: ne yapacağını bilmeyip, kendi gözlerine inanmayıp, afalladı kaldı.
deldeyt- et. deldey-den.
dele ı = (da + ele) ve; keza; ğene; mında dele: burada da; gene burada; ötkön cılkının baarı bugün dele oydo: geçen sen olup – bitenlerin bugün de hepsi hatırımdadır; böböktörübüz dele, ağalarıbız dele: hem küçük kardeşlerimiz, hem büyük kardeşlerimiz; andan dele, mından dele: hem oradan, hem buradan.
delebe heyecan; alaka; ilgi; delebesi kozğoldu: o heyecan içinde; onun alakası uyandı.
delpilde- dalgalanmak; (rüzgarda herhangi bir büyük kumaş parçası hakkında).
delpildet- et. delpilde-den.
dem f. 1. nefes; dem al- 1) teneffüs etmek; solumak; 2) dinlenmek; dem alış: istirahat; izin; tatil günleri; kezektüü dem alış: sırasında verilen izin; dem aldır-: nefes aldırmak; istirahat ettirmek; dem ber-: kuvvet vermek; ilham vermek; kürüç dem cedi: prinç (pilav) yumuşayıp kabardı; demin içinen alıp turat: nefesini kısıp duruyor; demiñ içiñde bolsun: nefesini kıs; sus; esrarını söyleme;barına dem kirgen: hepsi geniş nefes aldılar; herkes kendini rahat hissetti; kur ele dem kılışat: boşuna cehdediyorlar; dem sal- es.: bir hastayı, okutmak suretiyle tedavi etmek; dem ur-: niyet etmek; dem bas- burnunu kırmak (kibrini gidermek); dem bayla-: cesarret taslamak; 2. ân; bir demde yahut demge kalbay: dakkasında; bir lahzada; dem – bedem: ikide birde; 3. kuvvet; kudret; 4. cesaret; şecaat.
demagog r. avam aldatan, demagoji yapan.
demagogiya r. demagoji.
demci- arkadan itmek (kalabalıkta arkadakilerinin öndekilerini sıkıştırması gibi); ileriye yürümek; kerkim çapkan sayın demcip tiydi: baltacığım her vuruşta daha yukarı değiyor (bir diğneği dik tutarak yontarken).
demde- haşlamak, kaynamış suya atmak ve öyle bırakmak; çay demde-: çay demlemek; kürüç demde-: pirinç demlemek: kaynar suda bırakmak; pilav pişirmek; oor balkañdı, işçi, demdep ker: işçi, ağır çekicini yüksek kaldır!
demden- kuvvet toplamak; sağlamlaşmak.
demdet- et. demde-den; çay demdet-: çay demletmek; paloo demdet-: pilav pişirtmek.
demdüü- pervasız; cesur; kur demdüü: boşuna, faydasız yere gayret sarf eden, didinen (işi yerine getirmek için henüz uygun şartlar meydanda yokken).
deme ı = neme: bir deme: bir şey; azıraak bir demeni estegendey boldu: bir parça bir şeyi hatırlar gibi oldu.
deme- ıı, (hububati mayileri) ilave etmek katmak; küç deme-: kuvvet toplamak; üstünö suu deme-: üzerine su ilave etmek; seni demep kelgemin: senin yardımına güvenerek gelmişim; demep – demep: bir daha; tekrar – tekrar.
demek hulasa; sözün kısası; demek; demek, al kelbeyt: demek o gelmiyecek.
demeyde mutat, gündelik şartlar içinde;demeyde kıyın söylösüñ, direktorduñ aldında söylösöñ bolboybu? şimdi mükemmel söylüyorsun, bunu müdürün önünde söylesen olmaz mı?
demik- 1. ağır ve sık – sık solumak (kapalı ağızdan); nefes darlığından muztarip olmak; at demigip turat: at sık-sık soluyor 2. cehdetmek, gayret etmek, istihdaf etmek; temayül göstermek; ilgeri karay demigip: ileriye doğru gayret ederek.
demilge = debilge.
demit- 1. kuvvetle ileriye doğru atılmak; toodan aktı taşkın sel,cılğa menen demitip: dağdan taşkın sel aktı, dere boyunca atılarak; it etegin culup alçuday demite berdi: sanki eteğini yırtmak ister gibi, köpek şiddetle saldırdı; 2. göğüsle dayamak, itmek (başlıca,üzerinde bulunduğun atın göğsüyle).
demokrat r. demokrat
demokratiya r. demokrasi; partiyanın içki demokratiyası: parti içindeki demokrasi.
demokrattık demokrasiye ait, ilişiği olan, demokratik.
demöö zorlama; teşvik.
dempiñ r. dampiñ (dumping).
den f. 1. ten;deniñ soobu? :sıhhatte mısın? ; den sooluk? : sıhhat; sağlık; deni soonuñ canı soo ats, : sağlam vucudun ruhu da sağlam olur; deniñdi bağışladıñbı? = kabıl tuttuñbu? (bk. kabıl I); 2. alt olan; bizge den bize ait tir; den al üzerine almak deruhte etmek; tanımak.
dene f. gövde; ten; beden; dene tarbıyası: bedene bakma, beden terbiyesi; geometriya denesi: hendesî cisim.
deñdaroo mütereddit; deñdaroo bolup turam: ne seçmesini, neyi üstün tutmayı, neye karar vermesini bilemiyorum.
deñdarıooluk tereddüt; fikirlerde ve arzularda ikilik:
deñge eñge sözünün tekidir.
deñgeel seviye; madaniy deñgl: kültür seviyesi; tak deñgeel tuşuna keldenge: tam önüne geçip durduğunda.
deñgeldeş- I, müsavi, denk; eköönün küçü deñgeldeş: ikisinin gücü denktir. II, rekabet etmek; boy ölçüşmek, asman menendeñgel deşken deşken uçsuz too: gökle boy ölçüşen, ucu-bucağı olmayan dağ.
deñgene f. arifâne esası üzerine verilen bir ziyafettir, ki bunun için koyun kesilir (karş. coro, şerne, ülüş).
deñiz deniz,
deñkiy- aşırı uzun boylu ve çirkin olmak (başlıca, kadınlar hakkında); u deñkiygen! : vay, seni, ızbandıt!
deniy- düm-düz olmak; pürüzler giderilmek.
deniyt- düzletmek; pürüzler gidermek.
depkir I = tekbir. II, ruhî muvazene (cesaret, maneviyat); depkiri kaçıp kaldı yahut depkirin tappay kaldı: korktu, şaşaladı; depdir tappağır! : rahat yüzü görmeyesin! depkirin aldı: (herhangi bir şey) onu korkuttu; depkirin taptırbadı: onu çok fena bir duruma soktu. III = kepkir.
depkir- IV, öksürmek; atım depkirin kalıptır: atım öksürüyor.
depkirt- et. depkir-IV’ten.
depo r. depo, ahbar.
depozit depozito: rehin olarak bırakılan akçe.
depter f. defter; yazıhane, büro defteri; cekelik uçot defteri: zatî işler defteri; çığış defter: çıkan evrakın kaydedildiği depter: gelen evrakın yazıldığı defter: varide.
depterçe küçük defter; yazıhanede, büroda kullanılan küçük defter; hatıra defteri, bloknot.
deputat r. mebûs, saylav; Coğorku Sovyet depudatı: Yüksek Sovyet meclisi azası, saylavı.
deputattık I, mebusa ati, mütaallik. deputattık mildet. mebus vecibesi.
debutattık II, mebusluk, saylavlık durumu, mevkii; debutattıkka körsöt- : mebus adayı olarak göstermek, ileri sürmek.
dercabl kon. = dirijabl.
derdeñde- 1. kabarmak (burun kanatları hakkında); attıñ tanoosu derdeñdep, teri zirkireyt: atın burun kanatları kabarıyor ve teri akıyor; 2. (küçücük birisi hakkında) heyecanlı ve döğüşmeye hazır bir halde bulunmak; canlanmak; 3. gururlanmak; sen emne derdeñdep kalıpsıñ? : sen neden bu kadar gururlanıyorsun?
derdey kabarmak; şişmek.
dere f. dar boğaz, dar geçit, derbent.
derek = darek.
derektip kon. = direktiva.
derektir kon. = direktör.
dert = dart.
dertüü = dartuu.
des f. kuvvet; kudret; camandıñ koluna des tiyse, oñdurbayt ats. kötü adam kuvvetlenirse, kimseye rahatlık vermez; desi kayttı yahut desi suudu: yavaşladı, dindi, şaşaladı.
destep f. yahut destepte: başta; en baştan; her şeyden önce.
destiyer f. muavin; çırak; destiyer bala: çırak oğlan.
deş I, deyiş; deme; tesmiye; anday deş carabayt: öyle demek doğru, caiz değil.
deş- II, (bazen deşiş-) hep beraber söylemek; demek; sözleşmek; antlaşmak, anlaşmak.
deviz- r. şiar (devise).
deyilda deyilde (destanda) 1 bir bahalı kumaşın adı;deyilda çapan: deyilda kumaşından yapılan çepken (kaftan); 2. bu gibi bir kumaştan dikilen üst giyim.
deyire = deyre.
deyre (haddi, sınırı ifade eden bir ektir): değin, kadar; cüz somğo deyre: yüz rubleye kadar; alige deyre: şimdiye kadar; oktyabrge deyre: Oktobore (İlkteşrine) kadar; saat 12-den 2-ye değin; çoñdordon baştan bardarğa deyre: büyüklerden tut da çocuklara kadar; soyuzdan çıgaruuğa deyre: birlikten çıkarmaya kadar.
dıbıra- 1. takırtı yapmak (diyelim, bir sert nesne üzerine dökülen taneler hakkında) 2. çisemek, sepelemek; kün dıbırap caap turat: yağmur sepeliyor; sicim gibi yağmur yağıyor.
dıbırat- et. dıbıra-dan.
dıbırla = dıbıra-.
dıbırtta- = dıbıra; kün bürkölüp, kiçine dıbırtap turat: hava kapanıktır ve yağmur sepeliyor.
dıbış ün; ses.
dıbışsız sessiz.
dıbıştuu sesli.
dıdaar = dıdar.
dıdar f. çehre, sima: didar; ak dıdar: beyaz yüzlü; dıdarı suuk yahut dıdarı buzuk yahut dıdarı caman: nâhoş, sevimsiz çehreli.
dığdıy- 1. pek tıknaz olmak; kan Kurmanbek dığıyıp, colborstoy catat mıkıyıp folk. tıknaz han Kurmanbek kaplan gibi büzülerek yatmış. 2. ileriye doğru çıkık durmak; iyni dığdıyıp kötörülüp turat: omuzları kalkık duruyor.
dım : ünü-dımı cok: sessizlik; sükûnet; tam bir sessizlik; dımı çıkpay coğoldu: nam bırakmadan kayboldu; dınıñdı çığarbay bar! sesini çıkarmadan git! ; dımıñdı çığarbay tap! : hemen bul! ; çok suylenmeden bulacaksın!
dımak f. arzu; düşünce; tama; kap, dımağıña taş tiygir! : boğazına taş tıkansın! ölçüsüz açgözlülüğün yüzünden canın çıksın! ; dımağı çoñ: tamaı büyük; akılsız değil! ; dımağıñ dalay cerde ğo! : bak ne istiyorsun, ha! ; cügü uyda bolso da, dımağı töödö ats.: bütün yükü inek üzerine ise de gözü devede.
dımı- 1. süzülerek ve görünür-görünmez bir tarzda akmak; 2. ağır, yavaş kaynamak.
dımık- sıkıntılı, boğucu olmak (hava hakkında); aba dımığat, asman kara sur: hava sıkıntılı, gök kurşunî renkte.
dımıktıtr- örtmek; sım-sıkı kapamak.
dımıt- et. dımı-dan; kazandı dımıtıp ele koy! : öyle yap ki kazan yavaşça kaynasın.
dır (taklit sözdür): dır berip ürk-: ürkerek, kendini bir yana atmak; dır koyup cönödü: taban çekti; tabana kuvvet vererek kaçtı; attı kiçine dır dedirip alalı! : atları bir parça koşıuralım! ; dırday cıñalaç: çırıl-çıplak.
dırama = drama.
dırdık- yığılmak (insan kalabalığı ve hayvan sürüsü hakkında); koy dırdığın ürktü: koyunlar ürkerek bir yana yığıldılar.
dırdıy- şişmek; kabarmak (diyelim, hava ile doldurulan tulum hakkında).
dırğayakta- kaymak.
dırğayaktat- et. dırğayakta-dan.
dırğı- ürküp bir yana yığılmak (kütle hakkında); koyduñ bir çeti dırğıp ürküp kaldı: koyunların bir kısmı ürküp bir yana yığıldı.
dırğır- et. dırğı-dan.
dırılda- titreyen ses çıkarmak; çımın dırıldap uçat: sinek vızıldayıp uçuyor; darıldap cügür-: hızlı koşmak; uçarcasına koşmak.
dırkıra- param-parça olmak; köpürmek, kudurmak; dırkırap kaç-: çil yavrusu gibi dağılmak; şamal dırkırap turat: rüzgâr şiddetli esiyor ve kuduruyor.
dırkırat- et. dırkıra-dan.
dıydar = dıdar.
dıykan f. köylü; kedey dıykan: fakir köylü; orta dıykan: orta halli köylü; baba dıykan mit. çiftçilik hâmisi (harfn: köylü dede); baba dıykan başına çıçtı es. mec. (mahsûl hakkında) bereketli harfn. : dıykan baba başına sıçtı
dıykançı = dıykan.
dıykançılık çiftçilik: köy iktisadiyatı.
diagrama r. diagram.
dialekt r. lehçe, ağız, diyelek.
dialektika r. diyalektik (bir nevi felsefî muhakeme usulü).
diğer f. 1. gündelik namazlardan üçüncüsü (günün ikinci yarısında), ikindi; 2. güneş batmadan biraz önce ki zaman; kündigerden ıldıyladı: güneş batmaya yüz tuttu.
dik : dik-dik: tık-tık; cürögüm tık-tik etet: kalbim şiddetle ve sık-sık çarpıyor.
dimi : can dimi (candimi): (katiyen işitmedim, hiçbir zaman görmedim; namussuzum böyle bir şey olmamıştır ve olamazdı da ve s. gibi sözler söyleyerek), aksi hakkında emin olduğu halde bir şeyi inkâr ederek türlü türlü ibarelerle yemin eden kimse.
din a. din; meshep; din ilmi: ilâhiyat; dini kara: namussuz; dini karardı: fena şeyler tasarlıyor; ondan her şey beklenilebilir.
dirijorluk orkestra şefi vazifesi; dirijorluk kıl-: orkestrayı idare etmek.
dirilde- = dirkire-; tooşu dirildedi: sesi titredi; üşüp dirildep turam: üşüyüp titriyotum; dirildep kan çığıp turat: kan fışkırıp duruyor.
dirildet- et. dirilde-’den; tooşun diril-detti: sesini titretti. .
dirkire- 1. titremek; 2. ince,kuvvetli ve titrek creyan halinde akmak; bütkön boyu dürküröyt, emçekten sütü dirkireyt folk. bütün vücudu titriyor, memesinden süt akıyor.
dirkiret- et. dirkire-den.
dirt (taklidlik söz): kan dirt dey tüştü: kan (aşağıya doğru) sıçradı.
disput r. mubahase, ilmî münakaşa.
dit f. düşünceler, tasarlar; arzu; dikkat; ditim cıyırma beşte: gözüm (arzum) yirmi beşte, yirmi beşi almak istiyorum; ditiñe kelse-sat, ditiñe kelbese-sappa: işine gelirse-sat, işine gelmezse-satma! ditiñde sakta: kalbinde sakla, aşkâr etme! ditimenen (yahut ditin salıp) uğup turat: dikkatle dinliyor.
divindent r. temettü hissesi.
diviziya r. tümen.
diykan = dıykan.
doboger a-f. davacı.
dobul 1. şiddetli dolu; dobul kağıp ketti: dolu vurdu: 2. firtına.
doñuz 1. yabanî domuz; doñuz kop-: söv. (mahşer gününde) domuz şeklinde dirilmek; ölmöktön doñuz kop- söv. geber de, domuz şeklinde diril! doñuzduñ tügün döy köröm: bütün ruhumla nefret ediyorum (harfn: bana domuz kılı gibi görünüyor) doñuz rırtı: bir bitkinin adıdır; doñuz aybat, bk. aybat; 2. hayvan devrî takviminde son yılın adıdır.
doo a. dava; talep; iddia: kara doo: uzun süren dava; doo-doomayım cok: hiçbir dava, iddiam yoktur, ooru aştan, doo karındaştan ats.: hastalık yemekten, dava ise, akrabadan, kardeşten.
dooçu = doboger.
dool I = dobul. II, a. davul; dool kak-: davul çalmak.
doola- dava etmek, hak iddia etmek; mahkemede duruşmak.
doolaş- biri-birini dava etmek.
doolaştır- (üçüncü eshası) karşılıklı davaya, mahkemeye kadar gitmeye sebep olmak.
doolat- et. doola-dan.
doolbaş davul, alıcı kuşla avlanırken kullanılan küçük davul.
dooluu munazaalı.
doomay doo sözünün tekidir.
doomat a. töhmet, iftira.
door a. 1. asır; devir; door sür-: hüküm sürmek; anın dooru cürgön çakta: onun hüküm sürdüğü devirde; 2. = dooron.
dooran = dooron.
doorloş muasır; çağdaş.
dooron a. 1. dn. ıskat: ölünün kaldırılmasından önce, onun ruhunun kurtulması, yani azaplarının afedilmesi ve kaldırılması için bir resmi mahsusla verilen sadaka; dooron ber- yahut dooron bayla-: dooron tertip etmek; dooron ötköz-: dooron ayınını idare etmek; 2. dn. cenaze namazından sonra hocalara dağıtılan sadaka; dooron al-: ölünün istirahati ruhu için yapılan ayin sırasında sadaka almak; 3. mec. hüküm sürme; ubağında dooron sürüp aldı: kendi zamanında hüküm sürdü, hakimiyetinin tadını aldı; dooronu cürüp turat: hükmü yürüyor, hüküm sürüyor.
dooruk hadise; yaşama (baştan geçirme); 16-nçı cılı kırgızdıñ başınan ötkön dooruktadır: 1916 yılından beri Kırgızların geçirdiği hadiseler.
dooş = dobuş.
dootay çin. bir vilâyetin âmiri, vali (şarkî Türkistan’da).
dorbo kad. = baştık II.
dorbool = dolbor.
dordoğoy = dordok; oozu dordoğoy: kalın dudaklı.
dordok kabarık; şişlik; şişkin; şişirilmiş; kalın; baatır dordok yahut baatır dordoñ: kartal nevinelerinden biridir (ki onun gagası şişmiş gibi görünmektedir); oozu dordok: dudakları kalın ; dordok bed: şişkin yüzlü ablak.
dordoñ = dordok.
dordoy- kabarık, şişkin, şişman olmak; dordoyğon, kalıñ ootu: kaba, kalın çuha; oozu dordoyup şişip kalıptır: dudakları pek fazla şişmiştir.
doske r. tahta (sınıftaki); kızıl doske: kırmızı tahta; kara doske: kara tahta.
dosondo I. dost; yakın ahbap; dosondonun canı bir kudandanın malı bir ats. ahbapların canı bir gönüllerin malı bir. II. dostlaşmak.
dost = dos.
dostoş- dostlaşmak; ahbap olmak.
dostu = dos; dostusu: onun dostu.
dostuk dostluk.
dotatsiya r. hibe, dotation.
doybu paytak; doybu oyno-paytak oynamak.
doyur dediği dedik olan kimse; inatçı.
doyurduk direngenlik; inat.
dozok = tozok.
dozoktol- = tozoktol-
dozor r. devriye, uç.
döbö tepe; ak döbö: tabaktaki ufak doğranmış olan etin üzerine konulan yağ parçası.
döböçük küçük tepe, tepecik.
döböl = töböl.
döbölü- yığın, küme şeklinde toplamak; yığmak; bir nesneyi tepe şeklini alırcasına dökmek; bir şeyi çok ve bol vermek yahut ikram etmek.
döbölön- mut. döbölö-den.
döböö = döbö.
döböt büyümüş erkek köpek; erkek kurt.
dödöy budala; beceriksiz, sünepe.
dödöylük budalalık; becereksizlik.
dögdür I, tepecik. II, kon. = doktor.
dögöçü (destan’da) bir bitkinin adıdır.
dögürsü- kibirlenmek; caka satmak; gururlanmak; farfaralık etmek, övünmek.
dögürsüü farfaralık; gururlanma; caka satma.
dömör bataklıkta kararmış tümsek.
dömpögöy kalkık; hafifçe çıkık duran.
dömpöy- hafifçe kalkık durmak (tümsek şeklinde):
dömpöyt- et. dömpöy-den.
dömpöytüü işs. döüpöy-den.
döñ tepe; yüksek yer.
döñgöç = dönköç.
döñgölö (tekerlek gibi) yuvarlanmak.
döñgölök tekerlek.
döñgölön = döñgölö-.
döñgölöt- (tekerlek gibi) yuvarlatmak.
döñgölötüü işs. döñgölöt-’ten.
döñgül döñgür, tepecik, tümsek.
döñköç kütük; balta kötör güçö, döñköç dem alat ats.: baltayı kaldırıncaya kadar kütük dinlenir.
döñkölök = döngkölök.
döö I, f. dev; son derece iri insan; döö şaalar bk. şaalar. II, işs. de-den.
döödürö- dırlanmak (can sıkacak bir tarzda bir tarzda ve durmadan konuşan kimse hakkında).
döödüröt- et. döödürö-den.
döökör cesûr; atılgan; döökör bakşı bk. baskı.
döökürsü- = dögürsü-.
döölöt a. 1. servet; devlet; çıkan menet, kirgen döölöt ats. her çıkan şey (ki ondan mahrum oluyorsun) azaptır; her giren, gelen şey- devletir; döölöt küt-: zengin olmak; 2. devlet; ulu döölöt şovinizmi: büyük devlet şovenliği.
döölöttüü zengin.
döölük döö I’den mücerret isim.
döömöt a. nöbet; sıra; döömöt kütöt: sıra bekliyor; al döömöt kütüp kalıptır: caka sattı, kuruldu.
döömötçü nöbetçi.
dööperes = dööpörös.
dööpörös f. saf; bön (saflığı yüzünden hakikatı söyleyim derken gaf yapan).
döörö- saçmalanmak; sayıklamak.
döörök 1. geveze; boş boğaz; 2. gevezelik.
döörüt- et. döörü-den.
döörüü işs. döörü-’den.
dööt a. hokka, divit; dööt-kalem: hokka ve kalem.
döötü I = dööt. II, es. (zanaatlar hâmisi sayılan Davut has isminden alınmıştır) zanaat sahibine verilen ücret; döötünün coluna emne alıp kelesiñ:iş hakkı olarak ne getireceksin! (esnafın müşterisine nezaketle sorduğu sual).
döp dö ile başlayan sözlere takviye için katılır; döp-döñkölök: yüs-yuvarlak.
dördögöy = dördök; erdi dördögöy: kalın dudaklı.
dördök kabarık; kalın (dudak hakkında).
dördöy- kabarmak; şişmek.
dörö f. kamçı, kırbaç (cezalandırmak için).
döröölö- kamçı ile cezalandırmak.
döröölöt- et. döröölö-den.
döşü örs.
drama r. ed. dram.
dramaturg r. dram yazan.
duba a. 1. dua; dubası konboy kaldı: duası kabul edilmeden kaldı, dubay salam: mektup; 2. kese; keseye dikilen dua: muska.
dubakan a-f. es. sahta tabip; üfürükçü.
dubal f. duvar; çit.
dubala- 1. dua ile tazarru etmek, yakarmak; 2. dua okuyup üfürmek (diyelim, deva olmak üzere, suyu üfürmek).
dubalat- et. dubala-dan.
dubaluu dualı.
duban tar. kaza; sancak; bölge (inkılâptan önceki ıslahattır);karakol dubanı: 1) karakol kazası; 2) karakol kazasının kırgız ahalisi; bir duban erge dañkı çıkkan: ünü bütün bir kazaya yayılmış.
ducna r. kon. düzine; cartı ducna piyba: yarım düzine bira.
ducurke = tucurke.
duçar = duuçar.
duduk ; dilsiz; dülöy-duduk bk. dülöy.
duğa = duba.
duğduy- (iriyarı adam hakkında) somurtmak, surat asmak; duğduyup unçukpay olturdu: o (iriyarı adam) suratını asarak konuşmadan oturdu.
duh r. ruh; duh kötör-: maneviyatını yükseltmek, neşelendirmek.
duhoboy r. duhovoy orkestr: üflemek suretiyle çalınan aletlerden teşekkül eden orkestra.
duka deke sözünün tekidir.
dukaba f. kadife.
dulay 1. keçeden yahut koyun derisinden yapılmış olan kış ayakkabısı; 2. alıcı kuşun ayaklarında kösteklerin yaptığı şiş.
duldak daldak sözünün tekidir.
duluguy geniş yüzlü (suratlı) ve muzlim çehreli ablak ve suratsız.
duluy- 1. (başlıca, geniş suratlı kimse hakkında) somurtmak; surat asmak; unçuk pay ğana duyulup oltura berüçü: o, adeti olduğu üzere, somurtarak oturuyor ve susuyordu; 2. direnmek, inat etmek.
dum : em-dum: her nevi tedavi usulleri ve muhtelif emler, ilaçlar.
duma r. tar. meclis; memelekettik duma: devlet duması (eski Rus parlementosu).
dumana = dubana; dumananın asasınday silkilde: divanenin asası gibi silkinmek; keçi kuyruğu gibi titremek.
dumba r. 1. tabure: arkası ve dayangaçları bulunmayan yüksek iskemle; 2. araziyi ayıran sınarlara dikilen alâmet.
dumbaloo işs. dumbala-dan; köz dumbaloo; göz boyamak; igfal, aldatma.
dumbul sarı asma kuşu.
dumuk- havasızlıktan, nefes darlığından muzdarip olmak; iç sıkılmak.
dumuktur- boğmak; abadumukturup turat: hava sıkıntılıdır.
duñ dañ sözününün tekidir.
duñçu çin. dilmaç, tercüman.
duñda- bir işi gizlice, sezdirmeden yapmak; arı-beri duñdap ele cok kıldı: gizlice hepsini harcadı.
duñğan : ala duñğan yahut duñğa: küçük saksağan (bazı dağ florcinleri de böyle tesmiye edilir).
duruçma r. kon. «drujina» : milis, asker, müfreze, muhafız takımı.
durus f. dürüst, doğru; münasip; işe yarayan; kaideye uygun olan.
durusta- düzeltmek; tashih etmek; yoluna koymak; durustap: gereği gibi, iyice.
durustal- mut. durusta-dan.
durustoo yoklama; düzletme.
durustuk doğruluk, dürüstlük.
duşar = duuçar.
duşman f. düşman; el düşmanı: halk düşmanı.
duşmançılık = duşmandık.
duşmandaş- düşmanlık etmek.
duşmandık düşmanlık; husumet.
duu gürültü; patırtı; şamata; duu dep: gürültü ile gürültülüce; el duu külüp ciberdi: halk kahkahayı koyuverdi; kalıñ duu: şiddetli gümbürtü; uu-duu; şiddetli gürültü; gürültüyle karışık intizamsızlık.
duuçar f. karşılaşan; rast gelen; çarpan; balağa duçar bol-: belâya duçar olmak, çatmak; okko duuçar bol-: kurşuna rastlamak.
duula- 1. gürültü yapmak; uğuldamak; 2. mec. meşhur olmak; 3. çok mebzul olmak.
duulan- gürültü etmek; uğuldamak.
duulda- patırtı yapmak; uğuldamak; yaygarayı basmak; çok canlı konuşmak; ot duuldap küydü: ateş büyük alevle yandı; duuldap mas boluştu: adam akıllı sarhoş oldular.
duuldaş- müş. duulda –dan.
duuldat- et. duulda-dan; Sotsialistik meldeşti duuldatalı! ; susyalist yarışı daha geniş inkişaf ettirelim! ; kalemperdi aşka salıp içkende oozdu duuldatat: yemeğe kırmızı biber konup yenirse, ağzı fena surette yakıyor.
duutar f. dutar (bir musiki aleti).
duvay = dubay (bk. duba).
dübür = dabır.
dübürö- ayak patırdısı, araba gürültüsü çıkmak.
dübüröt- ayak patırtısı, gürültü takırtı çıkarmak.
dübürt- = dabırt-; attıñ dübürtü: atın ayak patırtısı.
dücürnay r. «dejurnıy» : nöbetçi.
düğdüñdö- kuvvetli ve gayretli olmak; yorulmak bilmemek.
dügdüy- çıkık ve kocaman görünüşte bulunmak; kanburlaşıp durmak (diyelim, atın sağlam boynu hakkında); moynu düğdüygön at: sağlam ve pek boyunlu at; dügdüygön cigit: sağlam delikanlı; dügdüygön kalıñ kol: hesapsız asker.
dükört f. bıyık ve tırnak kesmek için kullanılan küçük makas.
düküldö- 1. çarpmak (korkudan kalp hakkında); cürögün dülüldöp turat: kalbim şiddetli çarpıyor; ben pek korkuyorum; 2. emreder gibi bir eda ile konuşmak.
düküldöt- et. düküldö-den.
düküy- 1. kabarmak; şişmek; çıkık durmak (tümsek hakkında); 2. sık ve karanlık olmak (bulut, orman, bahçe hakkında); dükügön bak: ağaçları sık bahçe; düküygön ak bulut: koyu bulut.
düküyt- et. düküy-den.
düküyüü işs. düküy-den.
dülöy 1. sağır; dülöy-dudak: sağır-dilsiz; dülüygö salam berseñ, «atandıñ başı» deyt ats.: sağıra selâm verirsen, o seni sövmeye başlar; eti dülöy: kalın derili (ağrıya hessâs olmıyan); 2. kulak kiri; 3. güya hayvanların yüreğinde peyda olan küçük artık etler (lâymi zaidler (bu gibi etlerin bulunmaması bir koşu atı için iyi nişane imiş); tuyagında tura cok, cürögöndö dülöy cok folk.: tırnağında kemik yok (bk. tura 1), yüreğinde artık et yok; 4. alay- dülöy 1) tipi; 2) karışıklık; alt-üst olan durum; alay-dülöy boroşo soktu: tipi çevrinti yaptı; alay-dülöy boroon bolup turat: şiddetli tipi, kasırga vardır; 5. cer dülöy (yahut sadece dülöy): kurt mantarı (içi tozla donmul olan bir nevi mantar).
düm I, f. kuyruk; mıltıktın dümü: tüfek dipçiği. II, korkunç; azametli görünüş (manzara); azamet; dümünön ele adam korkut: yalnız görünüşü bile insanı korkutuyor.
dümbö f. harbi ucu.
dümbölö- silahı doldurmak.
dümbül f. olmamış (meyvalar ve taneler hakkında).
dümbürçök kon. makpuz; makpuzun koçanı.
dümök göz dağı; tehdit; felâket; dagdagalı durum; ağa bir dümök körsötöyün (yahut salayın): ben onu bir parça korkutayım: ben ona göstereyim! ; Talastağı çoñ dümök kan Manaska kaçılba folk.: beni Talas’taki korkunç Manas’ın yanına sürme, koğma! ; dümögön tarttım: onun yüzünden çektim (zahmete katlandım).
dümöktüü 1. müthiş; korkunç; 2. sakin olmıyan; dümöktüü üy: rahatsız ev (içinde kavga çok olan ev); dümöktüü kabar: endişeli haberler.
dümp ses teklidi: onomatopée: düp dey tüştü: pat diye düştü.
dümpüldö- boğuk ses çıkarmak.
dümpüldök «kurt ve koyun» oyunu.
dümpüldöt- 1. boğuk ses çıkarmak; 2. dövmek; pataklamak.
dümpüy- tümsek şeklinde çıkmak, kanbur kumbur olmak; dümpüygön kalıñ kol catat: yığılarak, hesapsız asker yatıyor.
dümpüyt- et. dümpüy-den.
dümür yanmış kütük; ağaçın çürümüş ve kararmış kökleri; pek siyah; kap-kara.
dümürçök küçük kök.
dümüröñdö- = dümüröy.
dümüröy- kara görünüşte bulunmak; kararmak; dümüröygön kara kişi: kap- kara adam (ve şişman) adam; tüp-tüp çiy dümüröyüp körünöt: çiğ sazı topu kararıp görünüyor.
düñ 1. marufiyet; şöhret; anıñ düñü çoñ (yahut kıyın): onun büyük şöhreti vardır; el düñ (yahut düü) kılıp alğan: ahali arasında büyük şöhret kazanmış: düñü çıkan tanınmış, şöhret kazanmış; erge düñ boldu; şöhret kazandı; halk arasında tanındı; 2. toptan; gayri safi; düñ sooda: toptan ticaret; düñ tüşüm: gayrisafi (katışık) hasılât; topyekûn istihsal; düñ baa: gayri safi kıymet; toptan fiat.
düñgö (ayrı-ayrı çiy’in kökü olmayıp) çiy sazı yığının tümsek teşkil eden kökleri.
düñgüröt- et. düñgürö-den; kolhoz örüşünö cılkını düñgüröttü: kolhoz kendi otlaklarına hesapsız çok hergele (at sürüsü) sürdü; delegattar zaldı düñgürötüp kolçalışıp, uralar kıykırıştı: murahhaslar şiddetli alkışlar ve «ura!» sesleri ile salonu gürlettiler.
düñk pat!; bat elge düñk dey tüştü: (bu) bütün halk arasına sür’atla yayıldı.
düñküldö- 1. boğuk ve kesik ses çıkarmak (diyelim, davul hakkında); atağı dünüyö cüzündö dün düñküldöy baştağan: şöhreti bütün dünyaya yayılmaya başladı; 2. (haber hakkında): her tarafa yayılmak.
düñküldöt- 1. boğuk ve kesik-kesik sesler çıkmasını mucip olmak (diyelim, davula vurarak); 2. (haberi) büyük bir özenle yaymak, herkese duydurmak; ar kim bul ayañdı dañaza kötörüp, ayıl arasına düñküldötö berişti: bu haberi, heyecan uyandırıcı olmak üzere, bütün ayıla yaydılar.
düñküy- kocaman, şişman, ağır olmak; çoçko sınduu düñküygön: domuz gibi şişman.
dünüyö = düynö.
dünüyölük = düynölük.
düp : düp-düp: sert bir şey üzerine şiddetli vurmayı yahut tüfekten ateş etme sesini taklittir; cörögü düp-düp etti: kalbi gayet şiddetli çarptı; mıltık ünü düp dey tüştü: tüfekten ateş etme sesi havayı sarstı.
düpö : düpö- düpö cötöl-: kesik-kesik ve yüksek sesle öksürmek.
düpüldö- şiddetli çarpmak (kalp hakkında); cürögö düpüldöyt: kalbi sık-sık ve şiddetli çarpıyor (heyecandan).
düpüldök çarpma, heyecan (kalp hakkında); titrek ; cürök düpüldögün küçötöt: kalp çarpması gittikçe kuvvetleniyor.
dür I(taklitlik sözdür): koy dür dey tüştü: koyunlar ürktüler ve hep birden kütle halinde bir yana atıldılar; ot dür dep küydü: ateş tutuşup alevlendi; cürögü dür dey tüştü: kalbi yerinden fırladı; dür et-: kütle halinde biryana atılmak, saldırmak. II: dür- düynö: türlü-türlü eşya; kooperativde dür-düynönün baarı bar: kooperatifte canın ne isterse o var; dür- düynö tamaktı caynaptı saldı: her türlü yemekleri sundu.
dürbö- şaşkınlığa kapılmak; korkarak ve acele kaçmak; telâş etmek (halk yığını hakkında).
dürkürö- 1. titremek; 2. gürültü yapmak (kalabalık halk hakkında); dürkürögön kıykırık: türlü türlü kafalardan çıkan yüksek ses; 3. geniş şöhrete malik olmak; muvaffak olmak; dürküröp öskön tört tülük: alabildiğine büyüyen ve çoğalan hayvan; dürküröğön temter: gürültülü (alabildiğine yürüyen) hızlar, tempolar.
dürküröt- et. dürkürö-den.
dürmöt tüfeğin yemi, doldurma; kuru dürmöt: mermisiz yemleme; mıltıktın dürmötü bar: tüfeğin yemi var (doludur).
dürt (patlama için takliklik sözdür): dürt etme zattır: patlayıcı maddeler.
dürüldö- = dürkürö; bütkön boyum dürüldöyt: korkudan bütün vucudum ürperdi; ot dürüldöp küyöt: ateş çatırdayıp, büyük alevle, yanıyor; koy dürüldöp ürktü: koyunlar ürkerek bir yana atıldılar.
dürüldöş- müş. dürüldö-den.
dürüldöt- et. dürüldö-den; mına dürüldötüp biz da cettik: işte, biz de yetiştik.
dürüyö f. birnevi ipekli kumaş; dürüyö köynök: ipek elbise.
düü = düñ.
düüldö- = duulda.
düülük- köpürmek: kudurmak; şiddetli galeyan izhar eylemek; etim düülügüp çıktı: bütün vücudum kaşınıyor, gidişiyor.
düülültür- et. düülük-ten.
düynö a. 1. dünya (âlem); 2. servet; düynösü tügöl: 1) refahın yüksek derecesinde; 2) hiçbir eksikliği yok; dür-düynö bk. dür II; 3. define; hazne; düynö taptı: define buldu; başına devlet kuşu kondu.
düynökor a-f. dünya malü mülküne haris olan.
düynölük dünyalık; alemşümul; düynölük rekor: dünya rekoru; calpı düynölük: cihanşümul.
düyşembi f. duşenbe: pazartesi.
düyüm muhtelif; her türlü; herneviden; düyüm darı: muhtelif ilâçların halitası.
e I, yahut ce (genizden söylenir): e! ; haydi! ; ya; haniya? , bakalım, nasıl? ; ee, emne kılıp catasıñ?: e, ne yapıyorsun bakalım! II, hey! bana bak-; ah! ay!
e- III, gayri kiyasî ve noksan bir yardımcı fiil: imek; bar edi: var idi; vardı; bar eken: var imiş, varmış; emegende = emey, bk. eken, ele II, emen II, emes.
ebak k-a. çoktan; artık çoktan; ebaktan: çok zamandan beri.
ebakı çoktanki; eski; çoktan olup biten; ebakı ötkön kün: çoktan geçmiş günler.
ebakkı = ebakı.
ebegeysiz pek; gayet; aşırı; ebegeysiz çoñ: aşırı büyük; kocaman.
ebelek 1. çakarken, çivi tepesinin altına konulan astar; 2. perçin çivisi; başınan çığıp ketet dep, tört kırdağan bolotton koş ebelek urdurğan folk.: balta (sapından) kurtulmasın diye dört kenarlı çelikten çift perçin çivisi çaktırdı; 3. Cerato carpus arinarus otu; ebelektey eme ğo, ırğıtıp taştabaysıñbı? Cerato carpus aranarius gibi (hafif)dir; onu kaldırıp atamazsınız?
ebelekte- yalnız kanatlarının uçlarını kımıldatarak, havada donakalmak (avı üzerindeki çaylak yahut tarirakuşu hakkında).
ebep (krş. ibep): ar ebeptin sebebi bar: her hastalığın bir sebebi vardır.
ece I, 1. büyük kız kardeş: abla; ece kiygendi siñdi kiyet ats.: ablanın giydiğini küçük kız kardeş de giyer; 2. es. yaşça genç olan karıya nisbeten yaşça büyük olan karı (zevce). II, a. gram. hece.
ecel = ezel; ecelden beri: ezelden beri, eskiden beri.
ecele- hecelemek: heceleyerek zorla okumak.
ecelet- heceleyerek zorla okutmak.
ecelettir- et. ecelet-ten.
ecelki = ezelki.
ecigey bir çeşit peynir; eçigeydey: eçigey gibi: pek sarı; sap-sarı.
eç f. hiç; eç kim: hiç kimse;hiçbir şey; eç ubak yahut eç kaçan: hiçbir zaman; eç kayda: hiçbir yerde; eç kanday: hiçbir türlü; eçteke yahut eşteke, eçteme yahut eşteme, eçteñke yahut eşteñke, eçtemke yahut eştemke, eçdeme: hiçbir şey; eç eçteke: büsbütün hiçbir şey; eçteke emes: hiçbir şey değil; fevkalade bir şey yok; zarar yok; eçteñke menen işing cok: hiçbir şeyle ilişiğin yok, hiçbir şeyi merak etmiyorsun.
eçak = ebak.
eçakı = ebakı.
eçdeme bk. eç; eçdeme cok: hiçbir şey yok.
eçe kaç; eçedesiñ?: kaç yaşındasın.
eçek (Rad.) şerir; kötü; işe yaramaz.
eçen 1. nekadar; 2. birkaç; çok; eçen colu: birkaç defa; çok defa; eçen cılı: birkaç sene; çok yıllar.
eçendegen çoklar; pek çoklar.
eçkısa : eçkısa cok: hiçbir şey yok; hiçbir zarar yok; hiç!
eçki keçi; too eçki: dağ keçisi.
eçkir- hıçkırmak; acı acı sesler çıkarmak; eçkirip ıyla-: hıçkırarak ağlamak; derinden iç çekerek ağlamak; eçkirip kül-: ca’lî bir tavırla ve yüksek sesle çok gülmek.
eçöö kaç (tane, baş, kişi).
eçteke bk. eç; eçteke cok: hiçbir şey yok; eçteke emes: zararsız; şöyle-böyle; ayrıca bir şey yok; hiç!
eçteme bk. eç; tok bala eçtemeni oyloboyt ats.: karnı tok çocuk hiçbir şey düşünmez.
ede (Rad., V ve Fergâneli Noygut- Kıpçaklarında) = ele II; kanday ittiñ kuş edeñ! kanday ittiñ at edeñ- (Rad., V) folk.: ey kuş hangi köpeğin idin sen; ey at, hangi köpeğin idin sen!
edil : ak edil (başlıca, sağmal hayvan hakkında) yavaş, sâkin; ak edil koy: yavaş, ve memesi yumuşak (sağarken sütünü kolay veren) koyun.
edirekey kabarık ve hafifçe kıvrılmış olan burun kanatlarına malik olan.
edirey- 1. kabarık ve hafifçe kıvrılmış burun kanatlarına malik olmak; 2. burun kanatlarını kabartarak, azametle bakmak.
edireyt- et. edirey-den; oopazının murdun edireyte tarttı: öküzünü öyle bir çekti, ki burun kanatları tersine döndü.
ee I1. sahip; ee bol-sahip çıkmak; tehnikağa ee bol-: tekniğe hakim olmak; 2. Tanrı; 3. gram fail: sujet; ee bağınıñkı: cümle içindeki ulaşma sujet. II, caa berbey ile birlikte: ee-caa berbey: hiçbir tesir altında kalmadan; ee-caa berbey ıylayt: kimseyi dinlemeden boyuna ağlıyor. III, 1. memnuniyetsizlik ve can sıkıntısı ifade eden nida: ee, hetpak! e-eh betbaht (uğursuz)! 2. mânayi kuvvetlendirmek için kullanılan nida; aldıng-ee! aldın ha! IV, bk. e I.
eeçi = eerçi.
eeçiş- = eerçiş; karkıraday eeçişip: turnalar gibi, dizi halinde giderek.
eeçit- = eerçit-.
eek 1. çene; ak eek: aksakallı; ihtiyar; kızıl eek: dişsiz; tursuluk; eegi tüşkön (insan hakkında): çenesi sarkık, ihtiyar; kuvvetten düşmüş ihtiyar; kem eek: alt çenesi, alt dudağı öne doğru çıkık duran ve alt dişleri üst dişlerinin üzerine geçen adam; eegi eegine tiybey kıbırayt: «çenesi çenesine değmeden kımıldıyor»: boyuna çene çalıyor; eyegiñ bas!: çeneni kıs! sus! ; eek kübüröt-: mırıldanmak; eektiñ adlında: «çene altında»: çok yakın; burnunun dibinde; 2. alt dudak; eegin şalpıytıp: alt dudağını sarkıtarak (at hakkında).
eele- sahip olmak; işgal etmek; benimsemek; bul üydü men eelep aldım: bu odayı (evi) ben işgal ettim; ökmöt askerleri eelegen rayondor: hükümet askerlerinin işgal ettiği bölgeler.
eelen- şiddetle arzu etmek; kesin karar vermek; engellere bakmaksızın yerine getirmeye çabalamak; göz komak, göze kestirmek; okuymun dep eelenet: hiçbir şeye bakmadan oyumaya karar vermiş; atım eelenet: (itaatsızlık ederek) atım sanki beni fırlatmak isteyerek, ileri atılıyor.
eeliktir- et. elik- ten; oyu anı oozduksuz attay eelektirdi: fikri, onu gemsiz at gibi, aldı götürdü.
eelit- = eeliktir.
eelöö eelö sahip olma; temellük etme,
eelüü 1. sahibi olan; 2. gram. sujet’si bulunan cümle.
een ıssız; gayri meskûn; tenha; öksüz; een cer: ıssız, gayri meskûn arazi; een bol-: yalnız olmak; een oltur-: yalnız oturmak; anı een çakırıp çığıp: yalnız kendisini çağırıp çıkararak: gizlice çağırarak; koy een ketip bara catat: koyunlar bajımsız (çobansız) gidiyorlar; een-erkin caşağan el: bolluk içinde ve serbest yşayan halk; een kaldı: tek başına kaldı; üyü een kaldı: avi bakımsız kaldı: een baş: dik kafalı, söz dinlemiyen: hırçın; een baş bala: hırçın, haşarı çocuk.
eenbaştık kendi bildiğile, resen iş görmeklik, keyfî muamele.
eendet- tek başına bırakmak; tenha bir yere uzaklaştırmak; bizdiñ aldıbızda uğran cok, eendetip çıkkandın kiyin -kim bilsin: bizim önümüzde dövmedi, tenhayere götürdükten sonra ise, -kim bilir.
eer eyer; nambaş (nan+baş) yahut dambaş (dan+baş) eer: (geniş kaşlı) Kırğız eyeri; ak kañğı eer: (geniş kaşlı) Moğol eyeri; kuşbaş eer: (kaşı ikiye ayrılmış olan) Özbek eyeri; orus eer: Rus kazakları eyeri; erdin kabı: eyer örtüsü.
eerçi- birinin peşinden gitmek; takip eylemek;colooçunu eyerçip, it ölöt ats.: yolcunu peşinden giderek, köpek geberiyor (çünkü atlıya yetişemez ve gölgede dinlenemez ve s.).
eerçik küçük eyer: eyerçik.
eerçiş- dizi halinde biri-birini takip eylemek.
eerçişüü biri-birinin peşinden gitmek.
eerçit kendinin peşinden götürmek;takip etmeye icbaretmek.
eerde- eğerlemek.
eerdi bk. erin I.
eergül mil (mihver); menteşe.
eerin = erin I.
eersiz sahipsiz; eğersiz caydak: eyersiz; mec. fazla yük almaksızın.
egin 1. ekin; dan eginder 1) taneli ekinler; 2) hububat; egin aydoo: çift sürmek ve ekin ekmek; 2. hububat veren bitkiler; egin dayardoo: hububat tedariki.
egindik ekinlik, tarla.
egiz I, ikiz; çifte; çift; egiz tuuptur: ikiz doğurdu; egiz kara at: bir çift akra yağız at; egiz kozuday: “ikiz kuzu gibi”: iki su damlası gibi (biri-birine benziyorlar). II, yüksek, yüce.
egöö = ögöö.
egöölö- = ögöölö-
egöölöt- = egöölöt-.
egüü serpme (hububatı), ekme.
egüüsüz ekimsiz;egüüsüz talaa: ekin ekilmemiş bozkır, işlenmemiş tarla.
eh ! ah! vah!
ek- -1. ekmek;dikmek; 2. işlemek (sürmek); uşul cerdi men egem: bu yeri ben sürecek ve ekeceğim.
ekçe- çırpmak; elemek; seçmek; ekçep alğan: seçme; en iyi.
eçel- mut. ekçe- den;çöyçöktögü suu tögülböstön ekçelip kelet: kovadaki su çalkalanıyor, fakat dökülmüyor.
eken e-III’ten geçen zaman gerundifidir;kim ekenin açık ayta alasıñbı?: kim olduğunu açıkça söyleyebilir misin?; özüñdü künölüü ekenin dep bildiñbi?: kabahatlı olduğunu kabul ettin mi?; bul tuuraluu ak ekenimdi özü da toluk bilet: bu hususta benim suçsuz olduğumu kendisi de çok iyi biliyor; anın kim ekenin emi maalim boldu: onun kim olduğu şimdi malum oldu; şaarda ekende: şehirde iken; dağı bir neçe mektep açılsa eken: daha birkaç mektep açılırsaymış ne iyi olacaktı; aytsañar eken: söylese idiniz,iyi olacaktı; oozuña kelgendi süylöy beret ekensiñ: aklına ne gelirse, onu söylüyormuşun; men özüm menen birge eç nerse albağan ekenmin: kendimle hiç bir şey almamış imişim; ölöt eken, uşunda ölöt: ölecekse burada ölür; itke temirdin barkı emne eken?: köpek için demirin ne kıymeti olsun?.
ekendik eken’den mücerret isimdir; kayda ekendiginin dayını cok:nerede bulunduğu belli değil.
eki iki; sözün ekî kılbayt: iki türlü söz söylemez; sözünün eridir; eki-ekiden: ikişer-ikişer;ekinin biri: 1) ikisinden biri, 2) en iyisi, ileri gelen; eki bolboysuñ yahut düynödö eki bolboysuñ: dünyada iyilik görmeyeceksin.
ekipaj r. mürettebat; samolyottun ekipaji: tayyarenin mürettebatı.
ekonomika r. iktisat; iktisadiyat.
eköö iki tane; ikisi birlikte; sen ekööbüz: sen ve ben ikimiz.
ekspeditsiya r. seferî heyet: expédition.
eksploatator r. işletici, istismar edici.
eksploatatsiya r. işletme, istismar.
eksploatatsiyala- işletmek, istismar etmek.
eksploatatsiyalan- işletilmek, istismar edilmek.
eksploatatsiyalanuu işs. eksploatatsiyalan-dan.
ektir- et. ek-den.
el 1. kabile ittihadı; soy; kabile; halk, millet; el kayda köçöt: hanım böceği: Coccinellidae; elicer: vatan; öz ülke; öz halk; el komissarı: halk komiseri (Vekil); el komissariyatı: Halk komiserliği (Vekâlet); el biyleri es.: mahkemelerde jüri heyeti; 2. soydaş (aynı kabile ittihadına, dahil olan); 3. sivil: ahali (örnekler bk. coola ve elde); 4. memleket; devlet; çet el: yabancı millet; yabancı ülke; sınır dışı; çet elderde: yabancı memleketlerde; sınır dışında.
elçabar Ruslar’ın «patlayan zincirler» oyununu andıran bir nevi çocuk oyunu.
elçi 1. sefir; elçi; haberci; 2. kendi kabilesini, kendi soyunu-sopunu seven; 3. es. halkçı.
elçikana k-f. elçilik, sefarethane.
elçile- başkalarını taklit etmek; başkaları gibi yapmak; elçilep kiyim kiygen ceri cok: başkaları gibi giyindiği yoktur (daha fena, daha fakir giyiniyor).
elde- 1. sakin ehaliden 2. sakin ahaliden gibi kabul etmek; el deseñ, eldep alamın, coo deseñ, coolap alamın folk.: barışlık niyetlerle geldin isen, seni sakin ahaliden gibi kabul edeceğim; düşmanca fikirlerle geldin isen, düşman gibi kabul edeceğim; 3. halk arasında yaşamak; çooçun cerdi cerdedim, çooçum eldi eldedim folk.: yabancı yerde oturdum, yabancı millet içinde yaşadım.
eldeş I, soydaş; yurttaş. II, 1. barışmak; uzlaşmak; 2. (oyun esnasında) kura çekmek.
eldeştir- barıştırmak; uzlaştırmak.
eldeştirüü 1. barıştırma; 2. (oyun sırasında) kura çekme.
eldeşüü işs. eldeş- II den.
eldik I: calpı eldik: bütün halka şümülü olan. II, (karş. sendik): halkçı: halk taraftarı; eldik bolup catkansıyt: halk taraftarlığı taslıyor.
eldüü meskûn; eldüü cer: meskûn mahal; eldüü cerde elek bar: ats.: insanların bulunduğu yerde elek de bulunur.
ele I, bir ektir, ki cümlenin manasını tahdit etmek veya ona katiyet vermek için kullanılır; sık-sık tekrar edildiğinde ise, manasını büsbütün kaybeder; tokuz ele kün kaldı: yalnız dokuz gün kaldı: ötkön ele cılı: daha geçen sene; men elemin: evet, bu benim; süylöt elekte ele küldük: o daha söylemeye başlamamışken, biz gülmeye başladık; özüm ele baram: ben yalnız gideceğim; kelip ele kayta bar: gel de hemen git (burada fazla kalmayacaksın); at bolboso, cöö ele ele baralı: at olmazsa, yaya gidelim; aytkanıñday ele bolsun: haydi senin dediğin gibi olsun; alıp kelgeniñ uşul elebi?: getirdiğinin hepsi bundan ibaret midir? ; dayım ele uşunday: daima böyledir; kol kabuş kıla koysuñçu, deseñ «al ele, bul ele» deşet: sen onlardan yardım istiyorsun, onlar ise hep bundan kaçınıyorlar; sadalı ile biten sözden sonra gelirse, önce gelen sözün sadalısı düşüyor: oñoy bele (bı + ele)?: kolay mı dersin? ; men aytpadım bele!: söylemedim mi!
ele- II, (karş. e III) olmak manasına gelen yardımcı fiildir; saitle biten sözden sonra ele I (bk.) de olan hali burada da görürüz; kıştıñ künü ele: kış idi; kışın olmuştu; tün ele: gece idi; özüñ kayda turgan eleñ?: (o zaman) sen kendin nerede yaşıyordun? ; al kezde men çaş elem: o sırada ben gençtim; murun da bilet elem: evelce de biliyordum; biz kim elek, kim bolduk!: biz kim idik, şimdi kim olduk! r-li, s-li gerundif ile birlikte conjonetif ekil yapar: berer beleñ (bi + eleñ) yahut beret beleñ: verir mi idin? ; uşunday bolor belem- yahut uşunday bolot belem?: böyle olur mu idim? ; eç bir manisi bolbos ele: (bunda) hiçbir mana olmazdı; ğay-lı fiille birlikte dilek ifade ettiği gibi, fiil menfi şekilde olduğu zaman korku-şüphe ifade eder: kelgey ele: gelse idi, iyi olacaktı; bugün boroon bolboğoy ele: korkarım ki bugün bora olmasın. III, 1. elemek (kalburla, elekle); 2. çikit (bk.) oyunu sırasında küçük değneği büyük değnekle vurup defetmek. IV, farkına varmak; dikkat etmek; tepkimek (aksülâmelde bulunmak); elebeptir: hiç aldırmadı.
eleçek f. evli kadının sarığı; tokol eleçek: aynı sarıktır, ancak bu, daha alçak olur; kaz eleçek: kocaman hacimdeki sarık; kiymeleçek (kiyme + eleçek): Kazah kadınlarının başına giydikleri şey.
elek I, elek: kıldan yapılan elek; cez elek yahut torko elek: tel elek; süzgü elek: süzgeç; çıpka elek bk. çıpka; etegi elek, ceñi celek: yırtık pırtık giyim hakkında; harf.: eteği elek, kolları bayraktır, eteği elek, ceñi celek bolup iştedi: durmadan-dinlenmeden ve büyük şevkle çalıştı. II, «şimdilik henüz…» manasına gelen ve fiile menfi mana veren bir ektir; yalnız esas fiilin hal zaman gerundifi ile birlikte kullanılır: kelelek (kele + elek): henüz gelmedi; körölökmün (körö + elek + min): daha görmedim; çay içeleğinde keldim: ben onun henüz çay içmediği anda geldim; caan caaleginde (caay eleginde) barıñar: henüz yağmur yağmamışken gidiniz; Lenindiñ carıya kılına elek katı: Leninin henüz neşredilmemiş olan mektubu; karıy elek: o daha kocamamış; körö elekter: henüz görmemiş olanlar; bk. ele.
elekten- ufak pürüzlerele örtülmek; köl üstü elektendi: gülün yüzü ufak pürüzlerle örtüldü; köz aldı ımırcımır bolup elektene tüştü: göz önü kararır gibi oldu.
elektr elektir, r. elektrik; elektriğe ait.
elektrleş- elektiriklenmek: memlekette elektrik tesisatı yayılmak.
elektrleştirüü elektrikleştirme: memlekette elektrik tesisatını yayma.
elektron r. elektiron.
element r. eleman: unsur; cat element sis. yabancı unsur.
elementardık iptidaî ilkel, basit.
elen- elekten geçirilmek, elenmek.
eleñ dikkat; köp eleñ da kıybayt: ayrıca dikkat etmiyor; ona vız gelir; ehemmiyet vermiyor; eleñ-eleñ et- yahut eleñ-bulañ et-: korka korka etrafa, bakınmak eleñ-eleñ etip, kılçaktap art cağın karayt: kuşkulanarak arkasına bakınıyor.
eleñdet et. eleñde-den; at kulağın eleñdetet, bir deme körüp turat ko: at kulaklarını kımıldatıyor: bir şey görüyor, galiba.
elep : elep-celep bol-: heyecan içinde bulunmak, sabırsızlıkla beklemek; cürögü elep-celep bolup alıp uçup toktolbodu: kalbi endişe ile çarptı ve o, sükûnet bulamadı.
eles silüet; vazıh olmayan çizgiler; hayalet; timsal (image); eles-bulas közümö körünö tüştü: bana bir lahza için hayalmeyal gözüktü; eles-bulas bilem: hayalmeyal hatırlıyorum; elesi çok elder: çok uzaklarda bulunan halklar; kağeles (kak + eles) yazıfça (insan hakkında).
eletse- hayalmeyal görünmek; tahayyül edilmek; közüñö elestey kalat: gözünün önüne geliyor (hatırlanıyor); tün içinde attın elesteginen kişinin kele catkanın bilgen: karanlıkta atın silüetinden bir adamın gelmekte olduğunun farkına varıyordu.
elestel- mut. eletse-den.
elestet- et. eletse-den; köz aldıma elestettin: hayalmeyal göz önüme getirdim: köz adlına kelecek künün elestetti: geleceğini göz önüne getirdi; al kündördü tüşümdöy elesteten: o günleri bir rûya gibi hatırlıyorum.
elestetüü işs. elestet-ten.
elestöö işs. eletse-den.
elet I, (karş. Moğol. ölöt): göçebe ahali (oturak ahaliye karşı konuluyor); eleten kelgen: ucra meleketten gelmiş. II, hayvanlara tevci edilen sövme sözüdür ( = ölöt); kayda kurgur ketti elem elet!: nerede battı bu geberesi!
elet- III, 1. elekten geçirtmek: eletmek; 2. (hastalanmış eti, sarkıtıp tutarak) ufak doğramak.
eletçi step, bozkır adamı.
elettik kır adamına, göçebeye taalluk eden her şey; «sahraîlik»; taşralık.
elevator r. silo.
elge- = ele-III.
elgek = elek I.
eli parmak genişliği (uzunluk ölçüsü); eki eli: iki parmak genişliği; anın kiri bir eli: üzerindeki kir bir parmak kalınlığındadır; kazısı üç eli çığıttır: (tabakanın kalınlığı hakkında) karın yağı üç parmak kalınlığındaymış.
elik karaca: Capreolus; öödökaçkan elik murundañan: ucu yukarıya doğru kalkık duran burunlu.
elikme hırs.
elikte- maskaralık yapmak (başlıca dudaklar ile); yüzü ekşitmak, buruşturmak; birisini kızdırmak maksadı ile taklidini yapmak.
eliktet- et. elikte-den.
eliktöö birini takipm etme; taklit eyleme, birini kızdırmak için yüzünden buruşukluklar uyapmak.
elir 1. kuvvet, enerji toplamak; 2. şiddetli temayüle malik olmak; 3. heyecana gelmek; taşkınlık etmek: kudurmak; cin tiygendey elirip: cin çarpmış gibi kudurarak 4. somnambulisme (uykuda dolaşma) hastalığından muztarip olmak; daha ör. bk. elirme.
elirme somnambulisme; elirmesi bar, tün içinde elirip ketet: somnambulisme’den muztariptir, geceleyin uykuda dolaşıyor.
elkin I, tek; eşi olmayan; bakiye kalan; sen elkinsin (çocuk oyunları): sen ebesin, senin tekin yoktur; elkin tooğa men çıksam, el karaanı körün böyt folk.: tek başına duran dağa çıkarsam, -insan hayaleti bile görünmez. II, kuşkurtulmuş; heyecana tutulmuş.
elkindik yalnızlık.
elöö işs. ele-III-’ten.
elöölü göze çarpan; gözüken; dikkati çeken; dikkate değer.
elöörü- büyük i,lgi göstermek; aşırı temayül göstermek.
elöösüz 1. sezilmeksizin; kün battı, elöösüz tün cattı: güneş battı; sezinmeden gece bastı; 2. dikkatsizce; kayıtsızca; ehemmiyet vermeksizin; elöösüz ötüp kettim: ehemmiyet vermeden dikkat etmeksizin geçip gittim; 3. bakımsız.
eme ı(rad.), kocakarı. ıı = neme; bir eme: bir nesne; bir şey.emegende (e ıı + me + gen + de ) = emey; kiçine emegende. çoñ turabı?- : elbette küçük, yoksa büyük mü olacak?
emen ı, meşe. ıı = emes (fakat yalnız 1 - nci şahıs için) alğan emen: almış değilim.
emerek - ev eşyası.
emes . ( e ıı + me + s ) değil (isimlerin nefyi için kullanı1ır); al emes: o değil; çakşı emes; iyi değil; toğuz cıldan kem emes: dokuz seneden eksik değil; emes bolso kerek: öyle değil olsa gerektir; ceke ğana bul emes: yalnız bu değil; kişi emes kişi söz emes sözdü süylöyt ats. : adam olmamış adam uygunsuz söz söyler.
emese (e ıı + me + se) eğer öyle ise; o takdirde; meğer öyle imiş; aksi takdirde.
emestik emes - ten mücerret isimdir; teñ emestik: denk değillik, müsavisizlik.
emey (e ıı + me + y): eğer değilse; sen emey, kim ele? : sen değilsen, kim olacak? (muhakkak sen); meniki emey kimidiki? : benimki değil de, kimin ki olacak? (asıl benimkidir).
emgek 1. imik. bıngıldak; (yeni doğan çocukların kafasının yumuşak olan yeri); 2. emek; koşumça emgek: ulama emek; mildettüü emgek: iş mükellefiyeti; emgek singen: emektar; emgek singen artist: yahut emgek siñirgen artist:
emekli artist.
emgekçi emekçi; çalışan.
emekçil emeksever; çalışkan.
emgekte- emeklemek (çocucuk hakkında); dört ayak yürümek; bala emgektep kaldı: çocuk emeklemeye başladı (muayyen bir yaşa geldi); emgektegen çaşım bar: küçük çocuklarım var.
emgekteş- emekdaş; iş ortağı. emgekteştik, emekdaşlık.
emgektüü çok mahrumiyetlere katlanan.
emgi = emki; emgiçe yahut emgiçekti 1) şimdiye kadar; bu zamana değin 2) şimdi artık.; emgiçekti okumuştuu azamat bolor ele: şimdi o artık okumuş bir delikanlı olurdu.
emgiçe emgiçekti. bk. emgi.
emi 1. şimdi; şu zamanda; emgiçeşimdiye kadar; bu zanıana değin; 2. ondan sonra; emi dağı emine kerek? : şimdi daha ne lazım?
emigrant r. siyasi mülteci.
emidratsiya r. siyasi mülteciler zümresi.
emiki bk. emki.
emin erkin sözünün tekidir; emin - erkin caşa- : bolluk ve rahat içinde yaşamak.
emine emne, ne?; emine deyt? : ne diyor?; emine üçün? : niçin?; neden?; emine sebepten? : ne sebep- ten?; emine üçün dür : nedense; bul eminesi? bu neden böyle!; daha ne uydurdu?; işiñ emine? sana ne?; eminesi bolso da : ne olursa - olsun; anda emineler cok!: orada neler - neler yok!
eminelikten neden; niçin; ne seh2p- ten.
emiş = imiş; emiş emiş söz köböy dü: her türlü laflar, lakırdılar yayıldı, çoğaldı; kelet dep emişten uzun kulaktan uğam : ,duyduğum lakırdılara ve yayıntılara bakılırsa, o gelmelidir; kulalı degen kuş emiş. tomoloğop almak kıyın iş emiş (tekerleme) : çaylak yırtıcı kuş imiş, ona kalpak giydirmek güç imiş.
emiz- çocuğu meme ile, beslemek emzirmek.
emizdik emzik.
ersizdir- emdirmek.
emizgi = emizdik.
emiziş emizüü, işs. emiz - den.
emki yahut emiki, 1. şimdiki; 2. ilerdeki; sonradan gelen ayağa em ki sanda: sonu gelecek nüshada.
emne bk. emine.
emnelikten = eminelikten..
emotsiya r. heyecan; emotion.
emprizm r. empirisme (bir felsefi sistem).
emşey- dişsiz görünüşte bulunmak (dişler döküklükten sonra altçene öne doğru çıkık durduğundan); emşeyden kempir: dişsiz kocakarı; pepeleyen kocakarı,
emşiy- = emşey-,
emşing ağlamasa sızlanma;
emşiñ- enşing et – ağlamsamak sız1anmak,
emşiñde- ağlamsamak; sızlanmak; şimdi ağlayacak gibi durmak (başlıca, kocakarılar hakkında).
emtikan a. es. imtihan.
en ı, genişlik: en; eni bir metr: eni bir metredir; oozunun eni menen koyo berip tildedi : gözünü yumdu; ağzını açtı adamakıllı sövüp - saydı; eni - ceni cok : ölçüsüz ; ölçülmez; kocaman. ıı, (hayvanların) kulaklarına yapılan damga, ini; bakan en yahut solok en kulağın ucunda uzunca yarık şeklinde yapıla damga, ini; oyuk en : im çeşitlerinden birinin adıdır. ııı, sıraca. ıv, (başlıca, ufak hayvanlarda) hayalar, yumurtalar.
ençi mirastan hisse; hakkedilen, verilmesi lazım olan pay, hisse; tört ençi kıldı : dört kısma ayırdı, böldü; ençisin berüü kerek : 1) hissesini vermeli; 2) hakkatdiğini vermeli; onu tedip etmeli; cer ökü möt ençisine ötkön : toprak hük» met mülküne geçmiş; cer ençi malikane.
ençikte- herkesin istihkakını vermek üzere, hisselere bölmek.
ençile- birisinin hissesini ayırmak; birine tahsis eylemek, ithaf etmek; birinci mayga ençilep bir mayısa ithaf ederek.
ençileş varis; mirastan başkaları ile müsavi hisse alan.
ençilet- et. ençile - den.
ençilüü 1. hissedar; 2. ençilüü at gram.: has isim.
ende- (kumaşı giyimi) karışıklarını düzeltmek için çekmek; ak cooluğum endedim folk. : beyaz başörtümü düzelttim.
endekey serbestçe; sıkıntısızça; düşüncesizce kaygısızca; een talaa, erkin too arasında endekey cürö bergen : geniş sahrada, serbest dağlarda serbestçe dolaşıyordu.
endeş ıbaşkalarile aynı ime (damgaya) malik olan (hayvan hakkında); endeş koy : aynı ıme malik olan koyunlar.
endeş- ıı, müş ende - den.
endeştir- birkaç tane kumaş parçasını biri - biri üzerine enleri denk olacak tarzda koymak; kumaşların enlerini karşılaştırmak.
endeştirüü işs. endeştir - den.
endey : endeyinen ıdırap ketiptir (giyim) dikiş yerlerinden sökülmüş; endeyinen ketti : (mes. öksüz hakkında) bakımsız, hamisiz kaldı; endey köynök alıp keldim: elbise için bir kumaş parçası getirdim; endey etek : yukarıdan aşağıya kadar yırtmaçlı (entari gömlek hakkında); endey ayant : geniş, vasi meydan.
endi = . emi.
endik allık kadınların yanaklarına sürdükleri al düzgün; endik - upa: allık ve ak düzgün; kosmatik ilaçların topu; eri süybös.. katıña endik - upa ne payda? ats. : kocası sevmeyen kadına allık - aldıktan ne fayda?
endire- 1. gevşemek, hoş bir rehavet duymak; hafif tertip ve hoş bir sarhoşluk durumunda bulunmak; çakır keyif olmak; kımız içip alıp, endirep kaldı : kımız içerek, çakır keyif oldu; 2. şaşırmak; şaşalamak; emine kıların. özün kayda koyorun bilbey, endireyt : afalladı ve kendini nereye koyacağını (nereye gideceğini) bilmedi.
endiret- . ct endire - den.
endöölö- (çift olan veya takım halinde eşya hakk.) ayırılmak; şuraya - buraya dağılmak
endöölöt- et. endöö1öden.
endüü ., enli, geniş.
endülüülük enlilik; genişlik.
ene 1. ana, anne; tuuğan ene : öz anne; tutulğan ene yahut tutuñan ene : anne yerine olan; tuubasa da, tutunan enem : öz annem değilse de, o benim annemdir (ben onu anne biliyorum); tuuğan eneñ men edim, tutdñan eneñ akkanış folk. : öz annen ben idim, anne yerine tuttuğun kadın ise, akkarnş’tır; körğön ene bk. kör ııı 1; kötörgön ene bk. kötör – 1; çoñ ene : (baba tarafıdan) büyük anne. baba - anne; enemdi alayın! : (bir yemin etme tabiridir) : annemle evleneyim!; lanet o1ayım 2. çikit (bk.) oynarken kullanılan değnek.
eneçi annesile yahut övey annesile cinsi münasebette olan.
encke . annecik.
eneleş kardeş : karındaş.
enelik analık
enelüü analı, anası bulunan; enelüü cetim : annesi olan öksüz.
enesin- analık taslamak; enesinip söz aytsam folk. : anne gibi söz söylersem.
eñ ı, pek; en; eıığ cakşı: en iyi: eñ murunku: en eski; çoktanki; eñ ele kıyın: en güç; eñ ele caman : çok fena; en berbat; eñ 0235-(1)Kirkiz- turkce sozluk yudahin)-(latince).docbol bogondo: hiç olmazsa; eñ ele akımak; en ahmak; eñ kur degende : yahut eñ cok degende: yahut hiç olmazsa, en azı, en fenası düşünülürse dahi. ıı: eñ-zeñ yahut eñ señ yarı baygın bir durum; eng - zeñ bolup tura albay, kayda oturup kaldı: başı döndü. kalkamadı ve tekrar oturdu.
eñ- ııı, eğilerek, yere dokunmak (atlı ve bazı yırtıcı kuşlar hakkın da); eñip al -: yerden bir şeyi elle kapmak (atlı hakkında); pençesile kapmak (yırtıcı kuş hakkında).
eñçeger kamburu çıkmış olan; kamburlaşmış olan.
eñçegey = ençeger.
eñçer = eñçeger; boyu alaça, bel ençer (rad., v) kısa. boylu ve kamburu çıkık.
eñdir- et. eñ - ııı’ ten ; tıyın eñdir -: bir yarış tertip etmektir, ki bu yarışta atlı eğilerek elile yerde yatan parayı alacaktır.
eñireñde- 1. burun kanatlarını kabartmak; 2. mec.; hiddetle bir şeyin üzerine atılmak; ateş püskürmek, taşkınlık etmek; eñireñdep kuban -: aşırı derecede sevinmek.
eñireñdet- et. enireñde - den; munuñdu eñireñdetpey alip ketçi!: şunu yakala da götür ki gürültü - patırdı yapmasın!
eñirey- ı. burun kanatları kabarık olan insan şeklinde olmak; 2. mec. horozlanmak.
eñireyt- et. eñirey - den.
eñiş ı, 1. yokuş, iniş (dağ eteği); dalısı eñiş: omuzu basık, kamburlaşmış; 2. atlıların yarışıdır, ki bu yarışa iştirak edenler at üzerinde biri - birini çekerler ve eyer üzerinden düşürmeye çalışırlar; 3. dört nala koşan at üzerinden yerde yatan parayı elle almaktan ibaret olan bir nevi yiğitlik.
eñiş- ıı (atlılar hakkında) birbirini at üzerinde çekmek ve eyer. den düşürmeye çalışmak.
eñişte- 1. dağ yamacı boyunca inmek; 2. mail hat boyunca aşağıya doğru inmek (kuş hakkında).
eñiştöö işs. eñişte - den.
eñişüü işs. eñiş - den.
eñke dağ koyununun aşığı (bk. çükö): eñke atkanday bolot: «eñke atmış gibi oiuyor» :insana büyük bir zevk veriyor; eñkesin kesti: bütün imkanlarından mahrum etti, onu tam dermansız, bitap bir hale düşürdü; akça izdep cürüp tabalbay, eñken kesildi: boşuna para aramakla ellerim büğrümde kaldı.
eñkey- bükülmek; eğilmek; üç cığactan bek da, kan da eñkeyip ötöt (bilmece): üç değnek arasından bey de han da eğilerek geçer (bosoğo tayak - keçe evin süvesi.) eğmek; meylettirmek.
eñkilde- acele ederek koşmak.
eñküü iniş meyil; yamaç.
eñrekey = engirekey.
eñse l kuvvet; derman; hayat enerjisi; eñsesi kesildi : dermanı kesildi; maneviyatı kırıldı; ebin tapkan eki içet, eñsesi katkan bir içet ats.: kolayım bulan iki defa yer, beceriksiz ise - yalnız bir de- ta ıı(rad.) 1. yarı, yarım; 2. kapının üst süvesi.
eñset- şiddetli arzu uyadırmak: hoş bir şeyi hatırlatmak ve onu daha bir kere tatmak arzusu uyandırmak.
eñsetüü işs. eñset - ten.
eñsöö 1. şiddetli arzu; 2. iştah.
eñşer- eksiltmek; ziyana uğratmak; it etegimdi eñşerip saldı: köpek eteğimin bir parçasını çekip kopardı.
eñşeril- mut. eñşer - den; üydün bir cağı eñşerilip kaldı: evin bir yanı yıkıldı; üydüñ içi eñşerlip kaldı: (eşyasının önemli bir kısmı çıkarıldıktan sonra) evin içi boş kaldı; kün keç beşimge eñşerildi : güneş ikindiye doğru meyletti; tolkundar carğa kagılıp, kayta eñşerildi: dalgalar dik kıyıya çarparak geri çekildi.
epeñde- çevik ve seri hareket’ er yapmak (kısa boylu çevik adam hakkında).
epey ı: kotur epey koñkuldak : küçük bir kuşun adıdır.
epey- ıı küçük olmak; anda – sanda kotur alaçuktar epeyet : şurada-burada küçük alaçuklar (salaşlar) dikili görünüyordu.
epilde kıvranmak; yaltaklanmak; tilkilik etmek; yaranmak; epilde gen erke cel : hoş, hafif rüzgar, esin; epildep astı üstüñö tüşö kalat : senin hoşuna gitmek için kırılıp - büzülüyor.
epildeş- müş. epilde - den.
epilog r. epilogue : bir edebi eserin hatimesi.
epinsiz sade; basit; sanatkarca olmayan.
epkıy- = ep/kıy - (bk. kıy ıı 1).
epkin herhangi bir şeyden. neşet eden kuvvet; epkininen ele cığıldım : o bana dokunmadan ben düştüm; tolkundun epkini menen cer solk etkendey bolot : dalgalarm çarpmasından yer sanki titrer gibi oluyor; meşten epkin üydüñ çar tarabına karay alas urdu sobadan sıcaklık bütün odaya dağıldı; bul epkininde col bat ele bütö turğan : bu gibi bir süratle yol çabuk biter: şamaldığ epkini tiydi : rüzgarın kuvveti dokundu (kırgızarın eski tasavvurarına göre, bundan hernevi felc hastalıkları hıısule gelmektedir).
epkinçi = udarnik.
epkinde- kolay ve çabuk hareket etmek; epkindep boz corodo kele catkan : boz yorga üzerinde hızla gidiyordu.
epkindel- mut. epkinde - den.
epkindet- hızlandırmak; kuvvetlendirmek
epkindüü 1. kuvvet fışkıran; 2. bir işi gayretle ve süratle yapan 3. = udarnik.
epsiz 1. rahat olmayan; 2, çevik olmayan. beceriksiz, mahir o1mayan; 3. pek; gayet; epsiz mıktı gayet dayanıklı; epsiz çoñ : gayet büyük; 4. hesapsız; pek çok: elüü töögö mal alıp, epsiz kümüş, zar alıp folk. : elli deveye mal yükleterek, hesapsız çok altın, gümüş alarak.
epte- 1. kolayım bulmak; bir işi ustalıkla, usulü ile yapmak; eptep ayt- : maksada ukgun bir tarzda ve akıllıca söylemek; elden eldiñ nesi artık? eptep aytkan sözü artık ats. : bir kavim ötekisinden ne ile üstündür? olsa - olsa, makul bir tarzda söylenen sözüyle üstündür; eptep - aldap : hile ve kurnazlıklara başvurarak: 2. tutkalla yapıştırmak.
eptüü 1. becerikli; çevik; açıkgöz; eptü ciğit: becerikli, açıkgöz delikanlı; 2. yerine getirmek için uygun, elverişli; eptüü kız çeyizsiz kız (ki böylesini e‘e geçirmek kolay olur); konokko eptüü kozu kötü kuzu (harf. : misafirlere yarayacak kadar kuzu).
eptüülö- 1. özenle yapmak; gereği gibi yapmak; tamir etmek; tanzim etmek; yoluna koymak; yolunu bulmak; 2. uygun ve elverişli bulmak
eptüülük ustalık; çeviklik.
eptüüşün becerikli ve açıkgöz görünmeye çalışmak.
er 1. koca; erkek; erkeklik çağına ermis; er cak: keçe evin (kapıdan sol tarafa düşen) erkekler kısmı; erden çıksa da kocasından ayrılmak; kocadan boşanmak; katın erden cıksa da, elden çıkpayt es. ats. karı kocasından boşanabilir, ancak onun soyundan ayrılıp gidemez; er cet: erkeklik çağına ermek; buluga ermek; kızı er cetiptir kızı büyümüş, gelinlik olmuştur; 2. kahraman; bahadır; yiğit; er kuday folk. tanrı; er nazar tiygen folk. mec. bahadır (harf. : bahadırın nazarı düşen kimse).
erbeñde- (kars. arbañda-) : yürümek, kımıldanmak küçük bir şey hakkında yahut uzakta bulunan ve onun için küçük gözüken şey hakkında; zayıf ve sıska hakkında); kolu - butu sınıp ketçüdöy erbeñdep cüröt ele : sıska adamın ince kolları ve bacakları kırılacak gibi duruyor; mal arasında, erbeñdep malçı körünöt : hayvan sürüsü arasında uğraşmakta olsan çoban gözüküyor; sakalı erbeñdeyt : küçücük sakalı kımıldıyor.
erbey- göze görünür olmak (herhangi bir küçük nesne hakkında) erbeygen bir karaan turat : bir karaltı gözüküp duruyor; erbeygen hala : çocuk.
erden- 1. erkeklik göstermek; 2. erkeklik çağına ulaşmak.
erdi ıerdi - katın : karı - koca. ıı, bk. erin ı.
erdik erkeklik; mertlik; kahramanlık; cesaret; bahadırlık; ayza saymak - erdikten, at cooturmak - terdikten ats. süngü sançmak - er keklikten. atın yağırı ise eyerden.
erdöö (diyelim, fincanın, barduğın) kenarları; erdöösünö çığara kuy-; kenarlarına kadar doldurmak, dökmek; tuurağanda tabaktın erdöösünün boldu : eti doğradıklarında tabağın kenarlarına kadar doldu,
erdüü kocalı; erdii – katın = erdi - katın (bk. erdi ı).
ere sere ııı sözünün tekidir, tañdın ere- seresinde : şafak daha henüz sökmüşken.
erece f. 1. çırpı, marangoz ve dülger1erin çizgi yaptıkları tebeşirli ip: 2. kaide; üçtük cay erece mat. basit selase kaidesi : üçlü kaides; üçtük katış erece mat. mürekkep selse kaidesi : bileşik üçlü kaidesi; cazuu erecesi : yazı kaidesi : orthographie.
ereen = erese; ereen tartıp, er bolup folk. erkeklik çağına ererek ve bahadır olarak: eren - töröönü cok cürö beret : kimseye ve hiçbir şeye aldırmadan geziyor, dolaşıyor.
erit- eritmek; izabe etmek; meni sözü menen eritip ketti beni sözü ile kandırıp gitti : cakşının sözü taş eritet; camandıñ sözü baş çiritet ats. iyi adamın sözü taşı; eritiyor, fena adamın sözü baş çürütüyor.
erk irade; hürriyet; kazancının erki bar, kayda kulak çığarsa ats. kazancı kazanın kulpunu istediği yere takar: erk ber - : bir şeyi yapmaya hak vermek; hürriyet vermek; hareket serbestisi vermek; öz erkine koydum : istediği gibi hareket etmesine bıraktım; erkinen acıratuu : hürriyetinden mahrum etme
erke şımarık; nazlı alışmış; erke bala : arifane usulile ziyafetler çekil:liği zamnrı ovualar ve eğlenceler tertip eden kimse (*); er erke = ererke.
erkeç (enanmiş) teke, ergeç
erkek 1. erkek (hayvan); 2. erkek (insan): erkek bala : erkek çocuk; katını (yahut enesi) erkek tuuğanday : «karısı (yahut annesi) erkek çocuk doğurmuş gihi». aşırı derecede sevinerek.
erkimsi- kendini her şeyi yapmaya muktedir saymak; kibir ve azamet satmak, böbürlenmek: erkimsigen: kendini beğenen, kibir ve azamet satan.
erkin serbest; serbestçe; bol bol; ferah ferah: emin erkin bk. emin.
erkinçilik hürriyet, serbestlik.
erkindel- . hürriyete kavuşmak.
erkinden- kendini serbest hissetmek; erkindenip cay basat : kendini sıkmadan ağır ağır gidiyor.
erkindik = erkinçilik.
erksiz serbestlikten, hürriyetten mahrum; erksizden : istemiyerek; kendi arzusunun hilafına olarak; erksiz emgek : mecburi emek, hizmet. yüksek doğru
erktüü 1. müstakil; her işi istediği gibi yapabilen; hür; 2. hukuku hükümraniye malik.
erktüülük 1. istiklal; 2. hukuku hükümrani.
erlen- mertlik, yiğitlik, cesaret göstermek.
erlik bahadırlık; yiğitlik; yüreklilik,
erme : erme çöl : ıssız çöl; erme taş : ıssız kaya..
ermek eğlence; eğlenti.
ermeksiz eğlencelerden mahrum; canı sıkılan.
ermekte- eğlendirmek; avutmak.
ermekteş- eğlenmek. avunmak.
ermektüü ., eğlenceli; konuşkan; şen.
ermen pelin (bitki); kızıl ermen : kırmızıpelin.
erööl öncü pişdar; siper; kommunist partiyası – emekçilerdiñ eröölü: komünist partisi – emekçilerin öncüsüdür,
eröölsüzdük himayesizlik.
eröön : eröön - töröönü cok cürö beret : kayıtsızca. hiç bir şeye aldırmadan geziyor.
eröönsüz kayıtsız, kaygısız; hiçbir şeye aldırmayan.
ersınar küçücük bir kuşun adıdır. ,
ersi- bahadırlık taslamak: kendini bahadır saymak; horozlanmak.
ersin- 1. birisini koca saymak ve koca gibi muamelede bulunmak; 2. kahraman, bahadır gibi gözükmeye çalışmak,
erte erken; erte keldin : erken geldin; erte zamanda : çok eski zamanlarda; ertesinde : ertesi gün; ertesi : yarın sabah; ertesi künü : ertesi gün; ertesi boldu : sabah oldu.
ertele : ertelep : sabahları; sabahlayın; erken sabahtan.
erteñki yarınki; sabahki; erteñki saat altıda : sabah saat altıda; erteñki künü: yarın; ertesi gün.
ertesi bk. erte.
erüü ı, iss. eri - den. ıı, çabuk donmayan (yağ hakkında); cılkının mayı erüü bolot, eçkinin mayı erüü emes : at yağı çabuk donmuyor, keçi yağı ise, çabuk donuyor.
erzek = eresek,
es ı, hafıza; akıl; şuur; muhayyile; es tart : akıllanmak; (yaşın büyümesi ile) daha şuurlu olmak; es alkendine gelmek; geniş soluk almak; dinlenmek: es aluu: dinlenme, istirahat; es aldır : dinlendirmek; es al-; nazarı itibara almak; eske alın- : nazarı itibara alınmak; eske tüş- : hatıra gelmek; eske tüşür -: hatırlatmak; hatırına getirmek; eske tüşür -: keçesi: hatıralar gecesi; eske sal - : hatırlatmak; es- ten tan- : bk. tan-; esimen kettim bayıldım; es cıy- : kendine gelmek; aklını başına toplamak; esimdi cıya albayım : aklımı toparlayamıyorum; bir türlü kendime gelemiyorum; esten cañıl- : şaşkın bir hale gelmek, şaşalamak; afallamak; esinde cok yahut esinen çıktı : hatırlamıyor; hatırından çıkmış; esi bar : anlayışlı; esi cok gabi; esi carım : yarı akıllı; es - uçun bilbey cığıldı bayılarak düştü; esi ketken : 1) şaşırmış; 2) gibi, ahmak (daha bk. oo 1); esime care çığıp unutup kalsam bolobu! : nasıl oldu da unutmuşum! ıı: es kayran = esil kayran (bk. esil). ııı: kün es = künös.
esaluu = es a.luu (bk. esı).
ese a. hisse; eki ese : iki hisse; köbün ese : ekseriya; başlıca; bir ese..., bir ese.. kah... kah...; eki - üç ese köp iki - üç kere fazla.
eselek ahmak; budala.
eselektik aptallık, hamakat, esen, salimen; mes’ut; aman - esen: sağ - salim; mes’ut; esen - aman bolduñbu : kandini iyi hissediyor musun!; esen barıp, soo kaytsam folk. : salimen gidip de, sağlıkla dönersem; aştı esen tartıñar folk. : yemeği intizamla (engelsiz) sununuz!
esep a. hesap; hesap verme; sayım; hesap görme; istatistik; esep ber: hesap vermek; esep berüü - şayloo çoğuluuşu : hesap verme - seçim toplantısı; esep - kısap dokladı : hesap verme raporu; bir esepten : bir bakımdan; bir hususta; anın aytkanı bir esepten tuura : onun dediği bir bakımdan doğrudur; anı ayıtkaña esep kıldnn : onu ayrılmış saydım; başka kişiniğ esebinen caşay: başkasının hesabına yaşamak; bizdiñ ölköbüzdö kişi başka kişiniñ esebinen caşay albayt : bizim ülkemizde insan başka birisinin hesabına yaşayamıyor; tuura esep mat. doğru hesap; belirgen sandın orto esebi mat. verilmiş sayıların aritmetik ortalaması.
esepçi ı. muhasebeci; sayaç (muaddit); 2. es. : güneşin doğuşuna, batışına ve seyyarelerin vaziyetine göre hava durumundan haber veren.
eseptüü hesaplı; hesabı yapılmış; sayılmış; hesap ve sayım unsurlarını içine alan; eseptüü doklad yahut eseptüü bayandama : hesap verme raporu; eseptüü dos ayrılbas ats. : hesap, dostluk için bir engel değildir (harf. hesaplı dostlar ayrılmazlar).
eser 1. hoppa, havai; sallapatı; 2. budala.
esil mihnetkeş (ömrünü kaygı ve kederle geçiren); zavallı; garip; esil baş : (garip baş) mihnet çeken kimse; esil kayran : ölü için ağlarken kullanılan tabir.
esirke- farfaralaık etmek, benlik taslamak, öğünmek.
esirt- sarhoş etmek; mest etmek.
eskadron r. süvari bölüğü.
esker- hatırlamak,
eskeriş- müş. esker - den.
ekert- hatırlatmak
eskertkiç 1. hatırlama işareti; 2. anıt (abide).
estertüü- işs. ekser - den 11. esnemek.
eski eski; eski - usku : eski - püskü; paçavralar; eskininin cañısı bolğon üy: oldukça eski (harf.eskilerin. yenisi olan) keçe ev; aydıñ eskisi : ayın ikinci yarısı.
eskiçelöö eski eskimiş, örselenmiş, yıpranmış, kullanılmış; başı cırtık, eskiçelöö kiyız ötük: brunları yırtık eski keçe çizmeler.
eskiçil 1. eski devir, eski hayat taraftarı; 2. es. muhafazakarlık.
eskiçilik 1. eskiyi temsil eden her şey; eski hayat: eski adetler; 2.es. : muhafazakârlık.
eskilöö eskice; oldukça eski (eşya hakkında.)
eskir- eskimek (eşya hakkında.)
eskirt- eskitmek.
eskirüü eskime.
este- ıı, esnemek.
estetik hatıra hatırlama.
estet- hatırlatmak; men umuta berem, estetip koy : ben hep unutuyorum, sen bana hatırlat.
estöö ı. hatırlama. ıı. esneme.
estüü yahut estüü - baştuu : aklı başında olan; makul. anlayışlı kimse
estüülük anlayışlılık; akıllılık.
eş ı, dayangaç; yardım, muzaheret; umut: eş tut yahut eş kıl yahut eş karma-.: dayangaç saymak; muzaheret aramak; (birisinin) yardımına başvurmak; eş kılğanın senin muzaheretine güveniyorum; caş uulun eş karmap, cesir olturu kala bergen : bütün umutlarını küçük oğluna bağladı ve dul kaldı (tekrar kocaya varmdı). ıı = eç.
eş- ııı, 1. örmek; bükmek; cip eş-: iplik, ip bükmek; 2, yırtmak; yarmalamak; kançar menen kursagın eşe saydı: hançerle karnını yardı; hançeri karnına öyle sapladı ki bağırsakları dışarıya fırladı.
eşik 1. kapı ağzı; kapı; kişi eşinde mec. başkasının kapısında (ücretli) çalışma; birisinin hizmetinde bulunma; kişi eşiginde kün ötkön kedey : başkasının kapısında hizmet etmekle hayatı geçmiş fakir adam; eşik çiy : çiy sazından kapı perdesi (bk.. çiy ı); eşik tış : eşik çiyi dış yandan örten keçe parçası; eşiktiñ moyunu : kapı perdesinin dar üst kısım; eşiktiñ iyni : kapı perdesinin omuzları (onun yukarıdaki dar kısmımı başlandığı yer); eşik sal : kapı asmak; eşikke çık-: evden çıkmak; eşik tart- : 1) kapı açmak; 2) mec. (odadan evden) çıkmak; eşik ağa tar. : orta asya hanlıklarında muvazzaf bir şahsiyet : memur (kapu ağası); 2. eşikte : (evin, odanın) dışarısmda, avluda; eşikten : dış taraftan (avlu tarafmdan ve s.); eşikterı otun ketirip keldi : dışarıda odun kırıp geldi.
eşikçe küçük kapı, kapak.
eşikteş kapı komşusu.
eşil- mut. eş - ııı - ten; eşilgen kum: uynayan, bir halde kalmıyan kum; büyük kumsal; koyduñ kardı eşildı : koyunun karın delinip dagıldı (bağırsaklar yayılıp yatıyor).
eşilme (rad.), ufak moloz yığınları; eşilme too : rüzg.rın tesirile yu muşayan taşlardan düzülmüş olan dağ.
eşilt- 1. et eşil - den; kök şiberdi eşilte basıp, suuğa. keldi : yeşil otu çiğniyerek, suya yaklaştı; 2. yağma etmek; altından girip üstünden çıkmak.
eşkile- it. eş - ııı - ten.
eşteke bk. eç.
eşteme bk. eç.
eştemke . bk. eç.
eşten- umut bağlamak.
eşteñke bk. eç.
eştent- et. eşten - den.
eştir ördürmek, büktürmek.
et ı, et; ten; kanduu et : kanlı et (yağ bağlasın diye alıcı kuşları besledkleri taze et); etine kelgen (avcı kuş, koşu atı hakkında) antrenman görmüş; ava yahut koşuya hazır; sulp et : lop et (kemiksiz et; kemiğinden ayrılmış olan et); et bışım - aş bışım; bk. bışım; et betinen ket- : şiddetle atılmak; hırsla saldırmak; iç etinen : çıplak ten üzerine; iç etmen sup köynök oşol kempir kiyçü ele folk. : öteki kocakarı keten gömleğini çıplak tenine giydi; et menen çeldiñ orto cerinde ookat kılıp cüröt : şöyle - böyle, ne aç, ne tok, geçiniyor.
et- ıı, (yardımcı fiil) etmek; tars et- : şiddetli çatırdı yamak (harf. tars etmek); buk et : pat diye düşmek.
etap r. : merhale, safha.
etek 1. etek; börü etekten, coo cakadan alğanda ats. kurt eteğe düşman yakaya sarıldığı zaman (felaket1er her yadan geliği zaman); koş etek : volanlı kırmalı etek; mening etemğimdi karma! benim eteğime tutun!: beni takip et!: benim yardımıma güven!:etegi bütölüp, ceñi uzardı bk. bütöl; etegin kötüñö cetpegir!; iyilik yüzü görmesin! (harf. : eteğin kıçına yetişmesin!); etek kir aybaşı, kadınların adet görmesi, hayız; eteği cayık : saf; iyi yürekli adam, etegi suyuk (kadınlar hakkında) evde oturmaz; hoppa; baş etekti cıynap al- : «başı - eteği toparlamak» : intizama koymak; 2. too etegi : dağ eteği.
etekte- 1. eteğine tutunmak: 2. takılmak; sırnaşıklık etmek; ısrarla rica etmek; anı etektey kalıp, karız akça surap : onun peşini bırakmayarak ve ödünç para isteyerek; 3. dağ etcğine yerleşmek; dağ boyunca yürümek; kara toonu etektey konumun : kara dağın eteğine konacağım; too etektey tüş : yamacı boyunca onun eteğine inmek.
etiş gram. fiil: coktuk etiş : filiin menfi şekli; calkı etiş : basit fiil; kurama etiş : mürekkep fiil: şart etiş : şart sıgası, conditionnel; çak çıl etiş : gerundif: aşırkı ötkön çak etiş : geçen zaman partisipi.
etiştik = etiş.
etiyat a. ihtiyat.
etiyatsız ihtiyatsızca.
etiyatsızdık ihtiyatsızlık.
etiyet = etiyat.
etkel etleel etli, etme dolgun (insan hakkında).
etkeldüü = itkeldüü; etkeldüü sorpo, mayluu et folk. : yağlı çorba. ve yağlı et.
etme (et + me) : şalk etme : harman döveni şeklindeki eski kırgız silahı; tars etme yahut kürs etme : tüfek; çırt etme kişi yahut kıyt etme kişi: çabucak kızan. alıngan adam.
etnografya r. etnografya.
ette- deriyi etten temizlemek
etten etlenmek; şişmanlamak: mal ettenip kaldı hayvan. semirdi, tavlandı.
ettent- et. etten - den; atıñdı etten- tip al : atına bir parça yem ver, ki etlensin; atına biraz vücudunu düzeltmek imkanı ver!
ettenüü . işs. etten - den.
ettet- et. ette - den. ettir-, et. et - ıı’den; bılk ettire albadı : yerinden bile kımıldatamadı.
ez ı, 1. dalgın; etrafta olup - bitenlerle a1akdar olmayan; uyuşuk bir halde bulunan; 2. sağır.
ez- ıı1. ezmek; sıkmak; 2. zulmetmek.
ezdir- et. ez - ıı - den.
ezel a. itidası olmayan geçen zaman; ezel, ebediyet; ezelden yahut ezeideri : kadimden beri; eski zamanlardan beri; ezelden berki doo çok eski dava; ezel esinen ketpes boldu : ebediyen unutulmayacak oldu.
ezeli iptidası olmıyacak surette eski: ezeli.
ezelki . kadim; çok eski; ezelki eski doonu doolayt : eski, çoktan unutulmuş davayı korcalıyor; ezelki eski dostum : çok eski dostum; etek ti kesseñ, ceñ bolboyt. ezelki düşman el bolboyt ats. : eteği kesmekle yen çıkmaz; ezeli düşman dost olmaz.
ezgile- it. ez ıı’den.
ezil- mut. ez - ıı’den.
ezilgen malum, zulüm görmüş.
eziliş- müs. ezil - den; ezilip öbüş biri birini kucaklayıp öpmek.
ezilt- et. ezil - den.
ezilüüçü ezilen; mazlum.
ezme boş sözler söylüyen. lafazan: bıktırıcı.
ezüü tazyik; zulüm; zulmetme.
ezüüçü zalim; sıkıştırıcı.
fabrika . r. fabrika.
faeton r. fayton.
faktı r. hal, hakikat, olay;
faktor r. .mil, faktör.
faktura r. fatura.
fakultet . r. fakülte.
familiya r. soyadı.
fantaziye r. fantezi hayal.
fantaziyaçil hayaiperest. hulyacı.
farız = barız.
faşist r. faşist.
faşistik faşizma ait.
faşizm . r. faşizm.
fatalizm r. kaderilik (fatalisme).
fedaratsiya r. federasyon.
feldşer r. sıhhiye memuru.
feodal r. feodal, derebeyi.
feodaldık feodaliteye müteallik.
feodalizm ., r. feodalizm.
ferma r. çiftlik; süt tovar ferması süt mahsulleri çiftliği,
fevral r. şubat.
figura r. şekil.
filologiya r. filoloji.
fiologiyalık . fiolojik.
filosof r. filozof.
filosofiya r. felsefe.
filosofyalik felsefi.
finansı r. maliye, finans; finahsı kapitalı; maliye sermayesi.
finansıla- mali yardımda bulunmak: bir işin, teşebbüsün yürümesi için sermaye vermek, finanse etmek.
finansilık mali.
finansıloo mali yardımda bulunma, sermaye verme.
finçaş r. kon. 1. maliye şubesi; 2. maliye şubesi müdürü.
fizika r. fizik.
fizikalık fizik’e ait. müteallik, mensup.
fizkultura r. beden terbiyesi
fizkulturalık beden terbiyesine ait müteallik. r. beden terbiyesine ait müteallik.
gana tahdid (sınırlama) ekid r; al ğana emes : yalnız o değil; bir ğana : yalınız bir; özüm ğana yalnız kendim; sözdö ğana, işte cok yalnız lafta, işte yok; kanday ğana bolso da : nasıl olursa - olsun; her ne pahasına olursa olsun.
gap (cenubi kırgızlık’ta) = kep l garac = garaj.
garaj r. otomobil. garajı.
garantiya r. teminat, garanti; garantiya kıl- : garanti vermek.
garmon garmuşkö, r. akordeon; garmon tart- : akordeon çalmak.
gaz r. gaz; uulukturuuçu gaz zehirli gaz; tumçukturuuçu gaz : boğucu gaz; gazga karşı : zehirli gaza karşı korunmak aleti, aygıtı.
ğazal = kazal.
gazduu . 1. gazlı, gaz karışmış; 2. gazdan yapılan.
gazeta r. gazete.
gegemon r. hegemon.
gegemoniya . r. üstünlük, hegemonya.
gektar r. hektar.
general r. general.
generalnıy . r. genel, umumi; generalnıy sekretar: genel sekreter.
geografiya r. coğrafya.
gerioy r. ed. kahraman.
geroyluk ed. kahraman rolü.
gertman r. para kesesi.
gevhar = köör.
gezit = gazeta.
gılım a. ilim, ğılım - bilim ilim ve bilgi; hernevi bilgi. malümat.
ğınulis kon. = gradus. gıybat = kaybat. gigant, r. dev.
gigiyenn r. sıhhat koruma (hypnose).
gilem = kilem.
gipnoz r. ipnoz (hypnose).
gir r. terazi ve kantar tası.
go bk. ko.
gorçitsa r. hardal.
gorizont r. ufuk.
gospodin r. gospodin.
gozo f. pamuk (bitki); koza.
gracdan = grajdan.
gradus r. derece.
grajdan r. yurttaş.
grajdandık ımülki, sivil; grajdandik ukukku : hukulu nedeniye; grajdandık soguş vatandaşlar arasındaki harp : iç harp. ıı, vatandaşlık, yurttaşlık; sovet grajdandığı : sovyet vatandaşlığı.