ık ı, 1. sağlam; dayanıklı: 2. besleyici; mugaddi. ıı = dik: ık salıp tañ ağarsa şafak şöker sökmez. ııı: ık turup atat : onu hıçkırık tutmuş. ıv, i. rüzgarın geçemediği kuytu yer; ince, rahat, sakin, yer; rahat muhit; refah; calpı kırgız curtuna şamal tiygis ık bolup folk; bütün kırgız halkı için rahatlık ve refah günleri geldi; 2. elverişli haller, elverişli fırsat; münasip an: ıgıma keldi : bana uygun geldi; kelsa yahut ığı kele kalsa : münasip fırsatta; ahval müsait olursa; ığın keltirerbiz: çaresini bulacağız gereği gibi başaracağız; ığıma ketirgen cok. ığıma kelse. cığat elem: kolayca yakalamak imkanını vermeden, eğer bu imkan olsaydı ben onu yere serecektim: siz menel bildiñiz gibi ığıbız kelispey turat : biz birbirimize uygun de1iliz; biz birbirimize denk değiliz; ığı kelişpeyt yersiz; uygun gelmiyor; ar ayıldın ığına caraşa : her köyün ahval ve şartlarına göre: aytuuğa toluk ığıbız bar; söylemeye tam hakkımız var; ığı cok pikir.: esassız fikir; kabar alar ığı cok : haber almak için bir ima bile yok.
ıkılda- hıçkırığa benzeyen bir ses çıkarmak (mes. karna vururken)
ıkıldat- et ıkılda – dan; ıkıldata kelip kursakka tepti : karnına öyle bir tekmeyi yiyen kimseyi hıçkırarak tutmaya başladı.
ıkım maharet; çeviklik, atiklik; ıkımın al-: herhangi bir şeye uymak: intıbak etmek; çaresini bulmak; kaçaağan koylordu al gana ıkımı menen karmayt : kaçan koyunları, yalnız o ustalığı yüzünden yakalamasını biliyor.
ıkıs ani surette bir yana fırlamak; ani hareket ıkıs koy yahut ıkıs ber- : birden sıçramak; ani hareket yapmak; ıkıs berip toktodu birden - bire durdu; ıkıs berip ketti : irkildi ve birden bire bir yana fırladı.
ıkısta- ileri atılmaya; yeltenmek; hazır bulunmak : hazırlanmak.
ıkma = ıkım; al ıkması menen cığat: güreşte (kuvvetiyle değil, de,) usulleriyle yeniyor.
ıksıra- ıkım; al ıkması menen cığat güreşte (kuvvetiyle değil de,) usulleriyle yeniyor. gevşemek, sölpmek (mide dolduğundan) curat içkendey ıksıradı : cuurat (bk) içmiş gibi söpüldü.
ıksız uygunsuz; gayri tabii; mantıksız; yersiz gayrı makul; ıksız cok kıl – yahut ıksız coğot - : boşuna harcamak; israf etmek; ıksız köp aşırı derecede çok hesapsız.
ıkşa- tıka basa doldurmak (mes bir kabın içine); kuvvetle basmak; kapka abıdan ıkşap turup sal! : çuvala tıka basa doldur! kökürök - tön bir ıkşap, suurup taşta nayzamdı folk. göğsüme bas da, mızrağı çıkar!
ıkşal- 1. tıka basa doldurulmak; (mes. çuval hakkında); 2. dolgunlaşmak (hububat hakkında); ıkşalıp, bışıp turgan ösümdüktör dalğınlaşarak olgunlaşan bitkiler.
ıkşıt- ı öksürüğe tutulmak; şiddetlice ve boğularak öksürmek, 2. kahkaha ile gülmek.
ıkşıy- argın yorgun gözlerini yarı yumarak büzülmek (aç. yorgun, hasta hakkında); ot boyunda ıkşıyıp, bir kempir olturat: ateş başında büzülerek bir kocakarı oturuyor; düküygön bir şaralcındıñ tübündögü kölökögö barıp ıkşıyıp tavşan, sık bitmiş büyük pelinin gölgesi altına giderek büzüldü.
ıkta- ı1. ruzgardan. sığınacak bir kuytu yer aramak; fena havadan saklanmak; sığınacak yer arayıp birbirine sım sıkı. yanaşmak; boroondo ıktap tırat : tipiden kaçıp saklanıyor; 2. şaşalamak; başkasının kendisinden üstünlüğünü kabul etmek; kendini yenilmiş sayarak, gerilemek: gerisin gerisine gitmek; ıktap kaldı : korktu; korkaklık etti; kendinin zayıflığını hissederek, teslim oldu (mes, münakaşada). ıı = nıkta-; basıp ıktap koy onu iyice ez, sıkıştır (seyirciler güreş esnasında yenmek üzere bulunan pehlivana böyle söylerler).
ıktaş- ıı, uzuş. ıkta - ı’den; bir birine ıktaşıp: 1) birbirine sım sıkı dayanarak; birbirinin arkasına saklanarak; 2) birbirine uyarak, ıntıbak ederek.
ıktaşuun birbirine uyma : ıntıbak etme.
ıktat- et. ıkta- ı’den; aytışıp atıp, ıktatıp saldım : onunla münakaşa ettim ve sıkıştırarak teslim olmaya mecbur ettim.
ıktatuu işs. ıktat-’tan.
ıktıbar I. (önce gelen datif ile birlikte) ilişiği olan : methaldar (her hangi bir işte). II = etiber.
ıktımal a.. ihtimal,. muhtemel.
ıktır- = ıktat-.
ıktıt- hıçkırık tutmak.
ıktıyar a. .ihtiyar irade; arzu; ıktı yar bol: muvaffakat etmek ıktıyarı menen : kendi arzusiyle; ıktıyarığız: nasıl isterseniz : ihtiyariniz elinizdedir
ıktyardüü gönüllü, ihtiyari.
ıktıyarduuluk gön.üllülük.
ıktıyarluu = ıktıyarduu.
ıktoo rüzgardan korunmuş olan mahal; rüzgardan ve fena havadan korunulacak yer; kuytu yer.
ıldıy aşağıya; öydö tartsa, öğüz ölöt, ıldıy tarsa, araba sınat ats. yukarı çekerse, öküz ölüyor, aşağı çekerse, araba kırılıyor; başı ıldıy: alçalan sıra ile; başıman ıldıy altın kuysa da barayım: beni altına boğsalar dahi gitmeyeceğim.
ıldıykı alttaki.
ıldıyla- aşağı inmek; alçalmak; ıldıylap bara catkan kün küçü ketken soñkunurların ciberdi: batmakta olan güneş son zayıf ışıklarını yolluyordu.
ıldıytan aşağıdan attan.
ılğa- kseçmek; (iyisini) ayırmak; tafrik etmek; cakşı- camandı ılğabayt: iyi ile kötüyü ayıramıyor.
ıloo umumî bir mükelelfiyet ılmak üzere, yolculara verilen binek veya yük hayvanı, makkâre; ıloo cılkı; dayanıksız at, at boğuça (yahut tabılğıça) ayak ıloo ats. at bulununcaya kadar ayaklar binek hayvandır (mekkâredir).
ılooçu umumî bir mükellefiyet olmak üzere yolculara verilen hayvana refakat eden adam.
ım I, f. nem; nemli mahal; rutubet; ımğa salıp cibit- : suya bandırarak ıslatmak, yumuşatmak. II, (minik) işaret; ım kağışat: işaretleşiyorlar.
ıman ıyman a. vicdan: ımanı cok: vicdansız, namussuz; ımanı uçup ketti: ödü patladı (pek fazla korktu) ımanı ısık bala: cna yakın, sevimli çocuk; 2. iman (dinî kavaat) 3. kelimei şahadet ımanı ayt- yahut ımanı ketir- : kelimei şahadet söylemek; 4. dinî vecibe, kırk bir ıman: bir müslümana tahmil edilen dinî vecibelerin mecmuu.
ımandaş dindaş.
ımnduu vicdankı.
ımansız vicdansız, hayasız.
ımarat = ıymarat.
ımcan f. cankı cenaze; nimcan; zayıf.
ımda- gözle işaret etmek; göz kırpmak; göz ımda: göz oynatmak.
ımdaş- I, işaretlerle anlaşmak; karşılıklıca göz kırpmak. II, nemlenmek.
ımduu yaş; nemli.
ımık- hafifçe nemlenmek; at azıraak ımığıp terdep kaldı: at bir parça terledi.
ımıla : biz baarıbız bir ımılabadız; 1) biz hepimiz aynı fikirdeyiz; biz hepimiz fikirdaşız; 2) biz hepimiz bir çanaktan iyiyp içiyoruz: hepimiz birlikte yaşıyoruz; bay menen cardını bir ımılağa keltirüü mümkün emes: zenginlri ve züğürtleri birleştirmek kabil değildir.
ındıs : ındısım tüştü; suratımı astım; ındısım tüşürüp tül albayt: suratını astı ve söz dinlemiyor (emredilen işi yerine getirmek istemiyor) : ındıstay. düz, yassı (sövmelerde) ; ındıstay bolgon! : vay seni, kalın suratlı! (başlıca çocuklar ve kadınlar hakkında9.
ındoo tohumundan faydalı yağ çıkan bir çeşit şalgam: Brassica rapa olefera.
ıñ ; ıñ cok, cıñ cok: tın yok, çıt yok; ıñ- cıñı cok kulak salıp: ses çıkarmadan bekliyerek.
ıñaala- «ıña- ıña! » diye bağırmak (ağlayan çocuk hakkında).
ıñday 1. uygun hareket; ustalık; 2. müsait haller; elverişli ân; ıñgayı kelse: kolayı gelirse; ahval müsait olursa.
ıñğayla- yudurmak; yoluna koymak; kolaylaştırmak.
ıñğaylan- mut. ıñğayla- dan; ketüüğö ıñğayladı. gitmeye hazırlandı; alar bir ıñğaylanıp orun alıştı: hepsi bir tarafta oturdular.
ıñıran- iyi anlaşılmayacak tarzda konuşmak; ağız içinde bir şey gevelemek.
ıñırçak 1. yük eyeri; öküz semeri; ıñırçaktay. zayıf, kurumuş; ıñırçağı ırdap kalıptır mec. perişan oldu, dilenci durumuna düştü; 2. mec. kötü at.
ıñırçaktuu üzerine yük yahut öküz semeri vurulmuş olan.
ıñırsı- 1. ağır ağır sızlanmak; tembelce gerinerek ıkınmak; ıñşıp- ıñırsıp: gerinerek ve ıkınarak; 2. gevşemek; sölpümek; ıñırsığan talaa: (sıcaktan) kurumuş sahra; 3. meyus ve mahzun dolaşmak; aç- cılañaç ıñırsıp catat hazin bir tavırla aç ve çıplak yola koyulmuş gidiyor.
ıñırt- = ımırt.
ıñk ; ıñk et- : «hınk» etmek; inlemek; ıñk etip, tim boldu: inledi ve sustu; ıñk etken oorum cok: hiçbir hastslığım yok.
ıñkı- pek çok olmak; ıñkığan köp mal: hesapsız çok hayvan; koroodo koylorubuz ıñkıp, kögöndö kozularıbız tizilip catat: ağılda hesapsız çok koyunumuz var; bağlanmış olan kuzularımız sıra ile dizilip yatıyorlar.
ıñtay = ıñğay; ıñtayı kelbey turat: uygun zamanı gelmiyor; kırğızça kiteptiñ baarın bir ıñtay bölök koy! : kırgızça kitapların hepsini başkalarından ayrı bir tarafa koy! ; işteri bir ıñtay boldu: işleri yoluna kondu.
ınsan a. 1. insan; 2. insan soyu (nevi beşer).
ınta çalışkanlık, gayret, özen; bir işe şevkle atılış; heves; teşebbüs, inisyativ; öz ıntası menen: kendi teşebbüsü ile; kendisinin başlamasiyle; ıntañdı koyup oku! : özenle oku! okuuğa ıntası cok: okumaya hevesi yok.
ıntala midesini pek fazla dolduran ve ağırlıktan inliyen adamın hali; kımız içip, ıntala bolup oturat. midesini kımızla şişirerek inleyip oturuyor.
ınlatuu pek fazla hevesi olan; ihtiraslı; alâka ve teşebbüs gösteren; ıntaluu top: müteşebbis grup, zümre.
ıntık- ağır solumak; nefes darlığından muztarıp olmak; ıntığıp süylö- : ağır soluyarak konuşmak.
ıntımak a. ittifak; birlik; ıntımak koş- : fikirlerde uyuşmak; eköönun arasına ıntımağı cok. ikisinin arasında birlik yok; onlar uyuşamıyorlar; ırıs aldı- ınıtmak ats. : talihinin zamanı- birliktir.
ıntımaksızdık ittifaksızlık; vifaksızlık; fikir ihtilâfı.
ıntımaktaş- uyuşmak; anlaşmak; ittifak aktetmek.
ıntımaktuu ittifaklı; vifk içinde yaşayan.
ıntırnat = internat: yatı mektebi.
ıntırnatsanal = enterastsional.
ınıtzar a. 1. bekleyerek ve umutla bakan; ıntızar bol- : beklemek; sabırsızlıkla intizar etmek; ırdaymın ışkım bar üşün, ıntızar boldum car üçün folk. : şarkı söylüyorum aşık olduğum için, intizar ediyorum yarim olduğu için; ıntızar kıl- : sabırsızlıkla bekleemeye mecbur kılmak; 2. gergin bir durumda bekleme.
ıp 1 ile başlayan sözlere katılan takviye hacesidir; ıp- ırıs halis hakikat; tamamile doğru; ıp- ınak: çok yakın dost.
ıraa : körsötüügö ıraa tartpadı: göstermeye cesaret edemedi; ceribizdi duşmaña ıraa körböybüz: topraklarımızı düşmana bırakmayacağız; uşu eski kitebiñdi mağa ıraa körböysüñbü? : şu eski kitaplarını benden esirgiyor musun? ; kızımdı ağa ıraa körböym: kızımı ona denk saymıyorum; o benim kızıma eş olamaz.
ıraak uzak, ırak; uzakta; uzakta bulunan yer; ıraakka: uzağa; körüñön toonun ıraağı cok ats. görünen dağ uzak sayılmaz (görünen köye kılavuz istemez).
ıraakat = ırakat.
ıraakçıl (koşu atı hakkında) uzak mesafeye koşabilen (yakın mesafede ise, kendinin koşu kuvvetini göstermeyebilir).
ıraakı uzaktaki; uzak; tee ıraakı too: şu uzaktaki dağ.
ıraaksın- kendisi için uzak saymak.
ıraaksınt- kendisinden uzaklaştırmak.
ıraaktık uzaklık.
ıraat a. riayet; ıraatı menen: müteakiben, arka- sıra.
ıraazı = ıraz.
ıraazlık = ırazılık.
ırakat a. rahat; keyf; haz; ırakat kör-: rahat görmek; refah içinde yaşamak; keyf içinde yaşamak.
ıraakattan- rahatlanmak.
ırakım = ırayım.
ırakmat a. şükran, teşekkür, Allah razı olsun! : ataña ırakmat! : aşk olsun sana!.
ıramalı a. merhum (ölmüş), rahmetli.
ıramat tar. halk üzerine tarhedilen vergilerden biridir; şayloo bolgondo elden ıramat çığım cıynap alışçu ele: (nahiye ve köy idarecilerinin) seçimi snasında halktan hernevi vergi ve resimler toplanıyordu.
ıramatılık = ıramalık.
ıramattık = ıramalık.
ıramazan a. 1. ay yılının dokuzuncu ayının adıdır; 2. müslümanların bu ayda tuttukları oruç.
ırañ f. (kars. ireñI) 1. renk; ırañ barañ = ürüñ- barañ (bk. ürüñ); öngünö ırañ kirgen: benzine renk girmiş; 2. yeşil ot (çiçek açma çağında) ; cerdiñ rañı cakşı: yer yeşil otla kaplanmış.
ırapırt kont. = raport.
ırapıs r. reps (kumaş).
ıras f. hakikat; hakikatan; ıras aytasıñbı? : doğru mu söylüyorsun? ; ıras cigit eken: hakikatan (iyi) delikanlı imiş; ıras boluptur! I) mükemmel oldu; 2. sana (ona ve s.) öyle gerekti, hakketmişsin!.
ırasa f. doğrusu; hakikatan; cidden; ırasa degende: doğru söylemek gerekse.
ırasçot r. görülen hesap ; ırasçot ber-: hesabını kesmek, yol vermek.
ırasım a. resim, adet; itiyat; ata babadan kalğan ırasım: babadab dededen kalmış âdet.
ıraskot r. masraf, harç.
ırasmi a. resim (adet) ; usul; inisini zayıbın ağası tartıp almadığı ilerte cok iş- ırasmi folk. : büyük kardeşin, küçük kardeşinin karsını ayartması hiçbir zaman âdet olmamıştır.
ırasta- 1. evetlemek; tasdik (teyit) etmek; 2. yoluna komak; yönelymek; ırastap cügün arttırıp,bışıktap arkan tarttırıp folk. : yükünü iyice yükletmeyi emrederek ve onu sıkıca bağlatarak.
ırastaş- birbirine evet evet demek.
ıray çehre; hususiyet; haleti ruhiye; aba ırayı yahut kün ırayı: hava durumu; kü ırayı buzuldu: hava bozuldu; ırayı suuk: çehresi nâhoş; ırayına karadım: (ben bunu) ona hürmeten yaptım; eç nersenin ırayına karabayt: hiçbir şeyi hesaba katmıyor; hiçbir şeye aldırış etmşyor; ömürdün urayı kördü: rahat yaşadı: hayattan hazzını aldı.
ırayatkön kon. = rayatkom.
ırayım a. merhamet; kalp rikkatı; ırayımı tüştü: merhamet etti: acıdı.
ırayımduu merhametli; iyi kalpli.
ırahımsız merhametsiz; taş yürekli.
ırayımsızdık merhametsizlik; taş yüreklilik.
ıraylaş- barışmak; ıraylaşıp, süylöşüp kaldık: barıştık ve konuşuyoruz.
ıraylaştır- et. ıraylaş- tan.
ırayluu sevimli; çehresi hoş olan.
ırayon kon. = rayon
ırazangke = reziñke.
ırazı a. razı; tatmin edilmiş; ırazımın: ben razıyım: başka bir iddiam yoktur; kuday (yahut alda) ırazı bolsun! kon. (teşekkür yahut rica yerinde kullanılan tabir) Allah razı olsun!
ırıs talih; kısmet; ırısı bar = ırıstuu; ırısı kardına çıkkan al. «talihi karnına çıkmış» : onun bütün düşündüğü karnıdır (karnından başka bir şeyi yoktur, ve onu başka hiçbir şey alâkadar etmez) ;ırısı külküsünö çıkkan. gülmekten başka bir işi yoktur: ırıs kesti: talihine mani olan; ırıs keser kapır: meşum kâfir; karısı bardıñ ırısı bar ats. evinde ihtiyarı (yaşlı adamı) bulunanın talihi vardır; ırısı taykı bk. taykı; kaysı ırısıña catasıñ? : hangi talihine güvenerek yatıyorsun (hibir iş yapmıyorsun) ?.
ırıskı a. rızık, nimet dünya nimetlerinden insanın hissesi; mañday teri menen tapkan ırıskı: alın teri ile kazandığı rızık; ırıskının tuyğunun (yahut ılaaçının) uçurdu mec. 1) nimetten mahrum oldu; 2) itibarını kaybetti.
ırıskısız gündelik ekmeği olmıyan.
ırıstuu bereketli; mübarek.
ırızkı = ırıskı.
ırk refah; birlik ve vifak içinde yaşayış; sakin hayat; ekönün ırkı kelişpeyt: birbiriyle geçinemiyorlar; ırkınan çık: ayrılışmak (onunla geçinememek; ırkı ketken ayıl birliği ve bereketi kaçmış olan köy.
ırkıra- gömürdemek; hırlamak; ırkırağan kurğak şamal, şiddetli kuru ruzgâr.
ısap a. insaf; ısabı cok: insafsız; ısabı cokko kaşık salsañ, beş uurtayt ats. insafsıza kaşık verirsen, beş defa yutar.
ısapsız insafsız; vicdansız.
ısçot kon. = sçot.
ısçotobot kon.- sçotovod.
ısı I, sıcaklık, sıcak hava; kurutucu rüzgârlı hava; kerimsel cürüp, aştıktı ısı urup ketti: kerimser rüzgarı esti ve ekinlere sıcak vurdu.
ısı- II, ısınmak; adamakıllı kızmak; çekesi ısıbaptır: tatmin edilmadi, iyilik görmedi; ay sayın çığın saldırıp, ısıbaptır çekebiz folk. : (han) her ay vergi tarhettiği için rahat yüzü görmedik.
ısık 1. sıcak; ısık kün: sıcak gün; kün ısık: hava sıcak; ısık çay: sıcak çay; ısığına küyüp, suuğına toñdum: sevincine sevindim, kederine tasalandım; sööktöğü ısık: müzmin şekil alan hastalık; eski bir hastalığın kalntısı; 2. sevimli; hoş; cana yakın; kelindin betin kim açsa, oşol ısık ats. gelinin yüzünü kim açarsa, o hoş görünür (cana yakın olur) ; ısık dos: yakın, mahrem dost; ısık bol- : dost yahut aşk olmak; ısığın cepsiñ! ; saçmalayorsun! ; 3. = ısılık 2; 4. sivilceç kabarcık.
ısıkta- hareketi olmak (hasta hakk.), ateşi artmak.
ısıktık = ısıkçılık.
ısıla- = ısıkta-.
ısıllı : ısılı- suuktu! sıcaklı- soğuklu; ısılı- suuktu ketip cürüp, at buzulup kalıptır: sıcağa- soğuğa dikkat etmeksizin içrimek, yedirmek suretiyle atı harap ettiler.
ısılık 1. sıcak; şiddetli yaz sıcağı; 2. ısıtan yiyecek yahut içecek (Kırgız mütabbipleri bütün yiyecek ve içecekleri üç bölüğe: «ısıtan» ıslık yahut ısık, «soğutan» - suuktuk yahut suuk ve «tarafsız» gıdalara ayrıyorlardı; meselâ, sığır eti «soğutan», at eti «ısıtan», koyun eti ise «tarafsız» sayıldığı gibi, yeşil çay da «soğutan», siyah çay ise, «ısıtan» sanılıyordu).ısım.
ısım a. isim; ısmı: ismi; ısımıngız kim? : isminiz nasıl?.
ısın- ısınmak.
ısmuu işs. ısın- dan.
ısırap a. israf.
ısırapçı müsrif.
ısış- birbirleriyle aşkî münasevetlerde bulunmak.
ısıt- ısıtmak.
ısıtuu ; ısıtma.
ıskar = ızğaar.
ıskat a. dn. ölünün istirahati ruhu için dağıtılan hediyeler; ıskatıña koyulğur; : geber (istiyen adam vermiyen adama böyle sövüyorlar).
ıslam a. islâm.
ıslamçıl müslüman birliği tarafdar: panislâmist.
ıslamçıldık islâm birliği tarafdarlığı: panislamizm.
ıslot kon. = slyot.
ıspat a. isbat etmek; delilendirmek; delilerle pekitmek.
ıspattuu tekit: teyit; isbat etme.
ıspırapke kon. = spravka.
ısrık = adıraşman.
ıstarc kon. = staj.
ıstakan kon. = stakan.
ıstampıl kenarlı (bordürlü) muslin (istanbul); ak ıstambıl: beyaz muslin; kök ıstampıl: mavî muslın.
ıstampul = ıstampıl.
ıstan . kon. = stan.
ıstanok kon. = stanok.
ıstansa kon. = stansiya.
ıstarçın ıstarşı, r. tar. köy muhtarı.
ıstarşı r. kon. baş (mafevk manasıyle) ; ıstarşı tekşerüüçü: baş sorgu hâkimi; starşı militsa: baş milis memuru.
ıstatıya kon. = statiya.
ıstoloboy r. kon. yemekhane, yemek odası.
ıstudent kon. student.
ış 1. tütsüleme tahsis edilen şey. (deri ve deriden yapılan kap- kaçak gibi) ; ış ıştayt: (deriyi ve deriden yaplan kap- kacağı) tütsülüyor; otko cakın ış küyöt, cengeğe cakın kız küyöt ats. : ateşe yakın tutulmak suretiyle tütsülen şey yanar; geline yakın olan kızın (yani görümcenin) kalbi yanar; 2. (deri ve deriden mamûl kap kacak gibi) tütsülenen şey 3. isin bıraktığı sarı iz.
ışın- 1. (yatakta, kalkmak istemeyip) tenbelce bir yandan o bir yana dönmek; 2. tereddüt etmek işınbay: tereddüt etmeksizin; katiyetle; ışınbay cooğo tiyip bay folk. : cesaretle düşman üzerine saldır.
ışıncaak 1. bouyna yatıp duran, uykycu (zor boyanan ve yatağından güç halle kalkan adam hakkında) ; 2. mütereddit; cesaretsiz.
ışıncaaktık tereddüt; cesaretsizlik.
ışkı Ia. sevgi; aşk; arzu: ışkım tüştü; pek hoşuma gitti ve bunu arzu ediyorum.
ışkı- II, sürmek; sürtmek; cığaçtı cığaçka ışkısa, ot cığat: ağaç ağaca sürüştürülürse, ateş çıkıyor.
ışkıbos a- f. bir şeyi iptilâ derecesinde sevsn; teatrğa ışkıbos: tiyatroyu seven, tiyatro aşıkı (bu söz «aşkbaz» dan bozulmuş olsa gerektir; M).
ışkıl- pas. ışkı- II- den.
ışkıluu bir şeyi iptilâ derecesinde seven ve onu candan arzu eden; bala kezde mıltıkka ışkıluu boldu cürögüm folk. : (daha) çocukluğumda tüfeğe hevesim vardı.
ışkır- ıslık çalmak, ışkırmak; suuk cılanday ışkırat: soğuk yılan gibi ıslık çalıyor (yani, dehşetli soğuk) ; çılkıña karap ışkır ats. yorağanına gör ayağını uzat! (harfiyen.; at sürünün büyüklüğüne göre ıslık çal!).
şkırık ıslık.
ışkırıkçı ıslık çalan; ıslıkçı.
ışkırt- et. ışkır- dan.
ışkıruu işs. ışkır- dan.
ışkızar a- f. aşık; ışkızar bol- . aşık olmak.
ışpala kon. = şpala.
ışlom kon. = şlem.
ışta- tütsülemek; ise tutmak (deriyi).
ıştal- tütsülemek; islenmek.
ıştampul kon. = ştempel.
ıştan kadın pantalonu; donu; ıştanı meni başıma; folk. o kadın beni rezil etsin; o kadın beni kahretsin! (harfiyen: o kadının donu benim başıma dolansın;).
ıştap kon. = ştap.
ıştarap kon. = ştraf.
ıştat kon. = ştat.
ıştatnıy r. kon. kadroluk: kadroya dahil olan.
ıştık tütsüleme yeri (dereyi tütsülemek için kullanılan yer) ; kol ıştık: toprakta açılmış olan tek bir delikli tütsüleme yeri.
ıştırap kon. = ştraf; ıştırap sal- : ceza kesmek.
ıştoo işs. ışta- dan.
ıştuu isli, islenmiş; tütsülenmiş; tütsülenmel suretiyle işlenmiş olan (deri).
ıyğılık : ıyğılığım çıçkılık boldu: içinden çıkılmaz bir duruma düştüm; işin hangi tarafından tutmasını bilmiyorum (hiçbir işim gereği gibi yürümüyor).
ıyık 1. kutsal, mukaddes; uğurlu, talih getiren; koom mülkü- ıyk mülk: cemiyet malı mukaddestir; ıyık mildet: mukaddes vazife; ata mekenin saktoo- Sssr grajdañdarının ıyık mildet; vatanı korumak- Sovyet Birliği vatandaşilarının mukaddes borcudur; ıyık kötör-tar. 1) sevilen bir hayvanı, binilmemek ve kesilmemek şartiyle sürüye katmak; 2) hastanın sürüdeki sevgili hayvanını yakalamak ve hasts istediği zaman kesmek; 2. cıdağı yağır (bu manayla daha ziyade: ıyık cal).
ıyıktaş- birbirine sokularak sıkışmak; bir biribizge ıyıktaşıp, iyrilip catıp uktap kaldık: birbirimize sokulup sıkışarak, toparlanarak uyuya kaldık.
ıyın- ıkınmak; kendini zorlamak; ıyınıp- ıçkınıp: ıkınarak kendini zorlayarak.
ıyla- ağlamak; kan ıyla- : kan ağlamak; ıylabağan balağa emçek cok ats. ağlamayan çocuğa meme yok.
ıylaak 1. çok ağlayan, ağlayık 2. içi su ile dolu olan kabarcık (diyelim, koyunun, ineğin mide civarı yağında, yahut tendeki yanık yerinde) : sulu nasır.
ıylaakta- ciltte, vucudun ensacinde kabarcık, nasır peyda olmak.
ıylaaktat- et. ıylaakta- dan; kolun ıylaaktatıp küygüzüp alıptır: elini yakmış ve bu yüzden kabarcıklar peyda olmuş.
ıylakta- bir işi istemiyerek yapmak; ıylaktabay kozu bayla! : çok düşünüp durmadan, çabucak kuzuları bağla!.
ızğaar 1. iliğe işliyen soğuk, ayaz; 2. ruzgâr; cıluu ızğaar cel arğı folk. hafif ılık rüzğar.
ızğaarduu ayaz; don; ızğarduu cel: iliğe işliyen soğuk ruzğâr; ızğaarduu suuk! şiddetli soğuk, ayaz.
ızğaarla- fena suretle tahkir etmek; azarlamak.
ızğar = ızğaar.
ızğı- hızla dönmek; acı ses çıkararak dönmek; buroolor ızğıdı: vidalar ses çıkararak döndü; çañ ızğıdı: buramburam toz kalktı.
ızğıt I, kız kuşu: Vanellus capella. II, (konuçun arka tarafındaki dikiş yerine dikilen deri şeridi.
ızğıt- III, et. ızğı- dan; çañ ızğıt: toz kaldırmak.
ızğıtuu işs. ızğıt- tan.
ızı : ızı- çuu: gürültü, gürültü- patırtı, şamata yaygara; ızı- çuu tüştü: herkes bildiği gibi yaygara kopardı (k,m, bağırdı, kimi ağladı; kimi yüksek sesle konuştu, ve s.) ; ızı- çuula-: yaygara koparmak; bağırıp- çağırmak; ızı çuulağan ündör: gürültülü sesler.
ızıçuu = ızı- çuu (bk. ızı).
ızıçuula- = ızı- çuula- (bk.ızı).
ızılda- acı acı sesler çıkarmak.
ızıldat- et. ızılda- dan.
ızıldatuu işs. ızıldat- tan.
ızıldoo işs. ızlda- dan.
ızıñ ıslık.
ızıñduu ıslık çalan; ızıñduu ok ünü: ıslık çalan ok sesi.
ızırıl- = ızırın- : ızırılgan cel: şiddetli ruzğâr.
ızırın- hiddetle üzerine atılmak; yumruklarla saldırmak; dövüşe hazır bulunmak; hiddetlenerek kendinden geçmek; kabaktarın tüyüp, ızırındı: kaşarını çattı ve aşırı derecede kızarak, kendinden geçti.
icara a. icar, kira; icarağa koy- : kiraya vermek.
iç I, 1. her şeyin içerisi; iç kısmı; içinde: birisinin, bir nesnsnin iç tarafında (mekân ve zaman hususunda) ; üydüñ içinde: ev içinde; üstöldüñ içinde: masa içinde; beş kün içinde: beş gün zarfında; içine; üydüñ içine: obanın içine; iç küydü yahut iç küydülük: tehevvür, aşırı hiddet; garaz; gizli düşmanlık, kin; alardıng iç küydüsü bar: onların kini vardır; iç küydülük menen; garazla; kızgınlıkla, hiddetlenerek; iç arasınan: (onlar) kendi aralarında, gizlzce; içi buzuk: ahlakça bozuk, namussuz; içi keñ: iyi kalplı; cömert; içi tar: bethah; kıskanç hasis; iç bışır- : iç sıkıntısını mucip olmak, gücendirmek, başa dert olmak, bıktırmak; içi bışat: canı sıkılıyor, iççine bıkkınlık gelmiş; aytkan sözünö içim cılıp kaldı: söylediği söz hoşuma gitti; onunla mutabık kaldım; iç arabızda bk. ara 1; içiñe sakta! : sır olarak sakla! soğumun cüygün bolso, içiñe sakta ats. : kestiğin hatvanların (bk. soğum) semiz olursa sır olarak sakla! ; içimen tap kişi: ketûm, ağzı pek adam; caman cakşı içte bolsun: iyi- kötü her ne ise, içte kalsın: kötülükle anmayın! ; 2. karın; kursak; mide; içim ooruyt: karnım ağrıyor; içi ötöt: içi sürüyor; midesi bozukmuş; içi ooruyt: karnı ağrıyor; içi al- : mideyi bozmak; açı bağan saamal içti alat: elşimemiş kımız mideyi bozuyor; 3. ters taraf, astar (giyimde); çapandın içi: kaftanın astarı.
iç- II, 1. içmek; çay iç- : çay içmek; 2. yemek; sorpo iç : çorba içmek; tamak iç- : yemek yemek; aştık köp bolup, eki cıl içpeyt ats. ekin ne kadar çk olursa- olsun, iki sene yetmez; içerdin aşın içpes keçet ats. : başkasınınki için acımaz (harf. : yemesi mukadder olmayan kimse, yiyecek adamın her heesabına imtina ediyor) ; iççip çıçar avm. tufeylî, uyuntu.
içe bk. içegi.
içegi içek, bağırsak; içek- kardı yahut içe- kardı: karnı- bağırsakları; içegibizdiñ karındısına çeyin kaltırbay süylöştük: her şey hakkında konuştuk; bol- bol görüştük, sohbet ettik; bir içek bolup kalıptır: çok yemek yiyemiyor (mes, uzun zaman et yememiş olan kimse, çok et yiyemez) ; bittiñ içegisine kan yutan: bitin bağırsağina kan akıtıyor.
içek bk. içegi.
içik yüzü kumaştan olan kürk; kiş içik: samur kürk.
içil- mut. iç- II’den.
içim : bir içim: bi rdefa içecek kadar mayi.
içir- içirmek.
içirken- ürpermek; ihtiyarsız irkilmek.
içirkent- et. içirken- den.
içirtki yahut içirtki duba: deva olmak üzere, içmek için kâseye yazılan üfürükçü duası.
içiş- hep beraber içmek.
içke 1. ince; ip- içke: incecik, çok ince; 2. db. ön sıradaki, yumuşak, palatal (sesler hakk.).
içkele- : içkelep bil- : gizlice öğrenmek.
içkelik 1. incelik; 2.db. ön sıraya ait olmaklık; palatal’lik; yumuşaklık (ses hakk.).
içker- incelmek.
içkereştir- :ot içkereştir- : henüz yanıp bitmemiş olan odunların ortaya atmak suretiyle ocaktaki ateşi düzeltmek.
içkeri içeriye, içeride.
içkerki içerideki; içerki orus es. iç vilâyetlerden gelen Rus (Türkistanlı olmıyan).
içkeret- inceltmek.
içkertil- incetilmek.
içki I. içerideki, dahilî; iiçki oorular dahilî hastalıklar. II = içkilik 1.
içkiç 1. çok içen; kan içkiç: kan içen, hunhar; 2. ayyaş.
ile a. hile; çeviklik; ustalık; atiklik; kurnazlık; çaresazlık; bara kelde ileñe! : maşallah ustalığına!.
ilebbay = ılabbay.
ileele- çok yavaş, gevşek ve tenbelce yürümek.
ileelet- et. ileele-‘den.
ileendi sünepe; pis.
ileendilik pislik; intizamsızlık.
ileeş- takılmak, çam sakızı gibi yapışmak; ilişmek, peşini bırakmamak; etek- ceğiñe ile eşip, köp köndör östüm: senin eteğine yenine takılarak, uzun zaman büyüdüm; Açbuudan mağa karmatpayt, üç kündön beri ileeştim folk. Açuudan (at) kendisini yakalatmıyor, üç günden beri peşinden dolaştım: ileeşkeni bar: aklını oynatmış, köz ileekençe: iki göz rarsında, bir anda.
ileeştir- et. ileeş-‘ten.
ileeşüü işs. ileeş-‘ten.
ilegen f. tabak, leğen; çnı ileğen: porselen, fayand tabak.
ileger a- f. = ilelüü.
ilegilek beyaz leylek; kara ilegilek: siyah leylek.
ileki = eleçek.
ilekilek = ilegilek.
ilelüü a.- k. hilekâr, atik, becerikli; ilelüü balban: usta pehlivan; güreşin türlü türlü usullerini bilen güreşçi.
ileñ : ileñ- salañ: yavaşça, ağır, gevşekçe, istemiyerek; oorusu ayıkpay, ilen- salañ bolup cüröt: hastalığı aynı durumdadır; ne daha iyi, ne daha kötü; cumuştu bütürböy, ileñ- salañ kılıp cüröt: işi birirmeyip, boyuna sallıyor.
ilep 1. sıcaklık, sıcak hava; ısıktıñ ilebi kaytkanda: sıcaklık inerken; ottun ilebi: ateşin verdiği sıcaklık; ilep tart: havayı içeri çelmek; bıçak ile tartıp tutar; bıçak çok iyi kesiyor; korkunç ilebi alğan cüröğü bir az es alğanday boldu: korku almış kalbi birparça sükûnet bulmuş gibi oldu; ilebine dan bışpayt: yanına yanaşılamıyor 2. seslenme, nida; ilep belgisi gram. haykırış, nida işareti.
ilepay = ılabbay.
iletüü 1. sıcak, yakıcı; ileptüü cel: cıcak ruzgâr; 2. haykırışlı, nidalı; ileptüü süylöm: nidayı içine alan cümle.
iles : ak iles = ağiles.
ilgeç çengel.
ilgeri 1. ileri, ileride; ilgeri bas- : ileri basmak; mec. iyileşmek; başarılar yapmak, ilerlemekj; katardan ilgeri- kiyin turgandar: (sırayı bozarak) ileri- geri duranlar; 2. daha önce; evvelce; kün ilgeri; evvelden, evvelce, zamanında; 3. daha iyi; ilgeri ket- : ileri gitmek; başarılar yapmak; iş ilgeri- : kolay gelsin! (çalışmakta olan kimse için iyi dilek) ; caman- kişiden kiyin, itten ilgeri ats. kötü adam- insandan fena, köpekten iyidir.
ilgerile- ilerlemeki, iyileşmek, muvaffak olmak, başarılar yapmak, terakki etmek; okuusu kündön- küngö ilgerilep kele atat: okuması günden- güne ilerlemektedir.
ilgerileş- müş. ilgerile-‘den.
ilgerilet- ü ilerletmek, iyileştirmek; muvaffakiyet, terakki sebebi olmak.
ilgeriletüü ilerletme; ilerlemeye yardım etme.
ilgerilöö ilerleme; terakki etme.
ilgerki 1. evvelki; eski zamandaki; ilgerki zamanda; eski zamanlarda; 2. ilerde bulunan; ilgerki köçkö cettik: ilerde bulunan kafileye yetiştik.
ilgiç 1. tokasiyle birlikte kemer; ilgiçin kurçandı: kemerini taktı, kuşandı; 2. kendisine bir şey yahut nunla bir şey takılabilen ayğıt, ilmik; kimiy ilgiç: elbise askısı; 3. = ilgir.
ilgir alıcı kuş hakkında) iyi kapan, çabuk kapan, takılan; kırgıydan ilgir bol! atmacadan daha iyi kapıcı, usta ol!
ilik I. 1. kanca; beş ilik: beş parmaklı yaba (anazıt) ; üç ilik (üçülük şeklinde söylenir) üç parmaklı anazıt; ilik salbağan cılkı: hiç binilmemiş at, hiçbir zaman sırtına eğer vurulmamış at; 2. haber, salık; iligi cok coğuldu: nam- nişan bırakmadan kayboldu. II, 1. hısım, akraba; bul kişi menen ilikbiz: bu adamla biz akrabayız; ilik cöndömö gram. genetif; 2. cilik sözünün tekidir.
ilki- ağır, gevşek, tenbelce hareket etmek, yürümek;ilkip arañ ele basam: güç hal sürünüyorum; zor çok zahmetle gidiyorum; ilkibey: durmadan, çabuk, gecikmeden; ilkip- salkıp: tenbelce; sallana sallana.
ilkit- et. ilki-‘den; ilkitip ele bastırıp keldim: (at üzerinde) gayet yavaş geldim.
imiş gûya, diyorlar ki (bu söz, söyliyenin haber verdiği şeyden tamamiyle emin olmadığı;yahut başkalarından naklen söyladği, ve mes’uliyeti kendi üzerine almak istemediği takdirde kullanılır) ; kerek imiş: gerkmiş; kelet imiş: gelecekmiş; bul işti uşul kıldı değen imiş- imiş bar: bunu o yapmış diye lakırdılar var.
imla = imle.
imle a. imlâ.
imperator r. imparator.
imperialçıl = imperialist.
imperialist r. emperyalist.
imperialistik emperyalizma ait, mütealik, mensûp.
imperializm r. emperyalizm.
imperiya r. imperatorluk.
import r. idhalât.
incener = injener.
incu inci.
industriya r. sanayi, endüstri.
industriyalaştır- sanayileştirmek.
industriyalaştıruu sanayileştitirme.
industriyalık sınaî, endüstriel.
inek inek; bukada kayın cok, inekte törkün cok ats. öküzün kaynı yok, ineğin hısım akrabası yok (bk.törkün).
irkil- küme halinde toplamak, irkilmek, toplanmak.
irkilt- küme halinde yığmak; itelgi tiygen taanday irkiltip sayıp kirdi deyt folk. : Falco laniarus denilen doğanın, Colaeus denilen kargaları küme halinde toplar gibi, toplayıp, (insan kalabalığına) saldırdı ve kılıç çaldı.
irme- 1. göz kıpmak; göz yummak; köz irmegenim cok: gözümü kapadığım yok, hiç uyumadım; közün irmebeyt: gözünü bile kıpmıyor; caş irme- : göz yaşını silmek; kanat irme- : kanat germek; silkmek; 2. çekmek (tüfeğin tetiğini) ; irmegenin cazbağan: (tüfek) kurşun (hedefe doğru vırıyordu) ; 3. nişan almak; irmegenin ciberbeyt: nişan aldığı hedefini kaçırmaz; irmegeni ilbirstey, kaysağanı kamanday folk. : pars gibi nişan alıyor (sıçramaya hazırlamıyor), yabani domuz gibi kapıyor.
irmem : bir irmem çöp:hayvanın birden koparabileceği mikdar ot.
irüü 1. ekşime; 2. çürüme.
is marsığın havaya dağıttığı zehirli koku; bışıma is tiydi: başıma marsık vurdu.
isirkekten- çıkıvermek (küçük çıban hakkında).
isirkektenüü işs. isirkekten-‘den.
iskek yüzdeki yahut tenasül aletlerindeki kıllar yolmak için kullanılan cımbız.
iskekte- 1. yüzdeki yahut tenasül aletlerindeki kılları cımbız ile yolmak; 2. ufak nesnelerin içinden daha irilerini üğürtlemek (diyelim yün içinden kılları).
iskektet- et. iskekte-‘den.
iskektöö işs. iskekte-‘den.
iskitke r. tenzilât.
iskusstvo r. sanat.
ismen ismene, kon. = semena.
ismendel- kon. değişmek, biri arkasından biri gelmek (nöbetler hakkında).
ismete kon. = smeta.
ispirapke kon. = spravka.
ispirt kon. = spirt.
iş iş; çalışma; işi kılıp: hulâsa,sözün kısası; ne olursa- olsun; işi kılıp işteyt; üstünkörü çalışıyor; eçteme menen işi cok: hiçbir işle alakası yok, hiçbir şeye karışmıyor; işiñ bolbosun; : senin işin değil, karışma! ; kılmış işi bk. kılmış; iş ordu. sınai müessese, iş yeri; iş cürgüzüü: iş yürütme, tesviyei umur; iş cürgüzüçü: mübeyyiz, kâtip; iş taştoo: iş bırakma, grev.
işarat a. işaret; ima; adamğa- işarat, aybanka- kaltek ats. : insana- ima hayvana- kötek.
işçötkö r. fırça.
işek = şişek.
işembi f. cumartesi.
işembilik cumartesi çalışmaları, hep beraber toplanarak görülen iş.
işenimdüülük kendisine itimat edlen adamın hususiyetleri ve evsafı.
işeniştik emniyet; işeniştik menen: emin olarak.
işent- = işendir-.
işenüü itimat: inan.
işkana k-f. imalâthane, atölye.
işkep r. dolap.
işker k- f. 1. faal; gayretli (enejik) ; 2. cemiyet işleriyle meşkul olan; bu gibi işlerde aktif olarakl çalışan.
işkerdüü = işker.
işkerlik faaliyet, aktivite, gayret; azimkârlık.
işkiliktüü 1. faal; işkiliktüü katışka: faal bir surette iştirat etmiş; 2. müessir; işkiliktüü çara körülgön emes: müessir tedbirler alınmış değildi.
işköl r. mektup, okul.
işmer 1. becerikli, mahir; 2. iş adamı.
işmerdik ustalık.
işte- işlemek; işteseñ, tiştersiñ ats. : «işlersen, dişlersin» : çalışırsan yersin; munu men sokur it bok calağıça iştep salamın: ben bunu bir çırpıda yaparım; iştepçığaruu: imâl; iştep çığaruu norması: istihsal miktarı (payi) ; iştep çığuu: işleyip bitirme.
iştel- mut. işte-‘den.
iştermen = işker.
iştet- 1. çalıştırmak; 2. işletmek.
iştetil işletilmek.
iştettir- et. eştet-‘ten.
iştiktüü becerikli, makul; işbilir, pratik; iştiktüü sunuş: uygun işe yarayan teklif.
iştüü çalışkan.
it 1. köpek, it; itçesinen; köpekçe, it gibi; üyü cakın ittin kuyruğu uzun ats. : evi yakın olan köpeğin kuyruğu uzundur; itin murdunan tüşköndöy: darağacından kurtulmuş gibi kaçıtorsun (harf. : köpeğin burnunda düşmüş gibi) ; itkemingender al. : «köpeğe binenler» ! baldırı çıplak serseriler; oozunan ak it kirip kara it çıktı: «ağzına beyaz köpek girerek, siyah köpek çıktı» : sövüp- saydı, söylemediğini bırakmadı; it- kuş: yırtıcı hayvanlar, kurtlar; it baldak: bir nevi yüzme tarzı; 2. on iki senelik hayvan devrî taviminde on birinci yılın adıdır.
itaalı efsanî bir varlıktır, ki erkekleri köpek, dişleri kadındırlar.
itatay = itetay.
itçilik = ittik.
itelgi bir nevi doğan, Falco laniarus.
iten- bir ileri geri hareket etmek suretile tek durmamak.
iteñde- 1. kanburunu çıkararak, sekerek yürümek (zayıf ve arkası çıkık adam hakkında); 2. sallanmak, bir ileri geri hareket etmek (atlı hakkında).
itiy raşitizm; itiy boğon baladay: raşitik çocuk gibi cılız kurumuş.
itkel yağlı et suyu üzerindeki köpükler.
itkeldüü köpükle ve yağla örtülü (et suyu hakkında) ; itkeldüü sorpo: yağlı çorba.
ittik itlik, köpeğe has olan evsaf; ittik kıldı: kancılık etti.
iy I, memnuniyetsizlik, tevbih, taacup ifade eden nida: iy, atañ körü! : ey, kahrolası! II, debagat; sepi (deriyi işleme) ; iyi cetken: (deri) gereği gibi sepilenmiştir; iyge geldi yahut iyge köndü: uymuşadı, yola geldi; bir iştiñ soñuna tüşkördö, iyin cığara tüşöbüs: eğer bir işin peşine düşersek, biz onu gereği gibi başarıyoruz. III, iğmek; bükmek; baş iy- baş iğmek. IV, 1. adamakıllı yumşamak (hayvan memesi hakkında) ; 2. bırakmak, vermek (sütünü) ; beeiybedi: kısrak süt vermedi; emçegi sütkö tolup, iyip ketti folk. . memesine süt doldu ve aktı; 3. cömertlik göstermek; iyilik göstermek; kaygısına ortoktoş buluuğa köñülü iydi: kederine candan iştirak etti.
iy- V = ir- II; muştap iydi: yumrukla vurdu; sögüp iydi: sövüp- saydı; şiltep iydi: salladı; atkarıp iydi: ata bindiridi.
iya ha? : emne dediñ, iya? : sen ne dedin, ha?
itabat a. yahut taat- iybadet: Allaha tapma, ibadet.
iybarat = ibret; ibarat al- : ibaret almak.
iydi tahtadan kapkacak yapılırken oymak için kullanılan bıçak.
iygilik 1. iyi iş; hayırlı iş; iygiliktin erte- keçi cok ats. : iyilik yapmak içi erken veya geç denmez: iyilik her zaman yapılabilir; 2. verimlik; muvaffakiyet; başarı.
iyegiliktüü- et. iy- II’ten; baş iggiz: baş iğdirmek; itaat ettirmek.
iyi evet; iyi, andan kiyin: evet, sonra?.
iyilik iğ; iyik iyiz- : ip iğirmek.
iyil- iğilmek; bükülmek; caş çıbıktır, iyilgeni- sıñanı, caş cigittin uyalğanı- ölgönü ats. : taze çubuk büküldü mü, kırıldı demektir, genç delikanlı rüsva oldu mu, öldü demektir.
iyiliş- müş. iyil- den.
iyilüüçülük sis. sapkınlık.
iyin I, omuz; iyiniñdi tozdurba: yırtık- pırtık giyimle dolaşma; iyin iç: gömleğin arkasına iç taraftan konulan kumaş parçası. II, in.
iyindüü inleri olan, inli; iyindüü cer: inleri çok olan yer.
iyneçelik hacimce iğne kadar; küçücük; iyneçelik iştegen işi körünböyt: (zerre kadar işlediği işi görünmüyor) iş başardığının bir nişanesi yoktur.
iynelik yusufçuk böceği.
iyrek 1. yiv; zikzak; hattı münkesir, kırık çizgi,; yılankavi; yivli; 2. deri temizlemek için bir aygıt (iri- iri dişleri olan, demir yahut ağaç tahtacık).
iyrekte- iyrek’le (bk.) kazımak.
iyreleñde = iyreñde; iyreleñdep uzata ketken col: uzaklara giden yılankavi yol.
iyreñde- kıvrıl- kıvrıla gitmek.
iyreñdet- et. iyreñde- den; iyreñdetip tart- : yılankavi çizgi boyunca çekmek.
iyrey- iğrilmek.
iyreyt- iğriltmek.
iyri I, iğri; yılankavi; iyri oturup, tüz keñeşeli: iğri oturup, doğru müşavere edelim; kol iyrisine tartat ats. : harf. : el kendi iğriliğine doğru çekiyor; iyri- miyri: iğri- büğrü.
iyri- II = iyir.
iyril- mut. iyir- den.
iyriliş- müs. iyril- den; koylor çoğulup iyrilişti: koyunlar yığın halinde bir araya toplandılar.
iyrilt- yığın halinde bir araya toplamak; küme haline koymak.
iyrim 1. yumak; bir iyrim cip: bir yumak iplik; bir iyrim cün: bir tane iğe sarılabilecek kadar yün; 2. dernek; sakmat iyrimi; satranççılar kulübü; asker iyrimi: askerî dernek; sayısı iyrim siyasî kulüp.
iyriy- iğrilmek; çarpılmak.
iyse- hiddetle baş sallamak. kol iyse- . hiddetle el sallamak.
iyseñde- hareketlerinde zayıf ve çelimsiz adama benzemek.
iysin- 1. sütünü tutmak, vermemek (kısrak hakkında); bee iyisinip kaldı. kısrak sütünü tuttu , vermedi; 2. umsanmak, gevşemek (cüsseli, iri- yarı erkek gören kadın hakkında).
iysiniş- müs. iysin- den.
iysint- et. iysin- den; kulundu salabağa kişi iysintip koyot. tayı (kısrağa) yanaştırmasını bimiyen kimse, kısrağın sütünün kesilmesine sebeğ olur.
iyul r. Temmûz.
iyun r. Haziran.
iyüü 1. iğme, bükme; 2. sis. sapma.
iyzat = izat.
iyzatuu = izatuu.
iz iz, eser; iz caşırıp cüröt: izini kaybettiriyor; sırrını gizliyor; izine tüştü: onu takip ediyor; baskan izim artımda kalsın! : (yalan söyledimse) bastığım izim gerimde kalsın! ; sarı iz bk. çöp; izin suutpay; izini kaybetmeden.
kaalgı- 1. uyuklamak; yarı uyumuş durumda bulunmak; mec. pineklemek; kaalğıp uktap oturat: oturuyor ve uyukluyor; 2. tenbelce ve gayet ağır hareket etmek; kaalğıp bastırıp keldi: ağır ve tenbel yürüyüşle yanaştı.
kaar a. gazap, hiddet, kahır tehevvür, kudaydın kaarı: Allahın belâsı, mel’un; alçak herif.
kaarda sövmek; tahkir etmek, kahretmek.
kaardan- kızmak; gazaba gelmek.
kaardant- et. kaardan- ’dan.
kaarduu kızmış; gazaplı, gözü dönmüş.
kaarı- kızgın demirle yakmak; kızgın demirle damga basmak; yakmak; kavurmak; tili cön turbay, köründöngü kaariy beret: dili rahat durmuyor, rastgelen herkesi iğneliyor; suuk betti kaarıdı: soğuk hava yüzü çimdikledi; carğakşım köttü kaarıdı: deri don kıçı yara içinde bıraktı.
kaarıl- mut. kaarı- ’ dan; çet elderdeği emgekçilerdin turmuşuna cürögüm kaarılıp çıdabayım: yabancı yurtlardaki emekçilerin hayatına kalbim acıyor ve sabrım tükeniyor.
kaarlan- = kaardan- .
kaarman f. kahraman.
kaarmandık kahramanlık; cesaret.
kaaruçu elde beliren karhadır (ki onu sahte tabipler kızgın demirle yakma suretiyle tedavi ederler; bk. karı) ; koluna kaaruçu çığıptır: eline çıban çıkmış.
kaasıl a. ele geçen; hasıl; muratı kaasıl boldu: muradına erdi; tamamiyle tatmin edildi.
kaat a. kıtlık; kahtu galâ; kuraklık.
kaatçılık 1. kuraklıktan, kahtu galâdan ileri gelen bütün şartların ve neticelerin topu; 2. es. buhran, kriz; ünom kaatçılığı: iktisadi buhran.
kabaağan saldırgan (köpek) .
kabaanak = = kabaağan.
kabak I, 1. gözkapağı; kabağı carık yahut kabağı açık: şendir, keyiflidir; kabağım- kasım debeyt bk. kaş I; kabaktan kar caadır: «gözkapağından kar yağdırmak» somurtkan ve muzlim bir suratla bakmak; kabağına kar caap kalıptır: keyfi yerinde değildir; kabağı biyik yahut car kabak: kaşları çatıktır; kabak bürkö yahut kabak tüy- : kaşlarını çatmak; surat asmak; somurtmak; kabağı cabık: kaşları çatık; abûs; 2. oyuk; kazıntı; çukur; derin dere. II, kabak; cucurbita lagenaria; aş kabak: balkabağı; suu kabak: su için balkabağı.
kabaltañ kabalteğn = = kabelteñ.
kabar I, a. haber; sahk; tebliğ; kabar al- : haber almak: haberdar olmak; kabar ber- : haber vermek; haberdar etmek; kabarım cok: bilmiyorum, haberim yok, haberdar değilim; kabarına albadı: kulak asmadı,aldırış etmedi, ona vız gelir; bey kabar: habersiz, bihabaer; kabarın bildiñerbi? : ondan bi haber aldınız mı? kabarıñarda bardır: belki siz hatırlarsınız; kabar-atar: haber, habercik.
kabar- II, kabarmak; şişmek; kabarıp açuusu keldi: pek fazla hırslandı, ayranı kabardı.
kabarçı 1. haberci; malûmat verici; 2.muhabir, reportaj yapan; gazete kabarçısı: gazete muhabiri; ayıl- kıştak kabarçısı: köy muhabiri: köyden gazetelere haber yazan muhabir.
kabardan- haber almak; haberdar olmak.
kabardanış işs. kabardan- dan; kabardanış kerek: haberdar olmak lâzım.
kabardant- haber vermek; haberdar etmek.
kabardar a- f. haberdar, kabardar bol: haberdar olmak; tetikte bulunmak.
kabardaş- biri birini haberdar etmek; mektuplaşmak; haberleşmek.
kabarıñkı bir parça kabarık; hafifçe şişkin; kalkık.
kabarış . I, kabarma; şişkinlik.
kabarış- II, müş. kabar- II’den.
kabarlan = = kabardan-.
kabart- et. kabar- II’den.
kabat sıra; tabaka; kat; defa; kabat üy: birkaç katlı ev; kabatı menen al- : (katları bozmadan biri biri üstüne koyarak) birkaç tabakayı almak; eki kabat: iki tabaka; iki defa; astığkı kabat: alt kat, alt tabaka; üstüñkü kabat: üst kat; üst tabaka.
kabatır a. korku; endişe,merak, kaygı; balañdan kabatır bolbol; çocuğun için merak etme!
kabatta- tabaka- tabaka yapmak; kat kat istif etmek; eki kabatta- : iki tabaka yapmak; kabattap temir soot kiyip folk. :üzerine birkaç tane zırh giyerek:
kabık I. kabuk; ceviz, fındık ve s. kabuğu; ağaç kabuğu; kızıl kabık: yabanî soğan.
kabık- II: cel kabığıp ketpesin: rüzgâr dokunmasın.
kabıl I, a. kabûl; muvafakat; kabıl tuttuñbu? es. kabul ettin mi? (nikâh kıyan kimsenin nikahları kıyılmakta olan kimselere soracağı sual); men şartıña kabılmın: ben senin şartlarına razıyım; kabıl kıl- yahut kabıl al-: 1) muvafakat etmek; 2) kabul etmek; kabıl emes: kabul edilemez; kabıl emes, Akbermet, uşu kılgan tileging folk. : bu arzun yerine kelsin.
kabıl- II, 1. rastgelmek; karşılaşmak; birleşmek, kişiye kabılğan coksuñarbı? : kimseye rastgeldiniz mi? kimse ile karşılaşmadınız mı? 2. düşmek, kapılmak; men balaketke kabıldım: ben felâkete düştüm, tutuldum; çıtırmaña kabıldım: çıkralığa düştüm.
kabılan (bununla Kırgızlar muayyen bir yabanî hayvanı değil de, genelce iri ve kaplana benzer bütün hayvanları kasdederler) pars, kaplan, bebr; kabılan tuuğan (bahadırın Destanda sık sık karşılaştığımız sıfatıdır) kaplan doğmuş.
kablda- I, muvafakat etmek; tasvip etmek; kabul eylemek.
kabılda- II, katmerleşmek; kuvvetlenmek; şiddetlenmek; oorusu kabıldap ketti: hastalığı şiddetlendi; ihtilatlar yaptı.
kabıldaş- müş. kabılda I, II’den.
kabıldır- . et. kabıl- II’den; kargaşağa kabıldır: kötü tatsız bir vaziyete düşürmek; caman işke kabıldır: fena işe sürüklemek.
kabıldoo I, muvafakat; tasvip. II, iktilât; katmerleşme.
kabır I, a. kabir, mezar. II, r. kubur, tabanca kılıfı; mavzurun kabırınan suurup aldı: mavzerini kuburundan çekip çıkardı. III: kabır kubur: ayak patırtısını taklittir.
kabırğa kaburga; kabırgası mayluu: başkalarına iyiliği dokunan kimse: (“kaburgası yağlı”) ; kabırğama batıp turat: (ben ona) acıyorum, (onun için) canım acıyor; anın oorusu caman kabırğama batıp turat: onun hastalığı benim canımı acıtıyor; bizge kabırğası kayışıp da koyğon cok: o bize hiç acımadı; kabırğam kayışıp oturğan cok: acımıyorum; kabırğam menen (yahut kabırğama) keñlişip köröyün: “kaburgama danışayım” – bir parça düşüneyim; kabırgañ menen keñeşip, erteñ coop ber! : iyice düşün de, yarın cevap ver!
kabırğaluu kaburgaları iyi gelişmiş; kaburğaluu at: kaburgaları kuvvetli olan at.
kabırıl- batmak, çukurlaşmak; içi kabırıldı yahut kursağı kabırıldı: karnı battı, çekildi.
kabırılt- ezmek, çukurlatmak.
kabış I, birleştirme; bir nesneyi diğer bir nesnenin yanına koyma, dayama; kol kabış: yardım, tutma, müzaharet etme; kol kabış kıl- yahut kol kabış tiygiz- : yardım etmek, tutmak, desteklemek; buudayına kol kabış kılıp cüröm; buğdayını toplamak hususunda ona yardım ediyorum; kol kabış komissiya: yardım komisyonu; cel kabış: üşütme, nezle.
kabış- II, sövüşmek, küfretmek, dövüşmek. III, müş. kabı- ’dan.
kabışçı : kol kabışçı: yardımcı, muavin.
kabışta = = kapşır- .
kabıştık : kol kabıştık: yardım, destekleme, muzaheret; kol kabıştık körsöt- : yardımda bulunmak.
karıştır- et. kabış- II, III’ten.
kabiçke = = kaviçki.
kabilet = = kapilet.
kabinet r. kabine.
kabinka r. kabina, kamara.
kaca- aşındırmak (mes. , biri birine sürüşen iki nesne hakkında) .
kacağay dizgini çekildiği zaman başını yüksek kaldıran at; taydı kacağay kılıp üyröttü: tayını öyle alıştırdı ki şimdi o (dizgini çekildiğinde) başını kaldırıyor ve yürümüyor.
kacağayla- 1. başını kaldırmak ve yürümek istememek (at hakkında) ; 2. mec. isteksizlik göstermek, kırın mırın etmek; mildettü işiñen kacağaylaba: yapmaya mecbur olduğun işi sallama!
kacal- aşınmak (mes. iple) .
kacala- kemirmek.
kacan- kudurmak, taşkınlık etmek.
kacañda- yanına yaklaştırmayıp, kâh birisine, kâh ötekisine saldırmak (mes. , başka atları kendi yemine yaklaştırmıyan at hakkında) .
kacañdoo işs. kacañda-’dan.
kacaş- biri birini kemirmek; sürtüşmek; biri birine sürtünmek; eki aygır bir birin kacaşıp atat: iki aygır bir birini kemiriyor, ısırıyor.
kacıldaş- biri birine karşı mırıldanmak; sövüşmek.
kacır I, bucur (bk.) ve kucur sözlerinin tekidir; kacır- kucur 1) çatırtı; kıtırtı; kabırğasın kacır- kucur söğüñör: folk. kaburgasını kıtır kıtır parçalayın; 2) gürültü ve neşeli konuşma. II, yahut ak kacır: bir nevi akbaba (Gybs fulvus) .
kacırluu atılgan, cesûr (insan hakkında).
kacıt- et. kacı- II’den.
kaç- 1. kaçmak; sakınmak; kaçınmak; tiyip- kaçıp: fasıla ile, arada sırada; tiyip kaçıp işteyt: fasıla ile çalışıyor; eti kaçıp, söök kalğan dene: bir derisi bir de kemiği kalmış (harf. : eti kaçıp, yalnız kemiği kalmış olan bir vücut) ; alıp kaç- yahut ala kaçtı kıl- : kaçırmak; ala kaçtı kıldı: aldı kaçırdı; ala kaç- : 1) alabildiğini koşmak (kızgın at hakkında) ; 2) mec. mübalâğa ile konuşmak, atmak, heyecan uyandırıcı haberler söylemek; alıp kaçtı (yahut ala kaçtı) kabar: heyecan uyandırıcı, “ayaktan yıkıcı” haber; ala kaçma yahut alagaçma (at hakkında) : sert başlı; 2. (kuş hakkında): uçup gitmek; kaçıp ketken bürküt: (sahibinden) kaçmış kara kuş; ötkön ömür – kaçkan kuş, kayrılıp kelbeyt ündösö: folk. geçmiş ömür uçmuş kuş gibidir, çağırsan da dönmez; 3. kösnümek (dişi hayvanlar hakkında) ; 4. kaçınmak; orokton kaçkan ıraak çıçat: ats. ekin biçme işinden kaçınmak istiyen, aptes bozmak için uzağa gider.
kaçan ne zaman; kaçan kelesiñ? : ne zaman geleceksin? alda kaçan: artık çoktan; alda kaçantan beri? : çok zamandan beri; kaçantan beri? : ne zamandan beri? ; kaçan da bolso: ne zaman olursa olsun; her zaman; daima; herhalde; ar kaçandan bir kaçan: her zaman ve daima.
kaçankı kaçan’dan sıfat ismidir; kaçankıdan murun 1) ne zamandan beri? ; 2) çoktan; öteden beri
kaçantan bk. kaçan.
kaçarman kaçmayı düşünen; kaçmayı kendine gaye edinen.
kaçık uzak; uzaktaki; ırak.
kaçıkta- 1. kaçmak; 2. kaçınmak.
kaçır I, katır, ester.
kaçır- II, 1. kaçırmak,elden çıkarmak; attın kaçırtıp ciberdi: atını kaçırdı; tuyğunun kaçırdı: Falco candicans denilen doğanını kaçırdı; bu doğan uçup gitti; 2. (hayvanları) çiftleştirmek; 3. saldırmak; meni colbors kaçırdı: benim üzerime kaplan saldırdı; kaçırğanı kamanday: folk. yabanî domuz gibi (savletle, cesaretle) saldırıyor; bıçak menen kaçırdı: bıçakla hücum etti.
kaçıra- gıcırdamak; kıtırdamak; kaçırap sındı: çatırtı ile kırıldı.
kadırese (kadır ese) , mutat; sade; mutat olduğu üzere.
kadırkeç a- f = = kadırman.
kadırla- = = kadırda- .
kadırlaş = = kadırdaş I, II.
kadırluuluk = = kadırduuluk.
kadırman a- f 1. eski ahbap; 2. mahbup, mahbube.
kadırmanda- ihtiram etmek; saymak.
kadik f. şüphe; kuşkulanma; meniñ bir kedik kılıp cürgön cerim bar: benim bir şüphelendiğim nokta vardır; meniñ köönümdö kedik bar ele: folk. benim gönlümde bir şüphe vardır.
kadiktüü şüpheli; kapilet uktap, tüş kördüm, kadiktüü caman iş kördüm: folk. derin uyurken bir düş gördüm, düşümde fena ve şüpheli bir iş gördüm.
kadim a. eski kadîm atîk; çok eski.
kadimki 1. çoktanki; eski; eski zamanlara ait; 2. adî; mutat; kadimki özüñ körgöndöğüdöymün: eskiden gördüğün gibiyim; kadimkidey; 1) eskisi gibi; mutat olduğu gibi; 2) normal tabiî.
kadis = = adıs.
kadoo 1. at bağlanacak kazık; 2. çivi; kadoo baş: demiri delmek için kullanılan aygıt; 3. perçin çivisi kenet; eki cerinde kadoosu bar tabak: iki yerinde keneti bulunan tabak.
kadooluu çivi ile tutturulmuş, perçinlenmiş.
kadr r. 1. sahne (sinema filminde) 2. kadro; kadrlar barlığın çeçet: kadrolar her şeyi halleder.
kağıl 1. çarpmak, çatışmak; çakılmak; kakılmak; eşik kağıldı: kapıya vuruldu; 2. kağılayın ( = = aylanayın) : canım, sevgilim; görüp doyamadığım; 3. hayatta çok şeylere katlanmak; pişmek; kağılbağan: hayatta hiç bir şey görmemiş geçirmemiş, toy; caş, kağıla elek kız: genç ve toy kız; kağılğan bala: pişkin çocuk; görmüş geçirmiş delikanlı; feleğin çemberinden geçmiş.
kağılış I, çarpışma; çatışma, tutuşma; kağılışta kan ölöt: ats. çarpışırken kan bile ölüyor.
kağılış- II, biri birine çarpmak; çarpışmak.
kağılıştır- bir şeyi başka bir şeye çarpmak; çarptırmak.
kağın- II, 1. sırtındaki yaraya burnu ile vurmak (sinekleri kovmak isteyen at hakkında) ; 2. silkinmek; etek ceñin kağınıp etek- yenini silkerek; 3. sürçmek 4. kabırğadan kağın: zaturriye ile hastalanmak; kabırğamdan kağındım: zaturriyeye tutuldum.
kağınçık bir şeyi silkerken husule gelen kalıntılar; un elerken elekte kalan katılaşmış topaklar; un salğan kaptın kagınçığı: çuvalı silkerken içeriden çıkan un kalıntısı.
kağış I, kapışma; muharebe; çarpışma; kağışka miner Maaniker: folk. çarpışma zamanında binmeye yarayan Maaniker (denilen at.)
kağış- II, 1. bir nesneyi başka bir nesneye çarptırmak; kol kağış: (iki kişi alış- veriş zamanında) biri birinin ellerine vurmak; ım kağışat: karşılıklıca göz kırpıyorlar; tize kağış: (oturanlar hakkında) sıkışmak (harf. dizlerini vuruşmak) ; tize kağışa oturğala! : bir parça sıkışarak oturun! ; 2. çarpışmak; tokuşmak; çatışmak; kavga etmekç kağışa berse may tüşöt: ats. onlar kavga ederse, benim hisseme yağ düşüyor; eki döö kağışsa, orto certe kara çımın kırılat: ats. iki dev çarpışırsa, onların arasındaki kara sinek helâk olur; üzöñgü kağış bk. üzöñgü.
kağıştır- bir şeyi başka bir şeye çarptırmak; ot kağıştır- : ateşi düzeltmek; birdi birge kağıştır- : birini diğerine karşı kışkırtmak: birdi birge kağıştırğan eme: işleri eviren- çeviren; Alinin külâhını Veliye, Velininkini Aliye giydirmek suretiyle geçinen; atik; çevik.
kak I, karga ötmesi; karğanıñ “kak” etkeni özünö kumbanıç ats. karga ötüyor ve kendisi seviniyor. II, tam; noktası- noktasına; ne fazla, ne eksik; kak tüştö: tam öğleyin; kak ele özü: tam kendisi; köçönüñ kak ortosunda; sokağın tam ortasında; kak üstünön çıktı: tam üzerine geldi (bastırdı) . III, kurutulmuş, sert, katı, kuru, çorak; kak baş: 1) kurumuş kafatası; 2) hilekâr, kurnaz; kak çeke (at hakkında) kuru alın kuru kafa (cins olma ve yürüklük beldeğidir) VI, çorak yerde küçük bataklık; katuu cerge hak turat, kayrattuu erge mal turat: ats. katı zeminde bataklık kalır, gayretli yiğitte mal kalır.
kak- V, 1. vurmak, çarpmak, çırpmak; kakmak, çakmak; kazık kak- : kazık çakmak; kiyiz kak- : keçe çırpmak; alma kak- : (ağaçtan) elmayı vurup düşürmek; kirpik közün kakpay: gözünü kapamadan; eer kaktı bk. kaktı; düşmandı ak- : düşmanı defetmek; kozğoloñçulardın atakasın kâğıp salıştı: âsilerin hücumunu püskürttüler; 2. korku vermek için bağırmak; balasın kagıp koydu: çocuğuna bağırdı; 3. es. (bu manayla daha doğrusu öpkö kak-) ; hastayı, kefaret için kurban edilmiş hayvanın ciğerleriyle vurmak (karş. kağıl- 2) ; 4. bağıp kak- : lâlâlık etmek; üzerine titremek; itina ile terbiye etmek; bağıp kakkan balam: üzerine titrediğim çocuğum; 5. can kak- : ısrarla rica etmek.
kakakta- homurdatıcı, mızmız ve titiz olmak (başlıca ihtiyar kimseler hakkında) .
kakal- tıkanmak (bir şey yerken boğazında kalmak) ; etke kakaldım: et boğazımda kaldı.
kakanak zar; yeni doğan hayvan yavrusunun vücudunu örten ince zar; koy kakanağın cara elek: koyunların kakanak yarmak (kuzulamak) zamanı henüz gelmedi; koy kozusunun kakanağın calap koyuptur: koyun kuzusunun kakanağını yalamış.
kakanakta- kabarmak, şişmek (yanmış deri hakkında) .
kakıy- 1. dik durmak; kendini dimdik tutmak; 2. dikilip durmak; tañ atkança çınm etpey kakıyıp çıktım: bütün gece göz kapamadan dikilip durdum.
kakıyt- et. kakıy- ’dan.
kakim = akim.
kakkı 1. dürtme; kakkı ce- yahut kakkı kör: her türlü zorlamalara ve itiş- kakışlara maruz olmak; baarınan hakkı- sokku koröt- : her yandan dürtüş- itiş vuruş görünüyor; herkes onun üzerine varıyor; ret, ademi kabul.
kakkıla- sıksık vurmak; takırdatmak.
kakku = kakkı.
kakmar 1. gayet pis ve örselenmiş nesne; 2. pis, kaka (kadınlar tarafından çocuklara tevcih edilen sövme) .
kakpak = kapkak.
kapaş = kak baş (bk. kak III) .
kaksız = koorsuz; oorusu kaksız ayıktı; hastalığı büsbütün geçti.
kakşa- 1. hıçkırmak; acı acı ağlamak; kan kakşadı: acı acı ağladı; 2. sancı yapmak; şiddetli ağırmakç mustak suuğa salganda, kol kapşap ketet: soğuk suya sokarken el karıncalanıyor; 3. çok konuşmak; durmadan gevezelik etmek; kakşap ırdayt: durmadan ırlıyor (şarkı söylüyor) ; çok şarkı söylüyor.
kakşaal sert, vahşî, ıssız (başlıca, mahal, tabiat hakkında) ; aram kakşaal! : sık sık kadınlar çocukları böyle azarlıyorlar.
kakşan- hıçkırarak ağlamak.
kakşat- et. kakşa- dan.
kakşı- kurumak; kakşığan çöl: kuru çöl! murdum kakşıp turat: burnumun içi kurumuş.
kakşıkta- 1. tevbih etmek; azarlamak; başa kakmak; 2. istihza etmek; bir kimseye onda bulunmıyan meziyetleri atfederek eğlenmek.
kakşıt- et. kakşı- dan; süttön kakşıttımbı? : seni sütten mahrum ettim mi?
kakta- 1. kurutmak; kavurmak; kızartmak (kap içinde değil de, şişte) ; kaktabay kanın sorot: kavurmadan kanını emiyor; bay- manaptar eldin kaktabay kanın sorğon: baylar ve manaplar halkın kanını emdiler; 2. (hayvan yavrusu hakkında; anasının memesini) son damlaya kadar emmek; 3. hayvanın sütünü son damlaya kadar sağmak; koydu kaktap saasa, koyarık bolot; koyunun sütü son damlaya kadar sağılırsa, koyun zayıflar.
kaktant- kurutturmak, kavurtturmak, kızarttırmak.
kaktaş- müş. kakta- ’dan.
kaktı : kün kaktı bolğon at: sıcak havalarda çok binildiğinden semirmek istidadını kaybetmiş olan at; eyer kaktı: 1) (at hakkında) fazla eyer altında bulunan ve çok binilmek yüzünden takattan düşen; 2) (insan hakkında) ; at üzerinde çok dolaşan ve buna alışık olan.
kaktır- et. kak- V’ten.
kal I, f. 1. ben; hâl; 2. leke (folklorda sık- sık ihtiyarlık ve dermansızlık olmak üzere kullanılmaktadır) ; karılık basıp etimdi, kal basıp nurluu betimdi folk. : ihtiyarlık vücudumu ezdi, nurlu yüzümü leke bastı.
kal- II, 1. kalmak; geri kalmak; aşım kalsa- kalsın, işim kalbasın ats. : yemeğim kalırsa kalsın, işim kalmasın; kalgan: kalan, bakiye; murun artta kalğan uluttar: eskiden geri kalmış olan milletler; kiyin kal- : gecikmek; gecikerek gelmek; çatakka kaldı: nâhoş bir işe karıştı; kalğan- katkan: kalıntılar, artıklar; döküntüler; kala berse bk. ber- II; biröö kalbastan: hiç biri kalmadan; istinasız hepsi; bir caş kalbastan: bütün gençliğin hepsi; ordunda kaldı: kendisine yol verildi; üögö (yahut üydö) kal- : evde kalmak; Maskööğö (yahut Masköödö) kaldı: Moskova’da (bütün bütün yahut uzun zaman için) kaldı; tilden kal- : 1) dilden mahrum olmak; konuşmak istidadını kaybetmek; 2) mec. ölmek; bügündön kalbay; bugünden tezi yok, muhakkak bugün; kış cakın kaldı: kış yaklaştı; köönüm kaldı: hayal kırıklığına uğradım; soğudum; az kaldı: az kaldı; az kalıpsıñar: az kaldı siz. 2. kal- fiili yardımcı fiil rolünde işin beklenilmemiş olduğunu gösterir (karş. ket- I) ; batpay kaldı: sığmadı; kelbey kaldı: gelmeden kaldı, gözükmedi; köktöm bolso, bolup kaldı; bahar geldi artık; düşman kelip kalsa: ya bidenbire düşman gelirse; at turup kaldı: at durdu kaldı (ve bir daha yürümek istemiyor) ; saat catıp kaldı: saat durdu; töşökkö cata kaldık: yatağa düşüverdik; bala on ayğa cetpey ölüp kaldı: çocuk on ay bile yaşamadan ölüverdi; maksatına cetpey ölüp kaldı: maksadına ermeden ölüverdi.
kala I, hububat övütme ücreti. II = kaala.
kala- III, 1. bir daire şekli vererek, biri biri üzerine dizmek; tezeği mahrutu nakıs şeklinde birbiri üzerine koymak; üzük kala- : obayı üzük’la (bk.) örtmek; tuurduk kala- : obayı tuurduk’la (bk.) örtmek; çiy kala: obayı çiy ile (bk. çiy I) kuşatmak; eşikke kiyiz kala: kapıya keçe geçirmek; 2. örmek, yükseltmek (duvarı) ; 3. (ateş) tutuşturmak.
kalay I, 1. kalay; kalay çayka- : kalaylamak; 2. teneke kutu; (destanda) maden. IIyahut kalayça: nasıl, ne suretle.
kalayık a. millet (toplantıda söz söylerken halka böyle hitap edilirdi) .
kalayla- I, kalaylamak (kalay sürmek) ; 2. bir işi yalnız gösteriş için yapmak (dileyim, bir şeyi hakikî gümüşle değil de, gümüşe benziyen bir nesne ile kaplamak) ; dayanıksız yapmak.
kalaylat- et. kalayla- ’dan.
kalayman 1. kargaşalık; isyan; 2. kon. kıyam çoñ kalayman: büyük ayaklanma (1916 yılında) ; çoñ kalayman cili büyük kıyam senesinde (1916 yılında) .
kalbıñda- kımıldamak (büyük ve kalın dudaklar hakkında) .
kalbıñdat- et. kalbıñda- ’dan.
kalbır I, f. kalbur; kalbır bayla yahut artına kalbır bayla: olmadık şeyler uydurmak, “masal anlatmak” . II, r. yahut kalbır taktay: kalın kereste (rusçası: “gorbıl” ; M.)
kalbırla- kalburdan geçirmek.
kalbıy- büyük ve kalın olmak (dudaklar hakkında) ; kalbıygan: kalın dudaklı kimse.
kalbıyt et. kalbıy- ’dan; erdin kalbıytıp, til albay koydu: kalın dudaklı (veya dudaklarını şişirerek) söze kulak asmadı.
kalcay- yüksek ve arık görünüşte bulunmak; kalcayğan çoğ ögüz: kocaman (fakat arık) öküz.
kalcañ 1. aptal; budala; 2. boş ve manasız sözler söyliyen geveze, zevzek.
kalcañda- sallanmak (başlıca, ihtiyarlar ve sarhoşlar hakkında) ; kartayıñkı tartıptır, kalcañdap kele catır folk. : kocamıştır: gevşek basarak geliyor.
kalcıra- 1. mırıldanmak; saçmalamak boş boğazlık etmek; kalcırap oozuña kelgendi süylöböy otur: ağzına geleni söyleyip, saçmalayıp oturma; 2. gülünç ve kötü bir vaziyette bulunmak.
kalcırat- et. kalcıra- ’dan.
kalca löğusaya verilen etli yemek.
kalç titremeyi ifade eden taklitlik bir sözdür; muundarı kalç- kalç: boğumları tiril- tiril… (diyelim, korkudan) ; kalç kalç et- : titremek.
kalça I, görünüşü çirkin ve biçimsiz (insan hakkında) .
kalça- II, (aşık oynarken) bütün oyuncuların vuruş aşıklarını almak ve oyunu kimin başlayacağını tayin eylemek için onları dağıtıp atmak; (çakıl taşlarıyla oynarken) “köpekleri vurmak” (tabir) ; kalçap kalğan: mec. seçme.
kaldakta- sallanmak, dalgalanmak (kocaman ve biçimsiz nesne hakkında) .
kaldalañda- 1. telâşçı olmak; 2. saf, saf dil olmak.
kaldalasta- telâş etmek; bir işi acele, telâşlıca, şaşkın bir halde yapmak.
kaldañda- biçimsiz ve ağır hareket etmek; coru kaldañdap uçup kaldı: akbaba (kanatlarını geniş açarak) biçimsiz ve ağır uçtu.
kaldasta- = kaldalasta- .
kalday I, Şarkî Türkistan Moğollarının idarî rütbelerinden biridir. II, öne doğru çıkı olmak; kabarmak; biçimsiz şekilde bulunmak; kaldayğan kara börük: yüksek siyah kalpak; köktö kaldayğan kara bulut; gökte kocaman kara bulutlar; kaldayıp catkan kara tün: aşırı karanlık gece; teri kaldayıp katıp kaldı: deri kurusu ve tümseklenip kabardı; bürküt kaldayıp uçup kele atat: kara kuş ağır ve kabasaba uçup geliyor.
kaldayıñkı bir parça çıkık, kabarık; bir parça biçimsiz şekilde olan.
kaldayt- et. kalday- ’dan; tonun kaldaytıp kele atat: bol kürkünü giymiş halde geliyor.
kaldık kalıntı, bakiye; eski adat kaldığı; adet bakiyesi; kötü inanç; talkalañan taptardın kaldıktarı: tarumar edilmiş olan sınıfların kalıntıları.
kaldır gümbürtü ve şakırtı sesini taklittir; eşik kaldır etip açıldı: kapı gürültü ile açıldı; kaldır- kuldur: paldır küldür.
kaldıra- gürlemek; gümbürdemek; kaldırap tüştü: gümbürtü ile düştü.
kaldırak 1. hışırtı yapan; şakırdayan; 2. gümbürtü; arabanın kaldırağı: araba gürültüsü; 3. kalkan; zırh; kaldıragan salınıp, kalday çığa uruştu folk: zırhını giyerek, kalday’ini giyerek (bk. kalday I) öne çıkarak döğüştü.
kalem grek. (arapça ve farsça vasıtasiyle) yazı aygıtı; saz kalem; kalem sapı; kurşun kalem; kalem uç: (çelikten) kalem ucu; kalem sap = kalemsap; kamış kalem: kamıştan yapılan kalem; kalem akı es. (resmî evrak) yazma ücreti; kalem kaş folk. ince kaşlı (dilberin sıfatı) ; 2. mec. kader, alınyazısı (mutat olduğu üzere, kelime bu mâna ile Allahın adıyla bir arada kullanılır) .
kalempir grek. (arapça ve farsça vasıtasiyle) : kırmızı biber; kalempir açuu- tuz bolboyt ats. biber acıdır. (lâkin tuz değildir, tuz yerini tutmaz) .
kalıñ I, 1. kalın, sık (mes. orman hakkında) ; kalıñ toko: sık orman; kalıñ el: gayet çok halk; kalıñ proletariat köpçülüğü: geniş emekçi kütlesi; 2. (karş. çoon 1) : (mes. kâğıt, kumaş, tahta hakkında) ; kalıñ kağaz: kalın kâğıt; kalıñ çapan: kalın, sık palto; kar kalıñ: kar çoktur; 3. derin; kalıñ boldu orubuz folk. hendeğimiz derin oldu. II, es. mihir (alınan kız için verilen mal, para v. s. : ağırlık) : septüü kızdın kalıñı seksen cılkı, segiz töö ats. çeyizli kızın mihri seksen at ve sekiz deveden ibarettir; kalıñ (yahut kalıñmal) ce- : mihr almak.
kalıñda- I, kalınlaştırmak; sıklaştırmak; kalıñdap kiyin: kalın, sıcak giyinmek; kalıñdağan kol: hesapsız çok asker. II, es. mihir vermek suretiyle kız isteme (bk. kalıñ II) .
kalıñdal- kalınlaşmak, sıklaşmak.
kalıñdan- koyulaşmak; sıklaşmak.
kalıñdat- et. kalıñda I- ’den.
kalıñdattu işs. kalıñdat- ’tan.
kalıñdık 1. sıklık (mes. , ormanın sıklığı) ; kesafet (mes. , nüfusun kesafeti) ; kalınlık (mes. , tabakanın, kerestenin, kâğıdın v.s. nin kalınlığı) ; kalıñdığı bir eli küzgü: bir parmak kalınlığı ayna.
kalıp 1. şekil; model; kalıp; kalıp taş: taştan (kurşun dökmek için) model; kalıpka sal- : kalıba dökmek; kalıba gelmek; şekil vermek; bir kalıpta: değişiksiz; ayni vaziyette, kalıbındağı boydon koldonulbayt: safi halinde kullanılmıyor; kalıbına keltirüü: iptidaî şekline getirme; eski şeklini diriltme: restauration; 2. yalnız bir tarafında nakışlar bulunan madenî zıynet.
kalıpta- 1. şekil vermek; kalıba gelmek; 2. eski haline komak.
kalıptan- 1. bir şekil almak; kalıba gerilemek; 2. eski şekline dönmek.
kalıptant- et. kalıptan- ’dan.
kalıptantuu eski haline koma.
kalıptat- et. kalıpta- ’dan.
kalıs a. 1. kararsız: hasbî; bitaraf: tarafsız; şahsan menfaatlı olmıyan; kalıs kal- : rey vermekten istinkâf etmek; kim kalıs kaldı? : kim istinkâf etti? ; köpçülük caktap, azçılık karşı kol kötördü, kalıs kaluuçu bolğon cok: çoğunluk lehte, azınlık aleyhte rey verdi, çekinen (istinkâf eden) olmadı; 2. hakem; kalıska sal- : 1) hakemler hükmüne komak; 2) hakem olarak göstermek.
kalkalan- saklanmak; kendini müdafaa etmek; himaye altında bulunmak.
kalkaloo himaye etme; müdafaa.
kalkalooçu hâmi; müdafaacı.
kalkaluu başkaları için arka ve mesnet olan; erdemli; kalkañ tiygen dalayğa kalkaluu eleñ tobumdan folk. : bir çok kimseler senden iyilik gördü, benim çetemin içinde sen en faziletli kimsesin.
kalkan 1. kalkan; 2. siper; perde; sığınak; 3. içine kurşun doldurulmuş olan aşık; 4. kılgan otu (karş. ködöö, tulañ) ; 5. = kaldırkan 1.
kalkançı = kalkan 1.
kalkançık siper; perde.
kalkay- siper gibi bir şeyin üzerine sarkmak (mes. şapkanın geniş kenarları gibi) .
kalkayt- et. kalkay- ’dan.
kalkayuu işs. kalkay’dan.
kalkı- bir mayıin yüzüne çıkmak, üstte yüzmek; suu üstündö kalkıp cüröt: su sathında yüzüyor.
kalkılda- 1. küçük dalgacıklar meydana gelmek (suyun sathı hakkında) ; cürögüm kalkıldap turat: bulantı hissediyorum; 2. kımıldamak; süzülerek hareket etmek; aeroplan kalkıldap uçat: tayyare süzülerek uçuyor; olku- solku kalkıldap folk. kâh sağa, kâh sola iğilerek; 3. kaynaşmak; kalkıldağan kalıñ el: hesapsız çok halk.
kalkıldat- et. kalkılda- ’dan.
kalkıt- et. kalkı- ’dan.
kalkıy- kurumlu bir tavır takınmak, kurumlu bir tavırla dikilmek (uzun boylu adamlar hakkında) .
kakoz kon. = kolhoz.
kalkozçu kon. = kolhozçu.
kaloo işs. kala- III’ten; kaloon tapsa, kar küyöt ats. tutuşturma usulünü bulursan, kar dahi yanar.
kalot r. kütük.
kalp a. yalan; kalp ayt- : yalan söylemek; kalpıñdı koyl: söylemesini bırak!
kalpa a. tar. 1. muallim; 2. kendisine küçük talebeler zümresine nezaret etmek ödevi tevdi edilen büyük talebe: halife, kalfa; 3. bir şeyhin müridi (bk. eşen) .
kalpak 1. sivri tepeli keçe kalpak: külâh; kuu kalpak: görmüş- geçirmiş; çevik; kurnaz; bir takım işler becermesini bilen; ak kalpak 1) beyaz külâh; beyaz kalpak; 2) mec. kırgız; 2. mec. mıymıntı.
kalpalık kalfalık (bk. kalpa) .
kalpıçı yalancı; kalpıçının kuyruğu bir tutam ats. yalancının mumu yatsıya kadar yanar (harf. : yalancının kuyruğu bir tutam) .
kalt kult sözünün tekidir; tolkunda kayık kalt kult etti: kayık dalgada sallandı.
kalta I, 1. kese; torba; töş kalta: yan (göğüs) cebi; 2. haya kesesi, torbası (scrotum) . II, pürüzlü; diş diş olan (mec. kötü bilenmiş olan tırpanın yüzü hakkında) .
kaltakta- 1. titremek, sallanmak (ihtiyar kimsenin kafası ve elleri hakkında) ; bir yandan öbür yana iğrilmek; 2. telâş etmek; şaşalamak; şaşkın bir halde bir yandan öbür yana kıvranmak; kaltaktap emne kıların bilbey catat: şaşaladı ve ne yapacağını bilmiyor; unruluğu çıkkansıp, kaltaktap karap turğan kişiçe sandıraktayt: hırsızlık yaparken yakalanmış adam gibi, şaşkın şaşkın bakarak, sayıklıyor.
kaltaktat- et. kaltakta- ’dan; çoñ çara kımızdı kaltaktatıp kötürüp alıptır: o kadar büyük bir tasla kımız getiriyor ki ağırlıktan müvazenesini kaybederek sallanıyor.
kaltala- : kaltalap al- : torba torba, çuval çuval almak; (kıymetli şeyleri) bol bol almak.
kaltar parlak siyah tüylü tilki (mavi tilki) ; cünü kaltarday bolup cata kaldı: 1) kılları mavi tilkinin tüyü yatıverdi; 2) mec. gayet zevklandı; suluuluğuñ karasam, suusar menen kaltarday folk. senin güzelliğine bakıyorum da, o zervada ile mavi tilkiye benziyor; ak kaltar: mavi tilki envainden biridir.
kaltay- mutedil, mütevazi olmak: kaynağa kaltaybasa, kelin kelteybeyt ats. : büyük kayın mütevazi olmazsa, gelin de saygılı olmaz.
kaltıldoo işs. kaltılda- ’dan; bul maselede kaltıldoo kerek emes: bu meselede tereddüde mahal yoktur.
kaltır- bırakmak: terketmek; ordunda kaltır- : yerinde bırakmak; ordunan kaltır- : yerinden çıkarmak, vazifesine son vermek, yol vermek; tañ kaltır- : hayrete düşürmek; şaşmayı mucip olmak.
kaltıra- titremek.
kaltıran- irkilmek, titremek.
kaltırak titreme; bütkön boydu kaltırak bastı: bütün vücut titredi.
kaltırat- titremeyi mucip olmak: titretmek.
kaltırt- et. kaltı- ’dan.
kaltıru bırakma: terketme; ordunda kaltıruu: yerinde bırakma; ordundunan kaltıruu: yerinden kaldırma vazifesine son verme.
kalu bala a. : kalu balada cazılğan: ezelde yazılmış.
kaluu işs. kal- II’den; işiñden kaluuna emine sebep boldu? : senin (mahkeme) işinin geri kalmasına sebep ne oldu?
kam I, f. çiğ; ham; tört tülük malın bölğülö, arpasın kam orğula: folk. bütün hayvanlarını musadere ediniz, arpasını da yeşil halinde biçiniz! ; kam teri: ham deri; işti kam kılıp koydu: işi şöyle böyle, üstün körü yaptı; kam köş: gevşek, zayıfça; kam köş bayladıñ: gevşek bağladın; kam köştük: gevşeklik; dayanıksızlık. II, a. gam, endişe, kaygı; kış kamı: kışa dair endişe; kam ce- : gam yemek, bir şey hususunda kaygı göstermek; bir işe başlamak; kış kamın cep atat: kışa hazırlanıyor; eldin baarı tiriçiliğine kam urdu: herkes dirimlik (günlük) işleriyle meşgul oluyor (harf. : bir eli odunda, bir eli suda, zavallı canı rahat edemiyor) ; kam- cem, bk. cem.
kama- I, 1. çevirmek; sarsmak; kuşatmak; cılkını korooğo kama: atları ağıla kapat; 2. tevkif etmek. II, dişi kamaştırmak; toñ alma tişimdi kamadı: ham elma dişimi kamaştırdı.
kamaara kamaarı- , (yalnız menfi şekilde) : kamaaraba: merak etme; keler oñunan, kamaaraba: yoluna konur, hiç üzülme; kamaarabağan kişidey: yabancı ve hiç aldırmayan kimse gibi; al kamaarap da koyboyt: hiç endişe etmiyor; aslâ aldırmıyor.
kamır I, a. hamur; kamırdan kıl suurğanday: (kamurdan kıl çekip çıkarır gibi) meharetle; kolayca; fazla gayret sarfetmeksizin. II: kamır- cumur: telâş. III = kabır I. IVkon. = kamera.
kamıra- = kamaraa- .
kamırda hamur katmak; kamırdağan et: hamurla hazırlanmış etli yemek.
kamsızdandıruu temin; sigorta; teminat verme; sotsiyaldık kansızdandıruu: sosyal sigorta; memleket kamsızdandıruusu: devlet sigortası; kamsızdandıruu kassası: sigorta sandığı.
kamsızdoo temin etme.
kamsoo : gamsoosu cok cuka beşmant: ince ve eti ısıtmıyan kaftan; beşmantım etti cılıu alıp cürbösö da, ança- mınça kamsoosu bar: kaftanım pek o kadar ısıtmıyorsa da, şöyle böyle vücudumu kapatmıya yarıyor.
kamtı- 1. birleştirmek; kamtıy karma- : iki şeyi birleştirerek kapmak (mes. iki eteği birden ele almak) ; 2. mec. bir iki lokma yemek (bir parça yemek) ; arı beri kamtıp, birdeme uurttamış bolduk da cata kettik: bir parça öteberi yedik ve yatıverdik.
kamuna kon. = kommuna.
kamunus kon. = kommunist.
kan I, kan; kan içen; kancığadan (yahut belden yahut tizden) kan keçir- mec. : kana garketmek; kan buu- : kanı durdurmak; kan buuğanday toktoldu yahut kan buuğanday tıyıldı: kan kesilmiş gibi, birdenbire durdu; kan kuu = kun (bk. kun 1) ; kanı içine tartkan: (hırstan, hiddetden) yüzü sarardı; korkunç çehresi var; Kan tögülgön soğuş: Kanlı muharebe; kan ıyla- : kanla ağlamak; kan cut- : şiddetli acıya duçar olmak (harf. : kan yutmak) ; içinen kan ötöt: içinden kan geliyor; kanı kas: düşmanlık besliyor, nefret ediyor; kan- canı menen kas: bütün varlığı ile nefret ediyor; aram kan: 1) veritteki kan; 2) mec. söv. leş; taza kan: sadık, namuslu; taza kan cılkı: halis kan at, kan aluuçu = kançı; ak bata, kızıl kan, bk. bata; kanı suyuk: çabuk kızan, kendini zaptedemiyen; kızgın; kanı suyuk caş bala folk. : ateşin; genç delikanlı; kanı suyuktuk: hırs; hırslılık; bittin içegisine kan kuyat: “bitin bağırsağına kan döküyor” on para için canını verir. II, han: hükümdar; kan kötör tar. : han seçmek; kan takta: han tahtı; kan başı köpüröö bolso, attap öt ats. eğer hanın kafası köprü olursa (sen ona basıp geçme) üzerinden sıçrayıp geç (çünkü o gibi bir köprüye güven olmaz) .
kan- III, tatmin edilmek, kanmak; suusunum kandı: suya kandım; kana karadım: inceden inceye baktım; köz kandı: nazara hoş gelen; kepke kan- : bol bol konuşmak.
kana I, f. (müstakillen kullanılmıyor) ev, hane; işkana: iş evi, imalâthane; çaykana: çayhane; kana karap bk. karap. II, 1. nerede? kitebim kana? : kitabım nerede? . 2. haniya; kana cürgülö! haydi, yürüyün! III = ğana.
kana- IV, 1. kanamak; kan akıtmak; buyurbağan aşka murun kanayt ats. : mukadder olmıyan (sana ait olmıyan) yiyecek yüzünden burun kanar; 2. kan dökmek; kesmek- kırmak; kanap- butap cedi: silip süpürdü hiçbir şey bırakmadan yedi, soyup soğana çevirdi (rüşvet almak ve haraca kesmek suretiyle)
kanaat a. tatmin edilme, azla iktifa etme: kanaat.
kanaattandırarlık tatmin ederlik; tatmin etmeye müsait; tümönkü suroolordu kanaattandırarlık boluu kerek: aşağıdaki metalibi tatmin etmek lâzım.
kanaattanuu tatmin edilme: kanaatlanma.
kanağat = kanaat.
kanakey = kana II.
kanat I, 1. kanat; temine kanat yahut temir kanat: vücudu henüz tüylerin kökleriyle kaplanmıya başlıyan kuş yavrusu; uzun kanat: Cypselidae soyundan bir nevi kırlangıç; 2. obanın kafesine (kereges’ine) gerilen bez; altı kanatak ordo folk. altı kanatlı (bezli) beyaz oba.
kanat- II, kan akıtmak: kan çıkarmak, kanatmak.
kanattaş- biribirine yakın bulunmak.
kanattaştır- et. kanattaş- ’tan.
kanatuu 1. kanatlı; 2. kuş.
kanattu işs. kanat- II’den.
kanca çin. pipo; kanca tart- : pipo içmek.
kancar f. hançer.
kancığa eğerin terkisi; kancığağa bayla- : terkilere bağlamak; kol kancığa: eğerin ön kaşındaki terkiler; kancığa col: patika, keçi yolu.
kancığalan- parçalanıp tel tel olmak.
kança ne kadar; kaç; ar kança: ne kadar olursa.. bir kança: birkaç; çokça
kançalık kaç; ne kadar, kançalık araket kılsak da: ne kadar çalışsak da, bütün çalışma ve çabalarımıza rağmen; alda kançlık coğoru: oldukça yüksek; bir kançalık ukabıt ötköndön kiyin: mühimce bir müddet geçince.
kançançı kaçıncı; kançançı bet: kaçıncı sahifede?
kançı kan alıcı (hacamatçı) .
kançık dişi köpek, kancık.
kançoo bir cilt hastalığının adıdır.
kanda- 1. kan çıkarmak; 2. kana bulaştırmak.
kandağay teke derisinden yapılan erkek şalvarı.
kadalça (destanda) bir nevi kılıç.
kanday nasıl; ne gibi, cakşı körgöndö da kanday! nasıl da seviyor! ; kanday da bolbolsun: nasıl olursa olsun; ne olursa olsun.
kandayça nasıl; ne suretle.
kandayçala- : kandayçalap: nasıl, ne şekilde.
kandaylıktan niçin, neden; neden dolayı, ne sebeple.
kandık hanlık; kandık kur- : 1) hanlık (devlet) kurmak; 2) hanlık etmek, hüküm sürmek.
kandım 1. tatmin edilmiş olan; 2. tatmin etme.
kandır- tatmin eylemek; teskin etmek.
kandırak = kaldırak.
kandidat r. namzet, aday; parti yağa kandidat (konuşma dilinde mutat olduğu üzere: kandidat partiya) : parti adayı, namzedi.
kanduu I, 1. kanlı; taza kanduu mal: halis kan hayvan; eski kanduu kişi: muhafazakâr, eski fikirli adam; 2. çok kan dökülmesine sebep olan çok kan döken; kana bulaşan. II, hana malik olan; kanduu curt: hanı olan millet.
kanet bk. kant II.
kañ bitiştirme, lehim yeri (tenekeden yapılan nesneler hakkında) ; çaka kanağınan çığıptır: kova lehim yerinden kopmuştur.
kañda- lehimlemek, perçinlemek (tenekeden saçtan yapılan eşya hakkında) .
kañdat- et. kañda- ’dan.
kañdoo işs. kañda- ’dan.
kañğı I: kañğı baş yahut başı kañğı: yarı aklını kaybeden; yarı deliren; şaşalıyan. II = kañkı.
kañğıl lagar at.
kañğır- yersiz- yurtsuz dolaşmak; durak ve sığınağa malik olmak.
kañğıra- 1. çınlamak (kof madenî nesne hakkında) ; büsbütün boş olmak; başım kañğırap oorup turat: başım çınlıyor (şiddetlice ağrıyor) ; üy kañğırap boş kaldı: ev bomboş kaldı; 2. afalamak, şaşırmak.
kañğırat- çınlatmak.
kañğırt- et. kañğır- ’dan; kañğırtıp aram öltürbö; folk. onu sığınaksız bırakıp boşuna ölmesine sebep olma!
kañılcaar = keñilceer.
kañıltak sert, teyeltisiz (eyer hakkında)
kañıltır 1. saç safha halinde olan demir) ; teneke; 2. teneke kutu, saç parçası 3. bir balığın adıdır.
kañıra- = kañğıra; kañırap başım mañ bolup, ne kılarım bilbedim: büsbütün şaşırdım, ne yapacağımı bilmedim.
kangırık söylemesinde ve işitmesinde sakatlık, eksiklik olan (hımhım) kimse; kangırığı tütöp ketti: 1) burun içi kurudu; 2) mec. o şaşırdı.
kañırış : kañırış uk: gereği gibi duymamak; iyi işitememek; katın kalb aytpayt, kañırış uğat ats. : kadın yalan söylemez, yalnız sonuna kadar dinleyemiyor (eski hayatta ev işleri ile meşgul olan kadın erkeklerin konuşmalarına kulak vererek, ancak bir kısmını duyardı) .
kañtarıl- 1. içi dışına çevrilmek; tersine çevrilmek; 2. alt üst edilmek; rahatı kaçırılmak.
kañtarılt- et. kañtarıl- dan.
kañtarma 1. içi dışına çevrilmiş; 2. alt üst edilmiş; kañtarma aydoo: don yeri sürme; küzdük cana kañtarma aydoo: güzün don toprağı sürme.
kañtart- et. kañtar’dan.
kanık I, 1. tatmin edilmiş: kanmış; 2. alışık; işi kavramış; işten anlıyan; arkıberki işke kanık bolup kalğan: her türlü işlere alışmış artık; uuruğa kanık yahut kanık uuru: hırsızlığı kendine meslek edinen hırsız; sabıkalı.
kanık- II, alışmak; közü katka kanıkkan: gözü yazıya alışmış, çabuk okuyabiliyor. III, kin beslemek; ateş püskürmek.
kanıkey ; kanıkey balpıldak bk. çım I.
kanimet a. ganimet, fırsat; ubaktı kanimet bilip: fırsatı ganimet bilerek; zamanı münasip sayarak.
kaniyek r. konyak.
kaniyet = kanimet.
kankor k- f 1. kan içen, hunhar; yırtıcı; 2. kırgız bahadırlarının sık sık tesadüf edilen müsbet sıfatıdır.
kansırat- et. kansıra- ’dan; cazıksızdardı kansıratkan karakçılar: masumların kanını döken hırsızlar, soyguncular (müellif burada “karakçılar” ı “katiller” diye anlatmış ise de, bizzat kendisi bu kitapta “karakçı” sözünü yalnız “soyguncu” , “şaki” diye tercüme etmiştir; M.)
kansorğuç kan içen; hunhar.
kansorğuçtuk hunharlık.
kansup = kansurup.
kansurur f. kaba bez (kalikot) .
kant I, a. şeker; maşine kant: kesme şeker.
kant- II, kanet (t sesi yumuşak telâffuz edilir) nasıl hareket etmek; ne yapmak; attı kantti? : atı ne yaptı? at hakkında nasıl hareket etti? atı nereye koydu? ; kanter eken? : nasıl hareket eder, acaba? ne yapar dersin? nereye koyar? kantem? : ne yapmalıyım? nasıl hareket etmeliyim? nereye koymalıyım? ; kantip yahut kanettip: nasıl, ne suretle?
kantala I, f. tahtakurusu.
kantala- II, kızarmak, morarma (mes. kamçı ile vurmaktan vücudun kızarması) .
kantıraban kon. = kontrabanda.
kantirabançı kon. = kontrabandist.
kantırak kon. = kontrakt.
kanton r. tar. bir idarî birliktir.
kantonduk tar. “kanton”a mensûp; kantonduk komitet: “kanton komitesi.”
kap I, 1. kap hecesiyle başlıyan sözlere takviye için katılır; kapkara: simsiyah; kap kaydağı: Allah bilsin neredeki, Allah bilsin nasılr; kap karañı: zifiri karanlık; kap kaçankı: çoktanki; çoktan geçen; 2. bazan kap hecesi başka türlü hecelerle başlıyan sözlerin önüne de katılır, bk. meselâ, kaporto. II, f. esef, hayret, tekdir, tehdit ifade eden nidadır; kap seni: vay seni, ben sana gösteririm, nah sana, kap, ketkenin karaçı: baksana, aksi gibi gidivermiş; kap saa kılbasam: senin hakkından gelmezsem, ben, ben olmayayım. işte senin hakkından geliyorum; kap kap! : vay, vay! Allah mustahakkını versin! III, 1. yanlarında iki tane kulağı olan geniş çuval (karş. zumbal) ; 2. kutu; zar; kın; kiteb kabı: kitap çantası; eyerdiñ kabı: eğer örtüsü; çaynek kap: çaydanlık torbası; kaşık kap: kaşık kesesi; piyala kap: fincan kesesi; tize kap: dizlik (kocakarıların kışın giydikleri diz örtüsü) ; cürögü ketti kabınan folk. : yüreği oynadı.
kap- IV(girundifi kaap’tır) kapmak, elle yakalamak, ağza almak, dişlemek; it kaptı: köpek ısırdı.
kapa f. 1. sıkıntılı; boğucu; üydüñ içi kapa eken: evin içi sıkıntılı imiş; 2. keder, can sıkıntısı, kederli, müteesir; kapa aç yahut kapa caz- : eğlenmek; keder dağıtmak; kapası cok, köñülü şat: kederi yok, gönlü hoş.
kapak = kabak II.
kapal keder; tasa; kapalıñ tartıp: senin hasretini çekerek, seni özliyerek.
kapala- I. havada sıkıntıyı mucip olmak; 2. teessürü mucip olmak.
kapar suur; kabarımda cok: aklımda değil, düşünmedim, tasavvur bile etmedim, aklımdan bile geçmedi; tük kabar kılbayt: hiçbir şey hakkında düşünmüyor, meşgul olmuyor, ehemmiyet vermiyor; eçtemeden kabarı cok uktap catat: hiçbir şeyden haberi yok rahat rahat uyuyor.
kaparsız gafil; gamsız; kaparsız catat: hiçbir şey hakkında düşünmüyor; aklına bile gelmiyor.
kapas f. kafes (kuşlar için) .
kapçaç = kep çaç (bk. kep II) .
kapçığay argidal, boğaz, dağ geçidi; dağ yolu; dar ve uzun dağ deresi.
kapçığayluu dereli, boğazlı, geçitli (dağ) ; derelerle dolu olan.
kapka sokak kapısı; şehir kapısı; altı kapka keñ bukar: folk. altı kapılı geniş buhara.
kapkaçı kapıcı
kapkak 1. kapak; 2. telli musiki aletlerinin üst ve alt kapakları.
kapkakta- kapak geçirmek; kapakla kapatmak.
kapkaktuu kapaklı.
kapkaluu kapılı; kapkaluu şaar kapıları bulunan şehir.
kapkan kapan; kapkan soru (at hakkında) dik sağrılı.
kapkançı kapan kuran avcı.
kapkançılık kapan kurmak suretiyle avlanma.
kaplet = kapilet.
kaporto (kap-orto) : tam orta, nısıf. yarı; bir ayaktın kaportosunan berdi: bir çanağın yarısını verdi.
kapsalañ tipi, fazla yağan kar, kar fırtınası; kapsalañ bolboy , cut bolboyt, kara ösköy bolboy, doo bolboyt ats. tipi olmadan cut (hayvan yemi kıtlığı) olmaz; dedikodusuz dava olmaz.
kapşap engel, sebep tesir; sening kapşabıng menen: senin yüzünden senin kusurundan dolayı; «kaç, kaç» tıñ kapşabı ketip, kaça berişti: «kaç, kaç» ı işiterek kaçtılar(harf : «kaç, kaç» diyen sesin tesiri altında kaçıştılar.)
kapşı- = kapşır..
kapşır- bitiştirmek, kavuşturmak, iki ucu birleştirmek, (üst giyimin parçalarını) kavuşturup dikmek, kapşıra kurçan-; etekleri kavuşturarak kuşanmak; kapşıra kuçaktasararak kucaklamak; kapşıra karma-: bir şeyi (mes. içine bir şey dökülmüş olan mendili) uçlarını toparlayıp tutmak, sıkıştırmak.
kapşıt iki tuurduk’un (bk.) birleştiği yer.
kapta- 1. çuvallara dökmek; buudday kapta-, buğdayı çuvala dökmek; 2. her yandan kuşatmak, doldurmak, büyük kütle halinde yürümek; köçölördü suu kaptadı: sokakları su kapladı; tabeteyin başına kaptap kiydi: kalpağını başına yapıştırıverdi; cuurkan kapta-: yorgan dikmek; söverek üzerine atılmak.
kaptal ı1. yan; kısım; kaptal beti mat, yan yüzey; 2. göğsün yan kısmı (yani atın büğürlerine temas eden kısmı); kancığanıñ katkanın kaptal bilbeyt, at bilet ats. terkilerin sertleştiğini kaltak bilmez, at bilir; oñ kaptaldan çık-: muvaffak olmak; fena durumdan kurtulmak
kaptal- ıı, 1. her yandan kuşatılmış, sarılmış olmak; 2. yolu kapatan bir nesneye çatmak; cürögüm oozuma kaptala tüştü: yüreğim ağzıma geldi : aşırı korktum.
kaptalda- kaptal boyunca yürümek (bk. kaptal 1, 1, 3); toonu kaptalday: dağ yamaca boyunca.
kaptalduu : teñ kaptalduu mat. ikiz kenar.
kaptalış = kaptal ı. 1.
kaptat- et. kapta’dan; koyun üydü közdöy kaptatıp kele catat: koyunarını eve doğru kütle halinde (kaptatıp) sürüp geliyor.
kaptatuu işs. kaptat’tan.
kapteşer sıçan.
kaptır- ağza almıya bırakmak yahut zorlamak; butumdu itke kaptırıp aldım: bacağımı köpeğe ısırttım; taş kaptır: mec. hiçbir şey vermemek; boş elle çevirmek.
kar ı, 1. kar; sarı kar: dağlarda ilkbaharda yahut yaz sonunda yağan kar; 2. yaş (küçük çocuk veya hayvan yavrusu için); eki kar baskan: 1) iki yaşına basmış; 2) mec. görmüş geçirmiş, kurnaz; bir kar baskan; bir yaşında olan. ıı f. zillete uğrayan, hor görülen; ölgüçö eştemeden kar bolboldu: ölünceye kadar hor ve hakir olmadı: zaruret ve hakaret görmedi.
kara ı, 1. siyah, karayağız, esmer; kara köz: siyah göz, siyah gözlü; köz karası: göz bebeği; kara ala = karala ı; kara çaar: siyah alaca, siyah benekli; kara taman bk. taman; ertenden kara keçke: sabahtan gece geç vakte kadar kara küçkö bk. küç ı; 2. karaltı; alıstan bir kara köründü: uzaktan bir karaltı gözüktü; bulbuldan çeçen bir kuş çok; tırmaktay-ak karası ats. bülbülden daha beliğ kuş yoktur, halbuki göğdesi tırnak kadardır; 3. halis (mahlut olmıyan); kara şamal: yağış getirmeyen yel; kara suuk: kuru ayaz; kara boroñ bk. boroñ: 4. dayañaç, mesnet; kalıñ kıtay, men calgız, kara kılar kişi çok folk. çinliler çok, ben ise yalnızım dayanacak kimsem yok; kara kılıp oturğan calgız uulum: bütün umutlarımı bağladım biricik oğlum; 5 mec. yazı; kara taanıbay turğan: okumaz yazmaz; 6. çirkin, menfi şey; kara köñül yahut kara cürök: 1) namussuz; 2)gaddar; kara bet yahut beti kara bk. bet 2; kara sana = karasanatay; kara özgöy bk. özgöy; cürögündö kara çok: kalbinde şeytanlık yok; akka kara iştese, özü köröt zalaldı folk. iyiliğe karşı kötülük işlerse, zararı kendisine olur; 7. yas (kocası için); kara kiy-: yas giyimi giymek; kara aş: yoğ aşı; 8. mit, şerir ruh, habis kuvvet; kara baskır; cin çarpsın; kara bastıbı sene?: seni cin mi çarptı? nerede battın? : 9. suçlu, maznun; ak cerden kara boldu: masumken suçlu çıktı; ak karasın tekşirip: suçlu olup olmadığını tetkik ederek; 10. sığır hayvanı; inek; bir karası bar: bir ineği vardır; 11. kara söz nesir; yüksek fikirlerinden ve şi’rî hislerden boş olan bayağı konuşma; 12. tar. adî kimse, avamdan oaln; kara kalık: halk kütlesi, avam karadan tuuğan: avamdan çıkmış; aşağı tabakadan yetişmiş; 13. tar. sık sık cariye ve köle manasına gelen sözlere katılan bir sıfattır; toğuz kara kul, toğuz kara küñ menen mal başınan miñdep-miñdep bayge berilgen: ikişer köle, ikişer cariye ve binlerce hayvan öndül konulmak suretiyle at koşuları tertip ediliyordu (burada bir yanlışlık ve karışıklık olacak: çünkü «toğuz» sözü «dokuz» demek olduğu halde, müellif bunu ! iki» diye terceme etmiştir; m.) ; 14. (destanda) birnevi tüfek; 15. kara suu bk. suu ı.
kara-ıı 1. bakmak, her yandan bakmak, dikkat etmek, birisine bakmak, beklemek, gözlemek; asmandı karadı: göğe baktı; abanı karay attı: yukarıya doğru ateş etti; cer karay: 1) aşağıya bakmak; başını iğmek; başı aşağıya salmak; 2) mec. mahcup olmak; kepaze olmak; cer karabasañar ele boldu: sakın mahcup olmayınız; katın erdi karasa, er karayt ats.. eğer karı (evdeki yoksulluğu imâ ederek) kocasının yüzüne bakarsa, koca yere doğru bakarsa, koca yere doğru bakar (utandığından başını iğer); ciğittin özünü karaba, sözünö kara ats. yiğitin kendisine bakma, söylediği sözüne bak; kün karağan suukka toñboyt ats. kendisine güneşin baktığı adam donmaz,; buğa karabastan: buna bakmadan; 2. yönelmek; bazarğa karay yahut bazarğa karap: pazar istikametinde; cüz cıldardan beri karay: yüzlerce senelerden beri ; mından arı karay; bundan böyle; 3. ait olmak, bağlı bulunmak; çaşka karay:yaşa göre; cer kimge karayt?: toprak kime aittir?; el kolun kara-; başkalarına bağlı bulunmak. tabi olmak, başkalarının yardımına muhtaç olmak; 4. (aygır hakkında) kızgın bir durumda bulunmak (ör. bk. aygır ı) .
karaaldı dayangaç, mesnet, umut; karaaldı kılganım calgız bala : benim umudum biricik çocuğumdur; canıña karaaldı kılıp al; karaaldı bolguun eneke men bir cetim naçarga folk. ben biçare öksüze arka ol, anneciğim.
karaan 1. uzaktan gözüken nesnenin müphem çizgileir, karaltı, karaanı körünböy ketti: nam- nişan bırakmadan kayboldu; erbeygen karaan körünöt: (uzakta) bir (küçük) şey kımıldıyor; karaanın körgözböy kaçıp cüröt: kaçıyor ve yanına yanaştırmıyor; birindegen gözükmeye başladı; 2. hacim, miktar; alarıñ karaanı eki cüzdön artık: onlar görünüşte iki yüzden fazla idiler.
karaanda- bir şeyin müphem çizgilerini görmek; bir şeyi, onun hiç olmazsa, müphem çizgileri görünecek derecede yaklaşmak.
karaandat- kendisine, müphem bir surette gözükecek mesafeye yaklaşmak.
karaanduu gözüken; közgö karaanduu körünüt: göze çarpıyor.
karaansız beldeksiz, alâmetsiz, izsiz; karaansız kal-: gözden kaybolmak; at karaansız kele atat-: (koşuda) at öyle öne geçmiştir, ki arkadakiler onu göremiyorlar bile.
karabay siyah leylek.
karabayır saf kan türkmen atiyle bayağı attan doğan.
karac a. tar. çiftçilerden, her harmandan üç koyun olmak üzere, alınan vergi, haraç.
karaacat a.masraf, harç.
karaacatta- harcamak para sarfetmek.
karacattal- sarfedilmek (para hak.)
karaçkı korkuluk; koyun ağılı kenarına kurtları korkutmak için dikilen korkuluk.
karağan- bir çeşit kısa ve dikenli çalı.
karağanduu karağan’la (bk.) kaplanmış yer.
karağansı- bakar gibi gözükmek.
karağat siyah frenk üzümü gibi gözle, siyah gözler, siyah gözlü kadın; kızıl karağat: kırmızı frenk üzümü; börü karağat: amberbaris.
karağay küknar, küknar ormanı; bay karağay: büyük, dallı budaklı küknar; karağay başı: orman bekçisi.
karağayçı orman ağaçlarını kesen amele, odun kesen.
karağayluu küknarı çok olan, küknar ağacı biten mahal, küknar ormanı; karağayluu too: küknarlı dağ.
karal ı. 1. yardım; kurtarış; karal çok: kurtuluş yok; 2. = karaaldı; 3. çabuk kırılan; narin. ıı, a. vadedilen müddet; karalım üç ay ottü dep folk. vadettiğim üç aylık müddet geçti diyerek. ııı, köle, kul.
karal- ıv, bakılmak, görülmek; eki mesele karaldı; iki mesele görüşüldü.
karamık ı, 1. karamık (ekin içinde biten muzir bir ot); 2. bir cilt hastalığıdır, ki bununla musap olanın bütün vücudu kaşınan lekeler ile kaplanır.
karamık- ıı. düşüncelerini bir nesne üzerine tevcih etmek (başlıca, uykuyu düşünmek), geriye kalan hiçbir şeye aldırmamak; uykuğa karamığıp olturup, tamak içalbay koydu: uykuya kapıldığından, yemek bile yiyemedi; uykuğa karmağıp, turbay koydu: uykuya dalıp kalkamadı, uykusunu boğmak istemedi.
karan- ııı. bakınmak; kendi kendini bakmak; eki cağıñdı karanıp bas: etrafa bakınarak, ihtiyatla yürü.
karanday halis, tamamiyle bir iftiradır, hayasızca bir yalan; kaarnday çay: sütsüz çay; karanday suu: hiçbir şey katılmayan su: karanday şamal: (karsız, yağmursuz) rüzgar; karanday ışık: hiçbir şeyle ihlâl edilmiyen (mes, rüzgârsız) sıcak; karanday buzup: büsbütün yıkarak (bozarak, baştan çıkararak kötü yola sevkederek).
karandı yahut köz karandı. 1. rica ve intizar gözüyle bakma; 2. tabi, bağlı; köz karandı bol-: birisine tabi, bağlı olmak; sağa köz karandı bolboymun: sana tabi ve bağlı olmayacağım.
karandılık yahut köz karandılık: birisine tabi ve bağlı olınaklık.
karañ (yahut karañ surañ yahut karañ kurañ) hayal meyal gözüken, görünür görünmez olan, çok az işidilen (uzakta bulunan nesne hakkında); közünü karañ surañ boldu.: ona (uzaktan) hayalmeyal gözüktü; karañ surañ bir neme, karañ etip coğoldu folk. (uzaktan) bir şey gözüktü ve hemen kayboldu.
karañda- hayalmeyal gözükmek; arı caktan biröö karañdap keldi: öte taraftan birisi (karanlıkta) yanaştı; karañdağan bir eki cılkı cüröt: göze görünür görünmez bir iki at dolaşşşıyor.
karağañğı 1. karanlık, zulmet; “karañğıda közüm yok” – bir çocuk oyunun adıdır; 2. mec. kara cahil.
karañğıçılık = karañğılık.
karañğıla- karartmak; köönü karañğıladı: ona fenalık geldi, bayıldı.
karañğılan- kararmak, kaarnlık çökmek.
karañğılaş- kararmak.
karañğılat- karartmak, etrafı karanlığa bürümek.
karañğılık 1. karanlık; zulmet; 2. mec. cehalet.
karañğün = kara gün (bk. karan ıı).
karanış- müş. karan- ııı.’ten.
karantin r. karantina.
karap a. yıkık, harap; kana karap: bu hayattan hissesi olmıyan beddaht (harf.: evi yıkık); iş karap: iş fena, berbat.
karapa 1. çömlek; 2. çömlekçi mamulâtı.
karapayım sade, basit; karapayım cılkı: adî (cins olmıyan) at, kırgız atı; karapayım it: bayağı (cins olmıyan) köpek, avlu bekliyen köpek: karapayım kişi: kendi halinde olan (hiçbir şeyle temeyyüz etmiyen) adam; karapayım til: konuşma dili, halk dili.
karapta- tahrip etmek, yağma etmek.
karaptat- et. karapta-’dan.
karar ı, a. karar, hüküm. ıı, kararmak, kara olmak, bulanmak, karanlık olmak; kararıp turgan kara üñkür: kararıp duran kara mağara; ay karardı: ay tutuldu; kün karardı: güneş tutuldu.
karaş ı, bakış; bakma; köz karaşı: görüş (noktainazar).
karaş- ıı, 1. hep birlikte bakmak; 2. hep beraber ait olmak; 3. yardım etmek; muavenette bulunmak; malğa karaş: hayvanlara bakmak hususunda yardım etmek; mal karaş-: kaybolan hayvanı hep beraber araştırmak; karaşarı cok : onu düşünen ve ona yarım eden hiç kimse yok.
karaşa adamakıllı acıkmış olan; tamakka karaşa bolup, köp cep kayıra catıp kaldı: (hastalıktan iyileşen adam) adamakıllı acıkmış olduğundan pek çok yedi ve yeniden hastalanıp yatağa düştü.
karaşala- adamakıllı acımak; mal karaşalap kolğo keldi: hayvanlar acıktı ve ele alışmaya başladı (ele gelmeye başladı.)
karaştır- aramak; araştırmak.
karaştuu ait olan, taallûk eden talas rayonuna karaştuu: talass bölgesine bakan (ait olan); mağa karaştuu mal: bana ait olan hayvan.
karat- 1. baktırmak; istikamet vermek; beri karat: bu yana çevir; başın cerge karatıp olturat: başını önüne düşürerek oturuyor; doktorğa karat: doktora göster; karata:.. ye doğru, dolayı, diye; birinci mayğa karat: bir mayısa doğru (bir mayıs doalyısiyle); küçünö karata: kuvvetine, imkanlarına göre; alına karata: haline, vaziyetine göre; kılğan cumuşuna karata akı berilet: yaptığı işe göre ücret veriliyor: beri karata:.dan itibaren, ..den beri; üç aydan beri karata: artık üç aydan beri... 2. boyun iğdirmek; ram etmek; 3. çekmek (aygırı kısrağa); beeni aygırğa karat-: kısrağa aygıra kavuşturmak (çiftleştirmek).
karata bk. karat.
karatıl- mut. karat-‘tan.
karatma : karatma söz bk. söz ı.
karatuu 1. boyun iğdirme; tabi kılma; 2. çiftleştirme (kısrağı aygır ile).
karay = karar ıı; dini karayıp alıptır: kanına, etine sinmiş; onu bir türlü ikna edemezsin.
karayla- 1. el yordamiyle yürümek yahut iş görmek, karanlıkta elle araştırma; karaylağan tam süzöt ats. el yordamiyle ürüyen duvarı toslar; 2. mec. büyük bir keder ve şaşkınlık geçirmek (başlıca, biricik çocuğunu kaybeden adam hakkında).
karaylat- et. karayla-‘dan; kuday karaylatkır; gözün kör olsun.
karcalañda- uzun boylu ve zayıf adamın yürüyüşüyle yürümek.
karcalt- et. karcal-‘dan.
karcay- kemikleri çıkık durmak, zayıf olmak.
karcayt- et. karcay-,’dan; bul atıñdı karcaytıp emne kılamın?: bu kötü atını ben ne yapayım?
karcı a. harç, masraf (para masrafı).
karcıla- (para) sarfetmek, harcamak.
karç gıcırtı ve kıtırtıyı taklit; karç ettir: gıcırdatmak, kıtırdatmak; kara canın karç urup işteyt: canla başla çalışıyor.
karça- = kalça- ıı.
karçığa 1. atmaca; 2. döş (derisi yüzülmüş hayvan göğdesinin bir kısmı).
karçıt 1. butun iç yanı; 2. yan, böğür; karçıtıman karmap koydu: böğürümden yakaladı; ok karçıtıma tiydi: kurşun böğürüme deydi; karçıtı biyik çoñ korğon folk. suları yüksek olan kale, hisar.
karçıttuu geniş kemikli.
karçıy- sivrilip çıkık durmak (aşırı zayıf vücudunun kemikleri hakkında); pek fazla zayıflamak.
karçıyt- et. karçıy-‘dan.
karçitsa = gorçitsa.
kardar f. satınalan, müşteri, heridar.
kardığaç kirlangıca benzeyen küçük bir kuş.
kardık- sesi kısalmak, kısık veya boğuk ses çıkarmak.
kardoonçu r-k, es. 1. köy jandarması; 2. orman bekçisi.
karduu karlı; karla örtülmüş.
karek 1. gözbebeği; 2. mec. göz.
karektir kon. = korrektor.
karğa ı, kara karga; kök karğa; mor karğa: ala karğa: boz karğa: çar karğa yahut koñ karga: etkin kargası erkek karğaça (yahut karğaday) çokçoñdoyt: horozlanıyor; menin koluma da karğa çıçah: ats. bizim sokakta bayram olur. (harf.: benim elime de karga pisler); karğa bok çokoy elekte keldim: şafak yeni sökerken geldim(harf. ben geldiğim zaman karga henüz tezeği gagalamıya başlamıştı); kargaday: mec. küçücük çocuk, bebe hiçbir şey anlamıyan; karğaydada:. küçük çocukken; kargadayınan: çocukluğundan beri.
karğa- ıı, lânetlemek, ilenmek; korkutmak.
karğan ı, karı-v’ten geçen zaman partisipi. ıı, 1. yeminler savurmak; 2. lanetler okumak.
kargant- kargan "ıı’den; karğantpay kesem tiliñdi folk. ilenç sözleri söyletmeden dilini keseceğim.
karğaşa f. engel; sen mağa karğaşa kıldıñ: sen işimi bozdun; sen bana mani oldun.
karğat- et. karğa –ıı’den.
karğı ı, boyunluk tasma: alğır bolso tayğanıñ, altından alıp, karğı tak ats. tazın alıcı olursa, ona altın boyunluk tak.
karğı- ıı. sıçramak, atlamak; üstünö karğıp mindi: üzerine sıçrayıp bindi.
karğıl sesi kısık, sesi boğuk; kargıl ün: kısık ses.
kargıla- boyunluk (tasma) takmak.
karğıladan- hırıltı ses çıkarmak; karğıldanıp kaltırağan tabışı menen: hırıltı ve titreyen sesiyle.
karğıldant- et. kalğıldan-‘dan.ünün karğaldanıp kaltıratıp: sesini hırıltılı ve titrek yaparak.
karı ı, 1. kolun dirsekten omuza kadar olan kısmı; karı cilik: omuz, kemiği; karısı kazık, başı tokmak bulup atat: rahat yüzü görmeden, geceli gündüzlü çırpınıyor. (harf.: kolu kazık, başı tokmaktır): 2. bir metre kadar uzunluk ölçüsü (göğüsün ortasından, uzatılmış kolun parmak uçlarına kadar). ıı, ihtiyar kocamış adam; curt karısı es.: aksakal (el başı). ııı, f. bina krişi: putrel. v, kocamak; kolum karıp kalıptır: elim kırıştı (mes, çamaşır yıkamaktan) ; çay karıp kaldı: çay bayatladı; alğanıñ menen karı: ödünç verilecek şeyler arasında saldığın ile birlikte kocayınız; (yeni evlenen kız için iyi dilek).
karı- vı = kaarı-.
karık ı = kark ı.
karık- ıı, (gözler hakkında) kardan inikâs eden ışıktan kamaşmak ve ağırmak.
karılık ı, ihtiyarlık; mıltık menen okuğaa karılık cok ats. atış ve tahsil için ihtiyarlık yoktur. ıı, es. hafızlık mesleği.
karıluu ihtiyar adamı olan; karıluu uy: ihtiyar adamı olan ev; karıluu üy ırımsız bolbos ats. ihtiyar adamı olan ev tefeülsüz teşeümsüz kalmaz.
karın 1. karın, mide, kursak; kardı (bazan:karını) karnı; deni-kardıñ soobu?: sıhhatın nasıl? afiyette misin?; karında urğan: yola geleceği umulmıyan aptal; bite karın: cimri; 2. tulum (yağ muhafaza etme kabı olarak kullanılan inek yahut koyun karnı); bir karın may: bir tulum yağ.
karındaş ı, 1. erkek kardeş tarafından yeğen kız (amcadan küçük olmak şartıyle); 2. (büyük erkek kardeşe nisbeten, hemşireye nisbeten değil) küçüm kız kardeş; 3. akraba. ıı, r. kurşun kalem.
karıp ı, a. yersiz-yurtsuz, garip, yalnız, kimsesiz; kimsenin iltifatına mazhar olamıyan, herkes tarafından küçümsenen, fakir; zaman dışı bolboso, karıya bolor bez karıp folk. ihtiyarın yaşıtları olmazsa, o pek çabuk yalnız başına kalır. ıı: karıp kurup = karp kurp (bk. karp).
karıt- kocatmak, ihtiyarlamasına sebep olmak; baspas at, ötpös bıçak erdi tez karıtat: ats. yürümiyen ait kesmiyen bıçak yiğitin çabuk ihtiyarlamasına sebep oluyor.
karıya ihtiyar; aksakal.
karız a. istikraz, borç, borçlanma, itibar, kredi; karız arasına suu cürböyt ats. su karz sayılmaz. (su ödünç verilecek eşeyler arasında sayılmaz.)
karızda- borçlanmak.
karızdan- borca girmek; borç almak.
karızdar a-f. borçlu.
kark ı, a. bolluk, gark; etke kark bolduk: ete garkolduk, etimiz boldur; kark toydum: boğazıma gelinceye kadar doydum. ıı, baştan başa, fasılasız, katıksız, halis kark altın: halis altın, halis atından olan. ııı: kark aldıman (yahut karğaldıman ) cığıldım: yüzü koyun düştüm; kark aldıman çıktı: tam karşıma çıktı. ıv, adım atış; atımdın karkı küçtüü (yahut çoñ): atımın adımı geniş yahut adım atışı kuvvetli.
karkañda- sekerek koşmak (dörtayaklı hayvanlar hakk.) .
karkay- sivrilip durmak; karkayğan sööktör: sivrilip çıkık duran kemikler.
karkıbar okşama hitaplarından biri; oşondoy kıl, karkıbarim: böyle yap, azizim.
kalkıra- 1. bir çeşit turna; 2. turna tüylerinden süs; karkırasın sayınıp folk. turna tüyleri takınarak.
karkıraluu turna tüyleriyle süslenmiş olan.
karkıt deve derisinden yapılan ve deliği gümüşle süslenmiş olan küçük tulum; kara karkıtım, içindegi carkınım: (bilmece) siyah tulumcuğum, içinde benim sevgilim (tulumdaki kımız).
karkıtta- 1. (tulumu, gerdeli) kıymetli metallerle süslemek; karkıttağan köökör: süslü kova; öz canı karkıttay-: yalnız kendini düşünüyor; 2. kıymetli saymak, üzerine titremek.
karkıttan- mut. karkıtta- 1’den.
karma- 1. kapmak, yakalamak, tutmak; otko karma-: ateşe tutmak; orozo karma-; oruç tutmak; 2. elbiseyi bir şeyle süslemek; kunduz kürkile süslemek; barkıt karmam-: kadife tutmak körpö karmağan ak ton: kenarlarına kuzu derisi tutulmuş olan beyaz kürk.
karmaak eline geçen her şeyi kapan.
karmak = kayırmak.
karmal- pas. karma-‘dan; uurur karmaldı: hırsız yakalandı; hırsız ele geçirildi.
karmala- mükerreren kapmak; yakalanmak.
karmalaş müş. karmalada-‘dan; koyçular karmalaşat, küröşöt: koyun çobanları kapışıyorlar ve güeşiyorlar.
karmalaş- tutuşmak, biri birini yakalamak.
karman- birisine tutunmak, birisinden yardım aramak, birisine güvenmek; karanıp karmağanım uşul: bu benim biricik dayangacım ve umut bağladığım kimsedir; oozun karmandı: (teessüfüün ifade ederek) ağzını avucu ile örttü; sözün karmanıp: sözlerine takılarak.
karmanış- müş. karman-‘dan.
karmaş ı, tutuşma; karmaş kılıp alp menen folk. dev ile tutuşarak.
karmaş- ıı. hep beraber yakalamak, hep birlikte tutmak, birbirini tutmak, kapışmak; kol karmaşıp: biribirinin elinden tutarak; el ele vererek.
karmat- 1. yakalatmak, tutturmak; at mağa karmatpayt: at bana kendisini yakalatmıyor; adat karmat-; âdeta riayet etmek; tamır karmat-, bk. tamır 2; 2. eline vermek; mağa bir köynök karmattı: benim elime bir gömlek tutturdu.
karmattır- ; et. karmat-‘tan.
karmoo 1. tutma; 2. yakalama; balık karmoo: balık avlama.
karpı- : karpıy tişte-: ağızla kapmak, büyük bir parçayı dişle koparmak.
kars- çatırdıyı, keskin sesi ve keskin vuruştan doğan sesi taklittir; kars-kars külüp ciberdi: kahkaha ile güldü; baarı teñ kara canın kars uruuda: hepsi canla başla uğraşıyorlar.
karşı karşı, karşıya; karşı al-: karşılamak; kim karşı yahut karşı barbı? kim muhalif yahut muhalefet eden var mdır? ; öz sözünö karşı kelet yahut özünö özü karşı aytat: kendi kendine karşı gidiyor, tenakuz yapıyor; partiyağa karşı: partiye muhalif; karşı kezigip kaildı: (birisiyle) burun buruna geldi; özgörüşkö karşı es.: inkılâba karşı; aksiinkılâpçı;ti-tırmak menen karşı çık-: bütün gayretiyle muhalefet etmek; karama karşı; tam karşıda, taban tabana zıt, mütenakız; karılık karşı keldi: ihtiyarlık bastırdı; saatka karşı ay (halk inancına göre): hayırsız ay; karşı terşi: çaprazlama, haçvari ; birbirini yanlamasına kesen.
karşık- karşı durmak, karşı çıkmak, karşı komak, kindarlıkla direnmek.
karşıktır- et. karşık-‘tan.
karşılaş-ı birbirine karşı çıkmak, çarpışmak, muhasamata başlamak.
karşılık karşı koma, muhalefet, karşı harekete geçme; karşılık körsöt veya karşılık keltır-: karşı komak, karşı harekette bulunmak; karşılığım cok: muhalif değilim, karşı söyliyecek hiç biir sözüm yok, itiraz etmiyorum; tap karşrılıktarı: sınıf zıddiyeleri; karama karşılık: tabanatabana zıddiyet, tenakuz.
kart ı = kakarat. ıı = karta ıı 2; kart bol-; kağıda uymak (koz hakkında). ııı, ihtiyar; kart ayuu: ihtiyar ayı. ıv: kart kekir-: yüksek sesle değişmek, yüksek sesle balgam çıkarmak; tükürmek; kart kart kül-: kahkaha ile gülmek: kart semirgen: pek fazla semirmiş.
karta r. harita. ı, atın kalın bağırsağı (lezzetli bir parça sayılır); kötön karta: kalın bağırsağın mak’ada yakın olan kısmı. ıı, r. kon. 1. coğrafi harta; 2. oyun kağıdı; beş karta: beş kağıtla «aptal bırakma» oyunu.
kartañ kocamıya yüz tutmuş olan, kocamıya başlamış olan; kartañ tartıp kaldı: kocamıya başladı; karı kartañ: ihtiyarlar, ihtiyar adamlar
kartay- kocamak.
kartayıñkı ihtiyarımsı, bir parça kocamış olan; kartayıñkı tartıptır: bir parça kocamış.
kartayt- et. kartay-‘dan.
kartayuu kocama, ihtiyarlama.
kartık (inek boynuzundan yapılmış olan) hacamet şişesi.
kartmak ihtiyarımsı, ihtiyara benziyen; caşına karağanda, al kartımak: hakiki yaşından fazla gösteriyor.
kartoçka r. kart fiş, vesika.
kartöşkö r. patates.
karuu kuvvet; kudret; karuusu bar kişi: kuvvetli adam; bey karuu = = beykaruu; karuu-carak: silâh, mühimmat; eç karuu albadı: hakkından gelmedi, hiçbir iş göremedi.
karuulaş- boy ölçüşmek, mübarezeye tutuşmak, savaşmak, karıp ketip baramın, karuulaşar çama cok folk. kocamaktayım, savaşmıya kuvvetim yoktur.
karuuluu kuvvetli; karuuluu kişi: güçlü kuvvetli adam; karuuluu kol: kuvvetli, kudretli el.
karziñke r. sepet.
kas ı, a. düşman, düşmanlık eden, düşmanca münasebette bulunan, fena düşüneli, düşman; anı menen kasmın: onunla düşmanlığımız vardır; kas tik-: fenalık tasarlamak; öz üyüñdö aşıñ bolso, kişi üyündö kasıñ barbı? ats. kendi evinde yiyeceğin varsa, başkasının evinde düşmanlığın mı var? (başkasının evinde açgözlülük eden insan için kullanılır). ıı, a. mahlut olmıyan, halis, salt; kas buudan folk. saf kan yürük at.
kasa- ıv(rad.), tedarik etmek, idare etmek, tasarruf etmek (temellük eylemek).
kasaba bir tarafı sarp olan kar yığını.
kasakana suiniyet, kötü niyet, kasten, hiçbir zaruret yokken, başkasının zararına tevcih edilen hareket; alayın degen nerseme kasakana kıldı: almak istediğim şeye o da hak iddia etti.
kasiyda a. (seyrek kullanılır) kaside (15- 20 beyitten fazla olmıyan manzume).
kasiyet a. iyi sıfat, hasiyet, liyakat.
kasiyettüü hasiyetli; kutsal.
kaskak 1. mızrağın günderi; keyesinde temiri cok, calañ kaskak: bazılarında temreni yok, yalnız gündesi vardır; karağay kaskak öñörüp, kalmakka kirer alıñ cok folk. senin, çam günderi öne doğru tutarak, kalmıklara saldracak halin yoktur; 2. mızrak; kaskağımdı öñörüp, kalkanımdı kim tağar? folk. mızrağımı eline alarak, kalkanımı kim takınır?.
kaskan buharla mantı pişirmek için kullanılan cihaz.
kaskanatta- pek çok bulunmak, sel veya katar halinde yürümek; el kaskanattayt: çok halk var; halk kalabalık halined gidiyor.
kaskatar (rad.) dik, dik duran; üydü kaskatar kılıp tigiñer! (rad, v): evleri dik kurunuz.
kassa r. kasa, vezne; saktık kassası: tasarruf sandığı.
kassir r. veznedar.
kastar gizli; kastar tik-: fenalık tasarlamak: mağa kastarın tigip kaldı: bana karşı bir fenalık tasarladı, bana karşı bir fena niyeti vardır.
kastarla- korumak, muhafaza etmek, saklamak; kastarlap aytkan sözüm: (benden sonra yaşayanlar için) öğüt olmak üzere söylediğim sözüm; can kastarla-: canı, hayatı için titremek; canın kastarlayt: hep kendi canını düşünüyor.
kastarluu tutumlu; ihtiyatlı.
kastaş- düşmanlık etmek; biri birine karşı fenalık tasarlamak.
kastık düşmanlık, fena niyet, suikast; kastık kıl-: fenalık tasarlamak; suikast yapmak; öz canına özü kastık kıldı: kendi kendine fenalık etti.
kastorke r. (kökünden bir müshil çıkarılan ve lâtince adı ricinus olan bir nebattır, m.) hintyağı.
kaş ı, 1. kaş; kerme kaş yahut kıyma kaş: yay gibi kaş; yay kaşlı, kara kaş: kara kaşlı; kaş karaydı yahut kaş karardı: kararlık çöktü, akşam oldu; kün batıp, kaş karayğanda: güneş batıp, karanlık çökmeye başladığında; kaş karayıp, el cattı: karanlık çöktü, halk uyumaya yattı, kırğız brigadası köz menen kaştın arasında öskön: kırgız livası bizim gözümüzün önünde büyüdü; kaş kabaktarın kaykap, içki sırların tartıp koy: hareketlerini dene ve iç sırlarını öğrenmeye ç alış; kaşında: üzerinde, yanında; kaşıma: yanıma; baş kaşında bol-: yakından iştirak ederek bir şeyin yanında hazır bulunmak; kirpigim kaşım (yahut kabağım kaşım) debeyt: “kirpiğim kaşım yahut gözkapağım kaşım demiyor yani, aldırmıyor; mından tap taza kutulat, kirpigim kaşım debeyt: bundan ter temiz kurtulur, ona vız gelir; kas serp- (yahut kaş ur-): (kırıtarak) kaş seğirtmek, oynatmak; kaş tartpay: göz kıpmadan, cesaretle, atılganlıkla; 2. eyer kaşı; eyerdin kaşın taanıttı: hakkından geldi (harf.: ona eyer kaşını tanıttı); mından eyerdin kaşın taanıp cürsün: bundan böyle hatırında tutsun; ıı. (seyrek kullanılır) taş. ııı: kaştay (yahut kaş-taştay) tunuk suu: çok duru su.
kaşat 1. yüksek kıyı, yar, tepe; 2. şalvarın yan kısmıdır, ki güreşirken orasından tutarlar; ıçkır kaşat: şalvar kemerinin en üst kısmı.
kaşatta- kaşat boyunca gitmek (bk. kaşat 1).
kaşay- akmak (gözler hakkında); bir göz kör olmak; kaşayğır!: kör olası; kara közü kaşaydı: kara gözleri aktı (büyük oğullarını kaybeden baba anneler böyle söylerler); anı kaşayğan: tehevvüre geldi, kudurdu; canı kaşayğan kişidey tabaktı ırğıtıp ciberdi. aşırı kızdı ve tabağı fırlattı.
kaşayt et. kaşay-‘dan.
kaşek ı, f. ot yemin kalıntıları (döküntüleri). ıı, (r. “kosyak”) kapı söğesi.
kaşı- kaşımak, tırnakla yahut sert bir şeyle kaşınan yeri oğmak.
kaşık kaşık; sır kaşık: boyalı (sırlı) tahta kaşık; çapma kaşık: evde yapılmış ağaç kaşık; kalay kaşık: alüminyum kaşık; bal kaşık yahut çay kaşık: çay kaşığı; kaşık murun: leylek cinsinden mısır turnası denilen kuş (platalea); asmanda kaşıktay bulut cok: gökte kaşık kadar bile bulut yok.
kaşınış- müş. kaşın-‘dan; kaşnışat: atlar biri birini kaşıyorlar.
kaşıt- et. kaşı-‘dan.
kaşka 1. akıtmalı (hayvan,) alnında beyaz lekesi olan; toru kaşka: akıtmalı doru at; kök kaşka ı) akıtmalı kır at; 2) (süt hakkında) mavi (mes. kaymağı alınmış yahut makineden geçirilmiş süt hakkında); attın kaşkasınday: atın akıtmalısı gibi, yani, vazıh, hiç şüphesiz; kaşka çımçık: arıkuşu; kör kaşka: gabi, anlayışsız; kara kaşka 1) es. makpuz; 2) bir oyunun adıdır; 2. ak, beyaz, temiz; kaşka suu: şeffaf, duru su; kaşka tiş: ön dişleri (icisives); kaşak col menen: kestirme yoldan; 3. terbiyesiz, saygısız, sıkılmaz, olmıyan; boş saçma adam 4. say kaşka: şuurlu, ileri adam (müterakki).
kaşkaldak su tavuğu, rallus.
kaşkañda- = = kaşkay-.
kaşkay- 1. ağarmak; ak olmak; kaşkayıp kül-: sırıtarak (dişlerin aklığını göstererek) gülmek; kaşkayğan ciğit: yakışıklı, güzel delikanlı; tañ kaşkayıp sürgöndö folk. şafak sökerken; 2. görülmek, göze çarpmak, temeyyüz etmek.
kaşkayt- et. kaşkay-‘dan.
kaşkaytar- karşı durmak, karşı komak, defetmek; padışa ubağında kedeyler manaptarğa kaşkaytara aluçu emes: çarlık devrinde fakirler manaplara karşı koyamıyorlardı.
kaşıkr = = karışkır.
kaşkulak porsuk; kaşkulak ötü: porsuk ödü (şifalı sayılır); kaşkulak semiz, karta cok ats. porsuk semizse de, kartası (bk. karta ı) yoktur.
kat ı, a. mektup, ayız; col kat: yol vesikası (hareket emri); til kat: imzalı makbuz; işenim kat yahut elçilik kat: itimatname; kat-çot kon. okur yazarlık; tahsil görmüş olmaklık; al kat bilet: o, okuma yazma biliyor; katka sal: haciz koymak, eşyayı müfredatiyle kaydetmek; maldı katka saldır: hayvanları bir bir kaydettir; kat taşuuçu: mektupları dağıtan müezzi; tuyak kat bk. tuyak; 2. çöp kat: kitap içine konulan beldek. ıı, tabaka, sıra; cer kulağı ceti kat: ats. dünya yayıntı ile doludur (harf.: yerin kulağı yedi kattır).; kat kat: tekrar tekrar; birkaç kat; kat buyuruk etiş gram. fiilin ettirme (causatif) şekli. ııı: kat kat kül- = = kart kart kül- (bk. kart ıv).
kat- ıv sertleşmek, katılaşmak, kabalaşmak; aldı katkan: bitap düşmüş, miskin; kalğan-katkan: kalıntılar döküntüler; emine kılarına başı kattı: şaşırdı ve ne yapacağını bilmedi. vgizlemek, ilâve etmek. ilhak etmek, katmak; bek cerge kat-: uzak bir yer gizlemek; baş kat-: saklanmak, kendine sığınacak bir yer bulmak; koynuma katıp aldım: koynumda sakladım; ak albarstı kınına kaytıp katıp aldı folk. parlak kılıcını tekrar kınına soktu; ün katpastan: sesini çıkarmadan, hiçbir şey söylemeden, susarak; söz katpay: tek bir kelime söylemeden; cügön kat: oyanlamak; okto kat- yahut nokto kat- yular takmak; coldu kata: bütün yol boyunca; coldu kata söylöşüp keldik: bütün yol boyunca konuştuk; tün kat-: bütün gece gitmek; geceleyin gitmek; uyuktağan uyku alât, tün katkan cılkı alat, tün katkan cılkı alat ats. uyuyan uyku alır, geceleyin yürüyen ise, at kazanır.
kata ı, a. yanlış, hata; kata ketirip süylö-: yanlış söylemek; menden ketken kata: benim yaptığım hata. ıı, bk. kat v.
kataa = = kata ı.
kataal 1. gaddar, sert; 2. çok güç olan; aşuulardın eñ kataalı: dağ geçitlerin en çetini.
kataala- tehevvüre gelmek; hırslanmak.
katal = = kataal.
katala- = = kataala-.
katalaş- hata etmek, yanılmak.
katalaştır yanıltmak; yanılmıya sebep olmak.
katalık yanlışlık, hata.
katañ 1. gaddar, sert; biraz katı, kabalaşmış; 2. sert ve gaddar kimse; katañ kişi: gaddar adam.
katar ı, sıra, dizi; 10 uncu katar 4 ncü orun: onuncu sıra, 4 ncü yer; katar tart: sıraya dizilmek; partiya katarının çığarıldı: fırka katarından çıkarıldı; erkekter katarı: erkekler sırasında, erkeklerle bir sırada; katarı menen: götürü; katarı menen üç kün: arka- sıra üç gün; cok katarı: yok hesabı, yok denilebilir; bir katarı: onlardan bazıları, mühim bir kısmı; bir katar cerlerde: bazı yerlerde, bir çok yerlerde; … menen katar:.,, ile bir sırada; munu menen katar: bununla bir sırada; eki ooru katar keldi: arka arkaya iki hastalık geldi; katarınan: birden bire; katardan katarga turup: sıraya dizilerek; kulaktardı tap katarında coğotuu: “kulakları” (ağaları) bir içtimaî sınıf olmak üzere yok etme; ötmö katar bk. ötmö. ıı: coldu katar = = coldu kata (bk. kat v). ıııa., 1. korku, hatar, tehlike, muhatara; katar kıl-: korkmak; 2. mec. = = müçöl (halk inancına göre, hayvan devrî takviminde yıldönümünde hayat için tehlike vardır); kataarı keldi: yıldönümü geldi; bıyıl anın katarı ele, korkup cürdüm ele: buyıl onun hayatında yıldönümüdür, ben (onun için) korkuyordum.
katarda- sıraya koymak, yan yana dizmek.
katardan- yan yana durmak, sıraya dizilmek, sıra sıra olmak.
katardant- et. katardan-’dan.
katardaş- sıraya dizilmek; yan yana durmak; katardaşıp bastır: yan yana gitmek.
katarduu bir sırada; memleket malın uurdağandar katarduu cazağa tartılıp otursun: hazine malını çalmış adamlar gibi cezaya çarpsınlar; erkek katarduu: erkeklerle bir sırada, yani erkekler gibi; altı katarduu: altı sıralı.
katarla- = = katarda-.
katarlan- = = katardan-.
katarlant- = = katardan-; katarlantıp saldırğan meymankana tamı bar folk. sıra halinde inşa edilmiş misafir evleri vardır.
katek (çamaşırın kırışıklarını gidermek için kullanılan) tokaç.
katık ı, ekşimiş süt, yoğurt. ıı: kol katık: ele yapışan hamurdur, ki bunun oğup düşürdükten sonra toplayıp küçük bir pide şeklinde pişirirler (adet olduğu üzere, gelinlik kıza bu gibi ekmeği vermezlerdi; çünkü verildiği takdirde beceriksiz olacağını zannederlerdi).
katık- ııı, katılaşmak, pekişmek, pişmek, sertleşmek; kan içip cürüp, katıkkan folk.: kan içip sağlamlaşmış.
katıkta- yemeği yoğurtla yahut başka bir şeyle terbiye etmek.
katım a. dn. hatim; kuran katım: (ölünün ruhun bağışlamak üzere) kur’anı hatmetme.
katın karı (zevce), kadın, evli kadın; katın kılıp al-: karı olarak almak; katın baakı: kadına benziyen erkek: kadımsı (karakter v ehareketler itibariyle); kakçekenin katını: aşık oyununda her zaman kazanan veya aşık oyununa kendin iptılâ edercesinde kaptıran adam hakkınad böyle söylerler.
katınduu karılı, evli; eki katınduu es. iki karılı; katınduu cerde çelek bar ats. kadın bulunan yerde kova da bulunur.
katıñkı = = katiñki.
katır ı, bk. kadır ıı.
katır- ıı, et. kat ıv’den; atın etin katırdı: ata gereği gibi talim ve terbiye verdi: antreneman yaptı. ııı, kat- v’ten et.; tün katır bk. tün ı.
katıra- çatırdamak; kıtırdamak.
katırat- et. katıra’dan; cılkı katıratıp tuz kemirdi: atlar kıtırdatıp tuz kemirdiler.
katırma sütle, yağla ve yumurta ile yoğrulmuş hamurdan bir çeşit çörek.
katta- ı, kaydetmek, deftere geçirmek, lisetye geçirmek, tescil etmek; kayra katta: yeniden tescil etmek. ıı, katlamak, kat kat yaparak koymak, tabaka tabaka dizmek. ııı, 1. ileri geri yürümek; 2. ziyaret etmek; bizdiñ ayılğa köp kattayt: bizim köye sık sık geliyor.
kattal- deftere kaydedilmek, tescil edilmek; kayra kattal-: tekrar tescil edilmek.
kattaş- ıı, hep beraber kaydetmek; hep birlikte tescil etmek. ııı, iştirak etmek, karışmak.
kattat- et. katta – ı, ıı, ııı – ten.
kattır et. kat- v’ten; saan kattır-: bir hayvanı sütünden istifade etmek için vermek; cügön kattır-: oyna geçirmeye emretmek yahut bırakmak.
kattoo ı, kayit, tahrir, tescil; calpı el kattoo: umumî tahriri nüfus, sayım; kayra kattoo: yeniden tescil; mal mülkün kattoo: birisinin emlâkini hazetme. ıı, tabaka tabaka koyma; katlama. ııı, 1. ileri geri yürüme; 2. ziyaret; 3. münasebetler.
kattooçu ı, liste tanzim eden kait memuru; mal kattoçu: hayvanların sayısını tescil eden. ıı, geçip giden yolcu, geçip giden kimse; kattooçudan berip cibeer-: bir yolcu vasıtasiyle yollamak.
kattuu (rad, v) = = katuu ıı.
katuu ı, saklama, gizleme. ıı, 1. katı, sert, kaba, sert kimse, gaddar amansız bir hale gelmiş olan; katuu sın: amansız tekit; katuuu uruş: şiddetli dövüş; 2. = katuu baş hasis.
katuula- : katuulap karadı: sert sert baktı.
katuulan- sert kudurmuş gibi olmak;; katuulanıp çakırdıñ, tansır kan, nege keldi açuuñ?: hiddetlenerek çağırdın, neye gazaba geldin, han hazretleri?
kay müstakilen nadir kullanılan bir istifham ve irtibat zamiri (pronom) dur; kay cerde?: nerede?; kay kay cerge?; kay cakka?; hangi tarafa? nereye?; ar kay caktan: her yandan; her yerden; kay ketkeni bilinbeyt: nereye gittiği belli değil; kay birleri: bazıları, kimisi; kay kayda bolso da can akanday şarttarda bolso da: nerede ve ne gibi şartlar içinde olursa olsun.
kayaşa nazlanma; kayaşa ayt- yahut kayaşa ber-: direnmek, karşılık vermek.
kaybat a. çekiştirme, gıybet, dedikodu.
kayberen = = kayıp eren (bk. kayıp)
kaybir = = kay bir (bak. kay).
kayçan = = kaçan.
kayçı makas; kayçı kel-: tersine gitmek, zıddına basmak; bir taptıkı bir tapak kayçı kelet: bir sınıfın menfaatları başka sınıfın menfaatlarına taban- tabana zıddır; kayçı kuda bk. kuda; bağıbızga kayçı bk. bak. ıı.
kayçıla- makasla kesmek.
kayçılaş- 1. makas şeklinde çaprazlaşmak; 2. biri birine karşı varırken biri iriyle karşılaşmamak; 3. keskinleşmek, kâd bir şekil almak; tap küröşünün kayçılaşkan kezi: sınıf mücadelesinin hâd bir şekil aldığı çağ.
kayçılaştık karşı hareket, karış koma.
kayçılaştır- haç vari koymak (harf. makas şeklinde.).
kayçılaştıruu işs. kayçılaştır-’dan.
kayçılaşuu işs. kayçılaş-’tan.
kayçılat- et. kayçıla’dan.
kayda nerede?; kap kayda: uzakta; kap kayda bardım: çok uzaklarda idim.
kaydagı herhangi bir yerde bulunan; kap- kaydağını aytat: allah bilsin ne söylüyor.
kaydala- nerede diye sormak; coo kaydalap, dayar dolup kaldı ele folk.: “düşman nerede?” diye soruşturarak, hazırlık gördü.
kaydalaş- (mes, ormanda insanlar biri birini bulmak için) biri birlerine seslenmek, bağırışmak.
kaydan nereden; ar kaydan: her yerden her yandan; kaydan-caydan: bilmem nerden, ansızın; kaydan caydan kelgenin bilbeymin: nereden geldiğini bilmiyorum; kaydan caydan ekeni maalımsız: nereden geldiği ve ne olduğu belirsiz.
kaydı : cön kaydı, bk. cön.
kaydiğer 1. şöyle bir, boşu boşuna, mühim bir sebep olmaksızın; im ele kaydiğer keldim: muayyen bir sesep ve iş olmaksızın şöyle bir geldim, 2. kayıtsızca, beylikçe, resmî; kaydiger kişidey süylöşösüñ: yabancı gibi konuşuyorsun, bunun sana hiçbir ilişiği yokmuş gibi konuşuyorsun; meni bir kaydiger kişidey kördüñ: bana karşı lâkayit davrandın.
kaydigerçil es. formalist (resmiyata fazla ehemmiyet veren kimse).
kaygıluu kederli; kaygıluu pyesa: dram (bir facia ile biten tiyatro oyunu).
kayğır- kederlenmek; tasarlanmak; cardının calğız atı ayğır, catıp alıp kayğır. ats. züğürdün tek bir tane atı (vardır ki o da) aygırdır: şu halde yatıp kederlenmekten başka iş kalmaz.
kaygırt- düşünmek, ihtimam etmek, endişe etmek; erteñki iştı eşek da kaygırtkan ats. yarınki günü eşek bile düşünür.
kaygıruu işs. kaygır-’dan
kayğısız gamsız, düşüncesiz; kaygısız kara suuğa semiret ats. gamsız adam pınar suyu içmekle bile semirir.
kayğıt- geniş bir dönüş yapmak (mes, atlı hakkında).
kayğuul devriye, uç (karş. kaykool).
kayrı- 1. (dişi deve hakkında) çiftleşirken aygır deve tarafından aşınmış olmak, kayışmak; 2. havada ve su yüzünde kaymak (mes. disk veya yassı taş hakkında); yukarıya doğru havalanmak; yukarıya uçmak (bir müddet ufkî istikamette uçtuktan sonra amûdî istikamette havalanmak); 3. iki şeyi birbirine kavuşturarak, sıkı dikişle dikmek. (iğne ardı dikmek).
kayım ı, a. gizli, gözle görülmiyen, kayıp; közden kayım boldu: gözden kayboldu. ıı, a. : kıyamat kayım dn. ölülerin dirilme günü, kıyamet günü. ııı, yarış şarkısı (biri söylemiye başlar, ikincisi ona katılır ve devam ettirir); kayın aytışuu: şarkı söyleme yarışı. ıv, çala sözünün tekidir.
kayın koca yahut karı tarafından akraba (adet olduğu üzere, bu kelime karabetin derecesini ifade eden başka bir kelime ile birlikte kullanılmaktadır); kayın ata: kayın peder, kaynata, kayın ene: kaynana; kayın ağa: kayın birader; kayın ini (yahut kayın): 1) kayın birader (eğer güveyden daha küçük ise; 2) kocasının yahut arının herhangi bir küçük akrabası.
kayında- kızı vermek için söz kesmek, nişanlamak; katın alğan kayın dap folk. eski adetlere riayet etmek suretiyle evlendi (rayni kızın yakınlariyle anlaşarak.).
kayınduu 1. kayınları bulunan karısı tarafından akrabaları bulunan kimse; 2 mec. evli: evlenmiş.
kayınsaak karısının akrabalarına karşı teveccühü fazla olan.
kayıp = = kayım ı; kayıp bolup ketti: kayboldu gitti; kayıp eren (yahut keyberen yahut sade kayıp) 1) mit. dağlı geviş getiren hayvanların hâmisi; 2) bu gibi hayvanların umumî adı.
kayır ı, a. 1. hayır, sadaka. dilenciye verilen sadaka, fakire, dilenciye yardım; kayır sura-: sadaka istemek; hayrı cok: hasis, fakirlere yardım etmiyen, 2. kayır!: hoşça kalın! allaha ısmarladık. ıı: kül kayır: ebegümeci.
kayır- ııı, çevirmek, bükmek; caka kayır: yakayı indirmek; kayıra yahut kayra: geri, geriye; kayra köçüp kelgende: geri göçüp geldiği zaman; kayra tartıp aldı: geri çekip aldı; kayra kara: yeniden bakmak, tetkik eylemek; kayra kel-: geri dönmek; kayra (yahut kayradan yahut kayra baştan) kur- (yahut tüz-): yeniden kurmak yahut düzmek; kayra kuruu: yeniden kurma: yeniden inşa etme.
kayış ı, kayış; caş kayış: çiğ kayış; bel kayış: belkayışı; con kayış: “kayış”: paldım. ıı, 1. bükülmek, iğilmek; 2. birisinin derdini anlayıp hareket etmek, ihtimam göstermek; dikkat ve itina etmek; 3. direnmek; kayışıp bolboy kaldı: inat etti ve kendisine karşı hiçbir çare bulunmadı.
kayıştır- et. kayış- ıı’den.
kayıt- et. kayı-’dan; eki cerinen kayıt-: iki yerinden sıkı dikmek; şamalğa karap kayıt-: havaya fırlanmak (yasıs nesne hakkında); iñgen kayıt: dişiyi erkek deveye çekmek.
kaykaç arkaya doğru kıvrılmış; barağı kaypaç: 1) (baş) parmağı geriye doğru kıvrılmış; 2) mec. iyi ustadır.
kaykala- 1. geriye doğru iğrilmek (mes. sırta vurulurken); 2. kafayı arkaya doğru atarak, dim dik durmak; karnı ve göğüsü öne doğru çıkarmak; 3. mec. kibirli bir tavır takınmak; kaykalay bes-: kibirli bir tavırla ilerlemek; kemirçegim kaykaladı kb. kemirçek.
kaykalat- et. kaykala-’dan; koluñdu kaykalat: elini bük (şöyle ki parmaklar bir parça arkaya doğru kıvrılmış olsun).
kaykay- arkaya doğru iğilmek, göğüsü öne doğru çıkararak, başı geriye atmak (gövde hakkında):
kaykı ı, 1. dağlar arasında çukur; 2. içeriye batık, bükük (el pençesi, burun hakkında); kanatı kaykı: kanatı sarkık kolu kaykık kişi: parmakları bir parça geriye doğru bükük olan kimse; kaykı; at: sırtı çukurlaşmış olan at.
kaykı- ıı: köz kaykığan talaa: ucubucağı olmıyan sahra; köz kaykığan too: gayet büyük dağ, nazarla sarılmıyan dağ; cer kaykığan cıyın: hesapsız çok kimsenin iştirak etitği toplantı.
kaymakta- 1. teşekkül etmek (kaymak hakkında); 2. kaymakla terbiyelemek; 3. cer kaymaktağanda yahut cer kaymaktap bütköndö: pek çoktan, çok eski zamanlarda (harf.: arzın kabuğu, kışrı teşekkül ettiği çağlarda); cer kaymatağandan beri karata: ezelden beri.
kaymaktat- et. kaymakta-’dan
kaymal cinsî olgunluğa ermiş olan genç dişi deve (yani burcun (bk.) ile ayni yaşta olan deve).
kaymana a-f. 1. hafiyen, gizlice; kaymana söz: birisinin arkasından konuşulan sözler; gıyaben çekiştirmeye usta; 2. remiz ve kinaye (allegorie).
kaynatıluu kaynatılmış, kaynıyan; kaynatıluu şor mec. sakınılmaz felâket; kazıp koyğon oru ar, kayantıluu şoru bar folk. orada kazılmış çukur var, sakınılmaz felâket var.
kaynatıma : bir kaynatım çay: bir defa demlenecek mikdar çay.
kaynatma kaynatılan nesne; kaynatma tuz: yemek için kullanılan tuz.
kayrak ı, (karş. bülöö) bileği taşı; bileği çarkı (tırpanlar, baltalar, ve s. için). ıı, sulanmıyan (iska ve irva edilmiyen),yağmura muhtaç olan; kayrak cer: sulanmıya, yağmura muhtaç olan toprak; kayrak buuday: sulanmıyan topraktan alınan buğday; kayrak egin: sulanmıyan ekin; kayrak aydayt: sulanmıyacak olan toprağı sürüyor.
kayrakı = = kayrak ıı.
kayran ı, (mutat olduğu üzere, acımak edasiyle kullanılır): sevgili; kıymetli; kayran başım: zavallı başım; kayran er aramanda ketti: zavallı öldü ve gözü arkada kaldı; camaña aytkan söz kayran ats. kötü adam söylenen söze yazık; esil kayran bk. esil.
kayraştır- 1. iki nesneyi (mes. iki bıcağı) biri birine sürüştürmek suretiyle bilemek; 2. biri birine karşı köz kayraştır-: göz kırpışmak; kayraştırıp uruştu küçötkön sen bolduñ: tahrik ederek, dövüşü kızıştıran sen oldun.
kayraştırış- biri biri üzerine kışkırtma, kızıştırma; köz kayraştırış: göz kırpışma.
kayraştıruu kışkırtma.
kayrat ı, a. gayret, yararlık, cesaret, atılganlık; kayratı too: gayet gayretli; pek cesur; kayrat ayt-: cesaret vermek; teskin etmek; kayrat bayla-: cesaretlenmek; gayretlenmek; üydö oturuuğa kayratım çıdatpadı: o kadar heyecana geldim, ki evde oturamadım; kuru kayrat baş carat ats. boşuna gayret kafayı yarır.
kayrıl- kıvrılmak; dönmek; yüz çevirmek; dönmek (avdet etmek; kayrılıp ket-: yolda bir yere uğramak kayrılbastan ketti: arkasına dönmeden, dönüp bakmadan gitti; yolda hiçbir yere uğramadan gitti; kanatımdan kayrıldım mec. dayangacımdan ayrıldı; kayrılıp içer aşıña, kayırba da tükürbö ats. “kuyuya tükürme, belki suyunu içmek icap eder (harf.: dönüp yiyebileceğin aşa tükürme.)
kayrıldı (rad.), dönüş; avdet etme.
kayrılğısız 1. geri dönmiyen; 2. fayda, talih getirmiyen, hayırsız.
kayrılış- 1. yardım göstermek; mağa azıraak akça kayrılış: bana bir miktar para ile yardım et. 2. hayırhahlık etmek, kederi paylaşmak.
kayrılışkansı- yardım etmek teşebbüsünde bulunmak, yardım gösterir gibi gözükmek.
kayrım acıma; kederini paylaşma, hayırseverlik; kayrımı cok: merhametsiz, taş yürekli.
kayrımduu hayırsever, iyi kalpli.
kayrımduuluk = = kayrım; cönököydö karılğan kayrımduuluk emes, başına tüşkön kara kündürdö kayrımduuluk: alelâde günlerde yapılan iyilik, iyilik değildir; asıl iyilik kara günlerde yapılan iyiliktir.
kayrımsız merhametsiz, gaddar, taş yürekli.
kayrıyat a. iyi, hariyet; iyi ki (yoksa...), bereket versin.
kayruu = = kayırma 2.
kaysa- keskin bir şeyle vurarak, ikiye parçalamak.
kaysaa (kaysıga yerine) kaysı’dan dat.
kaysakta- = = kaysañda-.
kaysala- 1. şaşalamak, afallamak; kaysalap öt-: şaşkın şaşkın bakınarak geçmek; 2. kuşkulanarak yavaşça gürültüsüz yürümek (mes, karanlıkta hırsız); Akbermet ırgıp turdu emi: “karañğıda kol salıp, kaysalağan kim?” dedi folk. Akberment sıçradı ve “karanlıkta kim geziyor bana doğru yaklaşıyor?” dedi.
kaysalañda- = = kaysañda- .
kaysanlat- et. kaysala-’dan kılıç kay salat: kılıç sallamak.
kaysañda- etrafa bakınmak.
kaysañdat- et. kaysañda- ’dan.
kaysañdoo işs. kaysañda– ’dan.
kaysar (insan hakkında) sebatsız, sathî, bir işe başlayıp da, onu bitirmeden başka bir işe geçen kimse; işleri acele ile üstünkörü yapan adam.
kayt- geri dönmek; kaytıp al-. geri al- : geri almak; kaytıp ber-: geri vermek; kaytıp kel-: dönüp gelmek; dünüyüdön kayt– mec. ölmek; aytkanımdan kaptayım: sözümden dönmiyeceğim.
kayta yahut kaytadan, tekrar, bir daha, yeniden; kayta kuru: yeniden kurma, es. yeniden imar, kayta uyuşturuu :yeniden teşkilatlândırma; kayta öndürüü: yeniden istihsal.
kaytaakıla- başörtüsünü öyle bağlamaktır, ki onun bir ucu alnını örtükten sonra saç örgüsünün altından bayuna düşer, öbür ucu ise saç örgüsünün üstünde kalır.
kaytadan bk. kayta.
kaytala- bir işi tekrar yapmak; tekrarlamak.
kaytalama mükerrer; kaytalama çakçıl etiş gram. iteratif (bir işi veya bir halin tekrarlanmasını gösteren) fiil şeklidir.
kaytaloo 1. tekrarlama; mükerreren yapılan iş; 2.tautologie, bir mefhumun, hiç lüzumsuz yerde, başka bir ibare ile bir daha tekrar edilmesi.
kaytar- 1. geri döndürmek; geriye göndermek, yollamak; köñül kaytar-: gönül kırmak; ötünüç kaytar: bir ricayı reddetmek; kol kaytar-: (birisine) el kaldırmak; atasına kol kaytarğan: (öyle bir alçaktır hattâ) babasına karşı el kaldırmış; 2. bir iş mükerreren yapmek; on kaytara: on kere; 3. beklemek: korumak; koy kaytar- : koyun gütmek; cılkı kaytar- : at gütmek; beşi kaytardım: eşya (elde taşınan yolcu eşyasını) bekledim: muhafaza ettim.
kaytara bk. kaytar 2.
kaytarıl- pas. kaytar–’dan; köönü kaytarılıp ketti: gönlü kırılarak gitti.
kaytooldo- hastaığın nüksetmesi yüzünden yeniden hastalanmak.
kayttılık : köngül kaytılık bk: köñül:
kayttır- geri çevirmek; döndürmek.
kaytuu dönüş, avdet.
kayz a. kadınların adet görmesi, hayız; kayız– nıpas es. kadının aybaşı ve gebelikesnasındaki durumunu tanzim eden dinî kaideler.
kaz I, kaz (kuş); mañka kaz: dağ kazı; kara kaz: karabatak Phalacro-corax; kaz tamak bk. tamak. II: kaz kaz: tıpış-tıpış(yürümeye alıştırırkençocuğa öyle söylerler) ; kaz kaz bol-: yürümeye başlamak (çocuk hakkında); kaz kurturğuz- : (yürümeye başlayan çocuğu) ayağa bastırmak.
kaz- III, kazmak.
kaza a. alınyazısı, kader; kaza bol- yahut kaza tap- : vefat etmek: ölmek; namazın kazası dn. vaktında kılınmayıp, sonradan kılınması lâzım olan nmaz; balaa- kaza bk. balaa
kazal a. 1. gazel; 2. es. dnî mahiyette olan manzume: poéme.
kazalan- vefat etmek.
kazambak = = kazanbak.
kazan büyük tencere, kazan; can kazan: yolculuk kazanı; kazan as- : yemek pişirmek; kazñ cakın cürsö, kösü cuğat ats. emeğin varsa, kazan bulur; taş kazan: bir oyun adıdır; bir kazan: kaşıkçı kuşu. büyük saka kuşu: Pelicanus; azan kazan: karışıklık; azan kazan aytıp keldi: insanı şaşırtacak şeyler söyledi, anlattı; kara kazan: bir dereceye kadar futbolu andıran oyun; kazan aluu (harf. ; kazan alma ) bi düğün adetidir ki şundan ibarettir: güveyin babası gelinin anasına “kazan kulağına” diye bir hayvan hediye eder ve bununla düğün için hayvanlar kesmeye müsaade alır.
kazat I, a. gaza, din uğrunda olan harp, “mukaddes cihat”; kazat kıl-: gaza etmek, gayri müslimler karşı harp açmak; Çoñ kazat: 1 ) Manas destanının vakıalarından biri 2 ) Manas manzumesi, poém’i. II = = kaza.
kazı I, a tar. hâkim; işleri şeriat hükümlerine göre halleden kadı. II, a. gazi gazaya iştirak edip de temeyyüz eden kimse ( bk. kazat ) . III, karın yağı; kazı baylap kalıptır: karın yağı bağlamış.
kazık kazık, kama: tokmok küçtüü bolso, kiyiz kazık cerge kiret ats. Tokmak kuvvetli olursa, keçe kazık bile çakabilir; ; temir kazık: Kutup yıldızı.
kazıl- pas. Kaz– II ’ten.
kazılık tek kanatlı, efsanevî bir kuşun adıdır.
kazılış kazılma
kazılt- çukur açmak, kazmak.
kazıluu kazılmış ( karş. Kaynatıluu) .
kazına a. hazine; kazına baası kon. : mirî fiat .
kazınaçı hazinedar.
kazınalık es. kon. mirî, devlete ait olan; kazınalık cer: devlete ait olan toprak, arazi.
kazırğı = = azırgı.
kazış I, kazma, kazış.
kazış- II, hep beraber kazmak, beraberce çukur açmak.
kazna = = kazına.
kaznak kabirde ölüyü yerleştirdikleri yan oyuk: lâhit (karş. çara I, 1.) .
kebek I, kepek (darının, arpanın ve buna benzerlerin kabuğu); kepek baş: boş kafa, ahmak. II, = = kebep.
kebekte- şişte kavurmak: şiş kebabı kavurmak.
kebel- hareket etmek, kımıldamak; orduñdan kebelbe! : yerinden kımıldama! ; mal kıştan kebelbey çıktı: hayvanlar kışı kazasız geçirdiler.
kebelbes sarsılmaz, yıkılmaz.
kebelt- harekete getirmek, kımıldatmak; kebeltpey sakta-: nakzetmeden saklamak (mes. ahdi).
kebelteñ = = kabelteñ; etti kebelteñ karmap: eti büyük parçalar halinde kaparak.
kebenek f. (Rad.) keçeden kaftan, kepenek.
kebep f. yahut şiş kebap, şiş kebabı; ırğaydan katuu şiş bolboyt, kebepten şirin köş bolboyt ats: en sert şiş hanımeli ağacından yapılan şiştir en lezzetli et de şiş kebabıdır.
kebetelen- bir şekle girmek; melmildegen asman cerge karağan deñiz kebetelenet: sâkin gök, yere bakan denizin şekline giriyor.
kebeteleş 1. aynı şekilde, aynı dış görünüşte olan: 2. omonim.
kebez pamuk, pamuk ağacı; kebez bayla-: es. Bir tutam pamuk bağlamak (güvey akrabasının, nişandan sonra kız akrabasına götürdükleri hayvanların en iyisine böylece bir tutam pamuk bağlanıyordu).
keçe- yukarıya doğru çekmek; atınıñ başın kecep: atının başını yukarıya doğru çekerek.
keçeñ bir nevi koyun hastalığı, kibuna tutulan hayvanlar kafalarını sağa sola döndürürler.
keçige 1. ense; kecigenin çunkuru: ense çukuru: 2. atın kulağının arkasında enine geçen kayıştır (oyanın bir kısmını teşkil eder ) ; keçirgem ker tartıp turat: hevesim yok; tenbelliğim tuttu; keçigesi cok yahut keçigesi kesilgen: vurdum – duymaz.
keçilde- kesgin sesle ve çok olarak konuşmak.
keçildeş- kavga etmek, kavgaya tutuşmak, çekişmek.
keçildet- et. keçilde- ,den. et keçilde- , den.
keçir inatçı, nazlı, güçbeğenir.
keçirlik inat naz.
keç I, geç vakit, keçinde: akşamlayın; kaçke: akşama doğru; keç kirdi yahut kün geç girdi: akşam oldu; erteden kara kekçe: sabahtan akşam geç vakte kadar; keç keldiñ: geç geldin; geç kal- : gecikmek; keç keç bk. keç II 2. keç keçir– yahut keç keçtir-, bk. keçir II 2.
keç- II, 1. bir nehri (Acc.) geçit yerinden geçmek; 2. (Abl. ile) imtina etmek, vazgeçmek; aşa keç-: kat’i surette imtina etmek, büsbütün vazgeçmek; 16– nçı cılı maldan aşa geçip, canlı ala kaçtık: 1 – cı senesi maldan vazgeçip, canımızı kurtarmaya çalıştık; senden keçkeçtim: sen beni bıktırdın: 3. (Acc. ile) affetmek; künömdüm keç! : günahımı affet!
keçe I, sersem, anlayışsız, gabi; keçeniñ tilin enesi bilet ats. : sersemin dilini annesi anlar . II, kiyim ve azık sözlerinin tekidir; kiyim-keçe: hernevi giyim, eski püskü elbise; azık– keçe: erzak, yiyecekler. III = = keçee.
keçeende- gecikmek, gecikerek vukua gelmek; kün keçeyen dedi: güneş akşama doğru indi.
keçendetüü daha muahhar zamana bırakmak, vadeyi uzatma; koş aydoonu keçeendetüü egindin tüşümün kötörüügö saat bolot: toprağın geç sürülmesi mahsülün bol alınmasına mani oluyor.
keçeeten yahut keçeeten beri: dünden beri
keçek = = keçe II.
keçeki = = keçeeki.
keçeyendet- daha geç zamana bırakmak, vadeyi uzatmak.
keçigüü geçikmek; geç kalma.
keçik- gecikmek, keçikpey kel! : gecikmeden gel.
keçiktir- geçiktirmek, gecikmeye sebep olmak; keçiktirbey ciber! derhal, geciktirtirmeksizin gönder! ; meteorologiya şarttarı starttı keçiktirdi: hava şartları startın gecikmesine sebep oldu.
keçiktiril- mut. keçiktir-den; keçiktirilbey tuğran iş: geciktirilmez, müstacel iş; birinci marttan keçiktirlbey: Martın birinden geç kalmamak şartile.
keçiktirüü işs. Keçiktir – ’ den.
keçil I, 1. kalmuk rahibi; keçil öt -: hayatı bekarlıkla geçirmek; 2. kâhin, kam. II, mut. keç – II’ den; suu keçildi: ırmağın geçit yerinden geçildi; keçilbes mildet: geçiktirilmez vazife.
keçinde bk. keç I.
keçir- II, 1. nehrin geçit yerinden geçirmek; kan keçir – bk. kan I; 2. baştan geçirmek, yaşamak; munuorustar XIX keçirse, biz cakında ğana geçirip keldik: bunu Ruslar XIX – ncu asırda geçirmişlerken, biz henüz yeni geçirdik; sen meni keç keçirdiñ (yahut keçtirdiñ): sen beni bıktırdı; kün keçir – bk. kün 5; 3. affetmek.
keçirgis = = keçirgisiz
keçirgisiz affedilmez.
keçirim affetme; umumî af;
keçirimsiz affedilmez.
keçirüü 1. yaşama, baştan geçirmek; 2. affetme;
keçiş vazgeçme.
kekçi akşamki; kekçi maal: akşam zamanı; kekçi saat sekizde: akşamın saat sekizinde.
keçkil : keçkil murun: basık burun.
keçkir- (keç – kir) bk. keç I, keçkirip ketkende: akşam olduğunda.
keçkisin akşamlayın.
keçkisiz geçit vermez.
keçkurun akşamlayın; akşama doğru.
keçmelik geçit yeri.
keçöö = = keçe.
keçöökü = = keçeeki.
keçöötön = = keçeeten.
ketçe- akşam olmak; kün keçtedi: akşam oldu.
keçtir- = = keçir - .
keçtüü : ertelüü – keçtüü: sabahleyin ve akşamleyin; gece – gündüz.
keçüü : 1. ırmağın geçidi; biröö keçerge geçüü tappay cürot: ats. birisi geçerek yer bulamıyorsa, ötekisi içmeye su bulamıyor; 2. afetme.
kedeñe- (küçük hakkında) ufak adımlar ve hızla koşmak.
keder : kederi ketken: işleri fena gidiyor o fakir düştü; iş kederine ketip olturat: iş fenalaşmaya doğru gidiyor; kapitalist mamleketerdin abalı keder ketüüdö: kapitalist devletlerin vaziyeti fenalaşmakdır; ilgeri barardın iti çöp ceyt, keder kektendin kelini uuru kılat ats. işi yürümeyenin kendi karısı hırsızlık eder.
kedergi engel, mania, set.
kedey I, f.fakir; züğürt.
kedey- II, küçücük görünüşte bulunmak (insan hakkı): kedeyip tıp – tırmaktay bolup tur: pek küçük gözükerek duruyor.
kedeyçi 1 fakirleri düşünen, fakirleri tutan.
kedeyçilik fakirlik.
kedeyle- fakir düşmek.
kedeylik = = kedeyçilik.
kedeysint- fakir saymak; fakire muamele etmek.
kedeyt- et. kedey– II’den.
kedik kedik koy yahut ak kedik koy: (şarkî Türkistan’da) merinos koyunlardan bir çeşidinin adıdır.
kee I: balam, munuñ kee bolur: çocuğum (iyi bak) uygunsuz iş yapıyorsun (korkarım, ki bir fenalık çıkmasın) ; keçeginin keesin çığardık: biz dünkünün acısını çıkardık; çığaramın keeñdi folk: ben sana gösteririm! II, f. başkası; bazı; keesi, yahut keleri: bazısı; onlardan bazıları; kee bir okuçular: bazı talebeler; keesi işteyt, keesi iştebeyt: bazıları çalışıyor keyde: bazan, zaman– zaman; kee– keede: ara sıra.
keeçi balık ağının yarı gözü.
keeçim 1. oyanın bir parçasını teşkil eden şerittir, ki altın boynuna geçirilir ve keçirge (bk. kecirge 2) ile birleşir; colborston ürttük captırıp, cibekten keçim taktırıp folk. (atını) kaplan derisinden çula örttürerek, (onun oyanına) ipekten keçim taktırarak; 2. (Rad. V – n malzemelerine göre) örtü, çul; üstümö colborostan keçim captırğan (Rad, V): (atını) kaplan derisinden çula örttürmüş.
keede bk. kee II.
keer : keer söz: zem (yerme), sövme; cindinin keeri: delirmenin nüksetmesi, récidivi; cindin keeri bar: tamamile aklı başında değildir.
kek intikamçılık, öçalma, kin; içine kek saktap süröt: kin besliyor; kek ketir-: yapılan hareketi intikamsız bırakmak; duşmaña kektikeçirgenç, tenden baştı ketirgen artık ats. düşmanın yaptığı hareketi intikamsız bırakmaktansa, gövdeden kafasının uçması yeğdir.
kekçeñde- başını yukarıya doğru atmak (mes. ,başma vurulan at hakk .)
kekçil intikamçı, kindar.
keke I, zeker, penis.
keke- II = = keket.
kekeç keke.
kekeçten- kekelemek.
kekeçtent- et. kekeçten – ’den.
kekeçtenüü kekeleme.
kekeer 1. kin; nefret; 2. azarlama; başakakma.
kekeerle- kin bağlamak, istihaza etmek, başakakmak; kekeerlep bergen tamak: başakakarak verilen yiyecek; ötkön iştin emnesine kekeerlep kakşıktaysıñ? : olup– bitmiş işler için neden kin besliyorsun ve azarlıyorsun?
kekeerlüü kinli, soğuk adam, her zaman herkesi iğnelemeye hazır olan kötü kalpli adam; keerlüü söz: iğneli söz, istihza.
keken- öç almakla tehdit etmek, kin beslemek, fena düşünce beslemek; kekenip kaldı, bir deme kılıp cürbörsün: kin besliyordu, korkarım, ki bir şey yapmasın!
kekeñde- başını yüksek kaldırmak (at hakkında) .
kekeniş- müş. keken–’den.
keket- azarlamak, sövmek, sözle incitmek.
keketiñki hafif azar ve çıkışmayı ihtiva eden; keketiñki tartıp: bir parça inciterek, hafifçe azarlayarak.
keketiş müs. keket – ten.
kekey- 1-. başı yüksek kaldırmak-; 2-. kibirlenmek, kurulmak --, mağrurca tavır takınmak -, burun şişirmek.
kel- 1. beriye, söyliyene doğru, hareket etmek (yay vasıta ile, yüzerek ve s.) gelmek ; “kel” demek bar, “ket” demek ; çok atsz. : “gel” (buyur, lütfen) demek var, “git” demek yoktur; kelip – ketip-tur: ara-sıra (bana) gel, uğra.cöö kel-: yaya gelmek;atta kel yahut atçan kel- : at üzerinde gelmek; kaytıp kel- : geri gelmek dönmek ; barıp gel kel- :varıp gelmek; alıp kel- : getirmek; alıp gelmek; keler kışka: gelecek kışa, gelecek kışta; keler keter söz bk. söz; kelkeli kelip turat : işleri yürüyor ; 2. ermek, ulaşmak; aynalası cüz sarsança kelgen bir taş karoo : çevresi yüz kulaça varan taş duvar; belden kelgen çöp: bele kadar çıkan ot; kişi boyu kelgen çalkan: insan boyu kadar ısırgan otu; teñ kel-: denk olmak; ağa teñ kelgen eçkim çok: ona denk gelen kimse yoktur; onunla kimse boy ölçüşemiyor; 3. koldon kel- : elden gelmek (güç yetmek); kolunan kelet elinden geliyor (gücü yetiyor; yapabiliyor; kolundan kelbeyt: elinden gelmiyor (gücü yetmiyor yapabilmiyor); 4. mütenasip, uygun olmak; barlık müçösü kelgen at: endamlı at; 5. yerine getirilmek, tahakkuk etmek; atkanıng kelsin! : dediğin olsun, tahakkuk etsin !; 6. cardılar kayrımduu kelet : fakirler hassâs, hayırhah oluyorlar; ayal boooruker kelet: kadınlar iyi kalpli oluyorlar; 7. (önce gelen söz “gu” ile bittiğinde) arzu etmek; ukuñ kelip tursa: dinlemek arzun varsa; bağrım kelbeyt: gitmek istemiyorum, bende gitmek arzusu yoktur; kığısı kelbeyt: yapmak istemiyor; aldağısı kelet: aldatmak istiyor; cegisi kelet: yemek istiyor; 8. yardımcı fi’il sıfatile “kel-” işin arasız, kesilmeden, vukua geldiğini yahut gelmekte olduğunu gösterir: Lenin komsomolu ar kaçan Lenin- Stalin partiyasının eñ işeniçtüü cana rezervi bolup keldi cana mından arı da bolot: Lenin komsomolu (komünist gençliği) her zaman Lenin-Stalin partisinin kendisine güvenilir yardımcısı ve ihtiyatı olagelmiş ve bundan sonra da öyle olacaktır; bir neçe cıldan beri coldoş bolup keldik: birkaç seneden beri arkadaş ola geldik;bir katar işter iştelbey keldi:bazı işler şimdiye kadar yapılmadan kaldı; iştep kele catat (şu veya bugünden itibaren bu ana kadar) çalışmaktadır;el düşmanları caş komunisterdin ösüünö col berbey keldi: halk düşmanları genç komünistlerin büyümesine mani ola geldiler.
kelber 1. magrur; kurumlu; 2. bol (mes. şalvar hakkında): keng bağalek kelber şım folk. bol paçalı geniş şalvar.
kelbettüü yüz çizgileri güzel olan, endamlı gösterişli.
kelcire- çene çalmak; saçma-sapan şeyler söylemek; öz bilüünçö kelcirey beret: ağzına ne gelirse, onu söylüyor.
kelcirek geveze, ağzı kalabalık.
kecirektik gevezelik, boş lakırdı.
kelcireme boş lakırdı söyleme.
kelcireş- müş. kelcire-’den.
kelde f. kafa, kelle; aldırayın keldeñdi folk. : kafanı uçurtayım; 2. haşlanmış ve ufak doğranılmış et üzerine konulan at sucuğunun iri yağ parçaları.
keldele -at sucuğunun yağını iri parçalar şeklinde doğramak ve haşlanmış ve doğranmış et üzerine koymak.
kele I, ver buraya! ver bana! Kele koluñ dağını: elindekiyi ver! ; kele değen doom cok: hiçbir borcum yoktur; kele değen doom cok bolso, ıñk etken oorum cok bolso!ats.: bana karşı alacak davaları ve bir de en küçük bir hastalığım olmazsa (ne iyi olacaktı)! II. 1. yaldız yahut sırma, tırtıl (iplik); 2. bir kıymetli kumaşın adıdır; keleden çapan men tüydüm folk. keleden çapan (kaftan) dikdim.
keleçe (kep sözü ile bir arada) yeni haber, hvadis; emine kep-kelece bar! : ne var, ne yok!, ne haberler var!
keleçek gelecek, istikbal; keleçekte: istikbalde.
kelegey tam değil, yarım kusurlu ayran kelegey uyup kalğan: yoğurt fena ekşimiş; tili kelegey: dilinde kusuru olan peltek konuşan.
keleke istihza, alay.
kelektip kon. = = kollektiv.
kelem a. yahut kelem şarıp: Kur’an Kelami şerif).
kelebeç maskara (gülünç); meni kelemeç kılba: beni maskara yerine koyma!
kelemiş f. tarla faresi, sıçan.
kelender kon. = = kalender
keleñker : keleñker çapçak: bir nevi saçbağı, saç örgüsü şerit; keleñker çapçak kelin bar, boygo çetken uulu bar folk. : kelenker denilen saçbagısı olan gelini var, kos-koca oğlu var.
kelep f. : kelep cip: (makarada değil de) kangal, çile şeklinde olan iplik; bir kelep cip: bir çile iplik.
kelepte- (ipliği) çile şekline koymak.
kelerki = = kelirki.
keleste 1. kelesso; 2. bir kuşun adıdır; 3. sıçan.
kelesi gelecek; kelesi kün: gelecek gün; kelesi cılda: gelecek sene.
kelesso aklı başında olmayan şuuru bozuk) ,delice, kaçık.
kelessolon- şuuru bozuk olmak.
keleş = = kölöş.
kelgensi- gelir gibi olmak, geliyormuş gibi gözükmek; munusu da az kelgensip: bu dahi ona az geliyormuş gibi gözüküyordu.
kelgin 1. başka yerden kelen, yabancı muhacir; 2. göçücü kuşlar; kelgin keliptir veya kelgin kuş keliptir: göçücü kuşlar geldiler.
kelginci başka yerden gelen yabancı adam.
kelgis gelmez; anı kelgis kılam: öyle yaparım, ki o bir daha gelmez.
kelim 1. geliş; kelim-ketim köp üy: (yabancıların, misafirlerin) çok gelip gittiği ev; 2. gelir, irat.
kelimsek gelen, hariçten gelen, yabancı; üylüü kişinin kelimsek-ketimsegi köp bolot: evli kimsenin geleni-gideni çok oluyor.
kelin 1. gelin; 2. genç kadın; beye tuumayınça batyal atı kalbayt, katın tuumayınca kelin atı kalbayt atsz. : kısrak doğurmadıkça “batyal” (bk.) adı kalkmaz; kadın doğurmadıkça “kelin” adı kalkmaz; kelinkesek bk. kesek 1.
kelinçek genç kadın; eri ölüp ergetiygen katın kelinçek bolot ats. kocası öldükten sonra kocaya varan kadın yeniden “gelin gelincik” oluyor.
kelinçi gelinci, gelini ile karı-koca gibi yaşayan.
keliş I, geliş; keliş-ketiş: karşılıklı misafir kabul etme; keliş-ketiş tuuğandıktın belgisi ats. : karşılıklı misafir olma, akrabalığın belgesidir, (delilidir).
keliş- II, 1. hep beraber gelmek; 2. yuşmak, anlaşmak; kelişip ketüüçü sis. aykırı siyasi yön mümessilleri ile anlaşama, onlarla barışma.
kelişim anlaşma, antlaşma, muahede; birikme kelişim yahut kolektiv kelişim: işverenlerle işçiler arasındaki anlaşma mukavele.
kelişimdüü endamlı, yakışıklı.
kelişkiç sis. Aykırı siyasî zümrelerin mümessillerile anlaşan, onlarla barışan.
kelişpööçülük barışmazlık.
kelişsizdik uygunsuzluk yakışmazlık.
keliştir- uydurmak, bir işi iyi yapmak; keliştirip süylö- : yakıştırıp konuşmak.
keltey- 1. kısalmak, daha kısa olmak; 2.bir yana meyletmek (mes. düzgün konulmamış tencere, tabak, çanak hakkında): 3. mec. mütevazi, sıkılgan olma.
kelteyt- et. keltey-’den.
keltir- getirmek, gelmeye müsaade etmek; keltirgen faktılar: getirilen olgu (factum) lar.
keltiril- getirilmek,
keltirüü getirme.
kem f. daha az, eksik; daha fena; eksiklik, kusur; eñ keminde: en azı, asgarî; artık kemi cok: ne fazla, ne eksik, tam; seni kiyimden cetamaktan kem kıldımbı? : giyinmen ve yemen – içmen içmen hususunda bir eksiklik yaptım mı? ; kay ceriñde kemiñ bar! folk. nen eksik? ; başkadan bir ceriñ kem emes: başkalarında hiçbir yerin eksik değildir;bulardin alardan kay ceri kem? : bunların ötekilerden nesi eksik?, al el içinde kemdin tukumunan bele?: onun soyu daha mı kötüdür? ; kem-ketik bk. ketik; kem-kem: tedricen azar; -azar; o, kem! : vay, miskin! ; kem bolbo! : (başkalarından) aşağı olma! Geri kalma! ; cumuşuñdun eç kem ceri cok: senin yaptığın işinin hiçbir eksiği yoktur.
kembağal fakir, züğürt.
kembay r. kon. konvoy: bir kafilenin yoldaşlığında bulunan muhafızlar takımı, convoi; kembaymenen: muhafızlar refakatında.
kembayla- kon. muhafızlar refakatında sevketmek, muhafaza altına almak.
kembaylan- kon muhafızlar refakatında bulunmak.
kemburt kon. = = konvert.
kemçet kuduz; kemçet börük: kunduz kalpak.
kemçil 1. (önüne gelen ablatif ile birlikte) bir şeye muhtaç olan; tondon kemçil bolduñbu? folk. : elbiseyemuhtaç mısın?; engin suundan kemçil bolbosun: ekinin suyu eksik olmasın; 2. (datif ile) aza malik olan; malga kemçil: hayvanları az olan.
kemer f. 1. kayış kuşak; süslü kemer; 2. selin kazdığı çukur; 3. dere; dar vadi, 4. suyun eştiği kıyı.
kemi- 1. eksilmek; 2. alçalmak, tezellül etmek.
kemik : bor kemik: kemik üzerindeki, yağla örtülmüş kıkırdak (ki gayet lezzetli sayılmaktadır); bor kemik kemir-: 1)kemiğin kıkırdağını kemirmek; 2) mec. büyük haz duymak, bir şeyden, zevkalmak, hoşlanmak.
kemiktet- (karş. kemik) : bor kemiktet-: avutmak, hayır işi işlemek.
kemin a. kefen; keminiñdi ceğir! yahut kemin buyurbay öl! : iyilik görmeyesin! bekerden kemin tabılsa, ölmek kerek ats.: bedava kefen bulunursa ölmeli.
keminde- kefenlemek; kefene sarmak, al etti kemindep ceyt al. : “eti kefenleyip yiyor”: eti hamurla beraber yiyor (yani haşlanmış eti haşlanmış hamura sararak).
kemindel- kefenlemek, kefene sarılmak.
kemir- kemirmek.
kemirçek 1. kıkırdak; kemirçeği kaykalay tüştü: karnı şişti (patlayıncaya kadar yedi, içti);2. bir otun adıdır.
kemireñde- dişsizlikten peltek peltek konuşmak.
kemirey- 1. dişsiz ağız görünüşünde bulunmak, dişlerinde gedikleri, rahneleri olmak; zañkayğan ak üylör, kemireygen caman üylöör daturat: hem muhteşem beyaz obalar, hem yırtık, külüstür obalar duruyorlar; 2. (Rad.) yarılmış olarak gözükmek.
kemirt- et. kemir- ’den; söök kemirt-: birisine kemirmek için kemik vermek yahut kemirmeye müsaede etmek.
kemirüü işs. kemir- ’den.
kemirüüçü zool. kemirici hayvan.
kemisiye kon. = = komisiya.
kemit- 1. eskitmek; 2. alçatılmak, tezlil edilmiş olmak.
ken a. 1.maden kuyusu, maden ocağı; kömür keni: kömür ocakları; 2. maden, maden ocağından çıkarılan cevher; paydaluu kender: faydalı madenler; cakşı-eli menen, cer-keni menen (ats.) iyi (insan) eli, halkı ile (meşhur olur), yer ise- madeni ile.
kence en küçük çocuk, son evlât, tekne kazıntısı; kençe uul: en küçük oğul; kence kozu: başka kuzulara nisbeten en sonra doğan kuzu; kence tuu: tekne kazıntısı; kence komandir: küçük komutan.(takım, manga v.s. komutanı).
kenç f. define, hazne, servet.
kençi maden işçisi.
kende kısa boylu cüce.
kendidat kon. = = kandidat.
kendir Lâtince adı Vincetoxicum sibiricum olan bir bitkidir, ki lifi kendir yerini tutar; bayağı kenevir; kendir kesilgen bk. kesil II.
kendüü maden cevherini ihtiva eden; kendüü cer: maden cevherleri mebzul olan yer.
kene 1. kene, sakırga; cer kene: toprak kenesi: aç kenedey ele cabışat: aç kene gibi yapışıyor; kenedey: küçücük; azıcık kenedey uyalbayt: zerre kadar utanmıyor; kenedey: çocukluktan beri; en küçük yaştan beri.
kene- II dikkat etmek; görmek (farkına varmak), hissetmek, aksülamelde bulunmak, tepkimek; kenebes: aldırmayan, lâkayit, etrafına olup- bitenlere aksülamel bulunmıyan, tepkimiyen; hassas olmayan; açka tokko kene begen: açlığa tokluğa ehemmiyet vermiyen; kançalık azap körsö da bir kenep koyğon cok: ne kadar azp çekse de aldırış ettiği yoktur.
kenebegensi- aldırmazlıktan gelmek, ehemmiyet vermez gibi gözükmek.
kenebestink aldırmazlık, kayıtsızlık, dikkatsızlık, gamsızlık; sayası kenebestik: siyasî gamsızlık.
kenen I, yetecek kadar, tamamile kâfi gelen, mebzûl, bol; barıbızga kene cetek: hepimize bol-bol yitişecek; kene bas- : serbest, sıkılmadan yürümek; üyüñ kenen, taza: evin-geniş ve temizdir.
kenen- II, = = ; kolhazdor aştıkka kenenip, tok boldu: kolhozlar bol-bol ekin aldılar ve tok oldular.
kenençilik bolluk.
kenendik genişlik, enginlik, ferahlık.
kenensi- bolluk taslamak; sen emin kenensiysiñ? : sen neden bunca cömertlik gösteriyorsun? .
kenensit- et. kenensi- ’den.
kenep f. kenef farsçada bu söz keten kabuğundan bükülmüş gayet sağlam urgan demektir; (M.)
kenet : kenet-kenet: nadiren, seyrek.
keñ geniş, bol, engin; keñ talaa: geniş sahra; geniş kır; keñ ötük: bol çizme; keñ otur- : rahat oturmak; içi keñ kişi bk. iç I; keñ bıçkan kiyim cırtılbayt ats. : bol biçilen giyim yırtılmaz; keñ- kesiri, bk. kesiri.
keñdik genişlik, bolluk, engin; sağa bul çapan keñdik kılat: sana bu çapan geniş geliyor.
kengeş I, 1. müşavere, danışık; keñeş sal-: müşavere etmek; cakşı kengeş- carımırıs ats. iyi nasihat muvaffakiyetin yarısıdır; kengeşpengeş: her türlü nasihat; kengeş berüü dobuşu bk. dobuş; 2. sis. sovyet, şura; ayıl kengeşi: köy sovyeti; El Komissarlar Keñesi; Halk komiserleri Sovyeti; “Sornarkom” ; Emgek koğoo keñeşi: Emek ve müdafa Sovyeti (Şurası).
keñeş- II, danışmak, müşavere etmek; iyri oturup, tüz keñeşeli: yan-yana oturalım, iyice müşavere edelim (harf. : iğri oturup, doğru konuşalım): keñeşip kesken kol oorubayt ats. : el ile gelen düğün bayramdır (harf. : müşavere ile kesilen parmak (kol sözü el demektir, parmak değildir M.) acımaz).
keñk kesik ve yüksek sesi taklit; keñ etip çüçkürüp aldı: yüksek sesle aksırdı.
keñkeles kalın kafalı; gabi.
Keñkilde- kesik-kesik ve yüksek sesler çıkarmak; keñkildep ıyla- : hıçkırıkla ağlamak.
keñri = = keñiri.
keñsalar r. kançılarya, yazıhane, büro.
keñsen- kurulmak; caka satmak.
kenizek f. folk. hizmetçi kız.
kent f. Oturaklık yeri, meskûn mahal, şehir.
kep I, f. söz, kelime; konuşma; ciddi söz: kep ur- yahut kep uruş yahut kep sal-: sohbet etmek, çene çalmak; kep uruşup olturduk: kep ce-: söz dinlemek; başkasının sözüne hörmet etmek kep cebey ele aytışa beret: söylenen söze kulak asmadan boyuna münakaşa ediyor; kepke kel-: uyuşmak, nasihatlere kulak asmak, uysal almak; kep calgız anda emes: işin özü yalnız onda değil; ooz menen aytuu eş kep emes, kep kol menen birdey iştööçülüktö: yalnız lâfla olmaz; işle göstermek lâzımdır; kepten kep çıgıp: söz sözü çekerek; şıldıñdı koyup, kebiñdi ayt! : şakayı bırakıp, ciddî konuş!: al emi kep-keñeşte çok mec. onun lakırdısı bile yok: papucu dama atılmış. II, şekil, giyim, libas, maske; üydün kebi cakşı: evin şekli iyi; kep cığaç: kunduracı kalıbı; bürküt kep yahut kep baştık: keçeden bir torbadır, ki onun içine yakalanan yırtıcı kuşu koyarlar; kep takıya, bk. : takıya; kep çaç: eleçek’in (bk) aşağı, yani baş üzerinekonulan kısmı.
kepçi- keyi sözün tekidir.
kepe evcik, izbe, salaş, kulübe; tam kepe: toprak ev; çöp kepe: kuru ot anbarı; at kepe: tavla (at ahırı); uykep: inek ahırı; took kepe: kümes.
keper : keper-suuk: çok soğuk hava keper ısık: çok sıcak hava.
keperet Keperetip kon. = = kooperatif.
keperez . r, zaç.
kepiç deri kaloşlar, keşif.
kepil a. 1. kefalet; zaman, garanti; kepil al-: kefalete almak; itelgi salba, kepil alba! ats. : itelgi denilen doğanla avlanma, kefil olmak; 2. kefil: kepil bol-: kefil olmak: kefalet etmek; dooñ cok bolso, kepil bol ats. davan yoksa kefil ol; 3. iki deri parçası arasına konulan astar.
kepildik kefillik, kefalet.
kepin = = kemin.
kepinde- = = keminde- .
kepindel- = = kemindel.
kepke r. kepi, kasket.
kepkir f. kefgir, kepçe, süzgeç.
kepkor f. konuşmayı seven, konuşkan; çene çalmayı seven.
kepsen f. es. harman yerinde verilen hediye (harman döverken herkesgelerek bir parça hububatistiye ve alabilirdi; mes. oradan geçmekte olan yolcu dahi atına yedirmek için bir miktar hububat alırdı).
kepsende- kepsen (bk.) toplamak.
kepşe geviş getirmek.
kepşel- mut. Kepşe- den.
kepşir- keybir.
kepşire- 1. çenelerini oynatmak; 2. mec. ahmakça sözler söylemek, saçmalamak.
kepte- gererek giyinmek, sokmak, tıkmak; başıña keptep kiy: başına ögüz karağayğa keptep cügün şıpırdı: öküz çamlar arasında kalarak, üzerindeki yükünü devirdi.
keptel- tıkılmış olmak, sıkıştırılmak, sokulmak, eşikke keptelip kaldı: kapıya sıkıştırıldı (ve orada takılıp kaldı).
kepten- bir şekle girmek; aç coruday keptenip folk. : aç coru kuşuna benziyerek.
kepter f. güvercin (kebuter).
kepteş I, arasındaki çukur, dere ( = = sala, fakat daha derin ve kıyıları dik olur).
kepteş- II, biri-birini itmek, sıkıştırmak; hep beraber sokulmak (mes. dar kapıya sokulan iki kişi hakkında).
keptet- et. kepte-’den.
keptöör bir böğaz hastalığının adıdır.
keptüü münasip uygun, iyi eşkâlde olan, endamlı; keptüükiyim: iyi biçilmiş ve tam gelen elbise.
kepusta r. lahana.
ker I, koyu doru (at donu); ker ooz at: çenesi, paçaları ve kasıkları sarıya çalan koyu doru at; ker muruttu: siyah bıyıklı. II, kin, gazap; ker ayak: muvafakat etmiyen; ker caak: anlaşma temayülü göstermiyen, inatçı; kermür aytış: ağız kavgası etmek, dalaşmak. III: ker tart- : gerisin-geri gitmek, kıçın-kıçın gitmek; keyü bar, ker tartu cok ats. pişman olmak var, fakat vazgeçmek yok. IV. f. sağır; kulağın ukpas ker kılam folk: kulağını işitmez hale koyacağım, sağır yapacağım.
ker- V. f. germek, çekmek, uzatmak, arken kerdim: urgan gerdim; urup-kerip: pataklayıp döverek: kere karış bk. karış I. kere cutum; (mayii) alabildiğine içmek.
kerben f. 1. tar. kerven; kerben bakışı; it üröt kerben cüröt ats. it ürür, kervan yürür; 2. = = kerbençi:, 3. okşama sözü: kerbenim: sevgilim, canım.
kerbençi tar. kervan işleten yahut yurttan yurda mal nakletmekle alış veriş eden tüccar.
kerbes = = kerbez.
kerbez f. 1. kendini beğenen; 2. çıtkırıldım; 3. züppe; 4. kerbez ündüü db. sabit sadalı ses.
kerbezden- 1. kendini bğenmek; 2. züppelik etmek.
kerbezdüü = = kerbez.
kerbişte- (Rad.) başla işaret etmek.
kerceñde- oynamak (uzun, zayıf boyun hakk.); keçirgesi kerceñdep folk. uzun, zayıf) boynunu döndürerek.
kerceñdet- et. kerceñde-’den.
kercey- içeriye çekilmek (zayıf insanın yahut hayvanın baynu hakk.); geçirgesi kerceyip, til albay ketti: inat ederek, söz dinlemeden gitti.
kerçöö (koyunun derisile birlikte çıkarılmış göğüs yağı.
kerde- : kerdep tur (başlıca, obanın ağaç iskeleti hakk.): çıplak halde bulunmak.
kerden I. kerden kese: büyük kâse. II, f. boyun.
kerdir- et. ker- V’ten.
kere I: kere karış, bk. karış I. II = = kerüü I. III. Tülkü kerep kaldı: tilki art ayakları üzerine durdu ve göğdesini uzattı.
kerebet r. “krovat”: karyola.
kereeli : kereeli kekçe: akşam geç vatka kadar; kereeli kekçe ayta berbe: artsız- arasız aynı şeyi tekrar etme.
keres = = kereez.
kereez vasiyet ölüm, önündeki nasihat.
kerege keçe evin duvarını teşkil eden ağaç kafes; keregenin başı: keregenin üst kısmı; keregenin ayağı: keregenin alt kısmı; karegenin göğü: keregenin değneklerinin kesiştiği ve onların topçu (bk. topçu II) vasıtasiyle birleştirildiği mahal; kerege çalgıç: kerege ile turduk(bk.)arasından keregenin üst kısmından geçen şerit; kerege cay-: kerege yaymak; kerege gazeta (söylenişte kezit ):duvar gazetesi; karegege butuñdu artpağın folk. : keregaye bacaklarını dayama; mec. terbiyesizlik etme; vaziyetini unutma; kerege sakal: kaba sakal.
keret harikulâde bir tarzda önceden görüş istidadı; keretinde bildi: folk. o, önceden gördü.
kerevet = = kerebet.
kerez = = kereez.
kergiç herhangi bir nesneyi germek için yarayan aygıt; kergiç cip: çocuk beşiğinde bir nevi ağ teşkil eden örme.
kergilçek (Rad.), gerilmiş, gergin.
kerğiştet atı kızıştırmak; atı oynatmak.
keri I = = kerüü I. II, geri; geri tarafa; geriye; kerisinçe: tersince, bilakis; keri ket- yahut keriget-: gerilemek; tedenni etmek, fakir düşmek.
keriget- bk. keri II.
kerik f. gerden.
keril- I. gerilmek; 2. mec. kurulmak, caka satmak.
keriliş- müş. kerilden- ’den.
kerilt- et. keril-’den.
kerim a. Kerim (Allahın sıfatıdır).
kerimsel f.sıcak rüzgâr; sam.
keriney f. 1. madeni boru (krş. mor I) ; 2. borazan (çalgı).
keristen : keristendey bolup catkanın karaçı; yan gelip yattığına baksana; keristen dey kerilgen: kurulan.
keriş I, 1. çekişme; kavga; ağız kavgası; uruş keriş: sövme ve kavga; uruş kiriş düşmadıktın belgisi ats. : ağız kavgası ve çekişme- düşmanlık beldeğildir; 2. tutuşma, kapışma.
keriş- II, sövüşmek; biri-birine sövmek: çekişmek; kavga etmek; uruşpas uul, kerişpes kelin bolboyt ats. : çekişmiyen oğul, kavga etmiyen gelin bulunmaz.
keriştir- biri-birine sövsün diye birini ötekisine kışkırtmak.
kerkey- = = kekirey- .
kerki keser; aştama kerki: sap deliği bulunmayan keser.
kerme atları bağlamak için iki çadır arasına gerilen urgan; kermege at bayla: kerme’ye at bağlamak; kemre too: uzun dağ; kemre kaş bk. kaş I.
kermek bir bitkinin adıdır; kermek daam: ekşi.
kerney = = keriney.
kersey- kurulmak, gururlanmak.
kerseyüü kurulma, gururlanma.
kert I. kıtırtı sesini taklittir; kert edip: kıtırdayıp; kert dep çöpcebeyt: bir parçacık bile ot yemiyor at hakk.) II, (baş sözü ile bir arada ): kendi. yalnız kendisi, şahsiyet; kert başıma tigen akça: şahsıma düşen para; köptön oolaktap, kert başına sıyınat: cemiyetten kaçınıyor, yalnız kendisine güveniyor. III, kesmek; kertik açmak; odun kert-: odun kırmak; kerte-kerte süylö-: vazıh söylemek.
kerte bk. kert –III.
kertik çentik, kertik.
kertmek kertik.
kerüü I, otla örtülen dağ yamacı. II, germe, çekme.
kes- 1. kesmek; kesip ayırmak; kesip ayt-: kat’î kesin olarak söylemek; kese ubada bekit-: (karşılıklıca) kat’î sağlam söz vermek; 2. tayin etmek; birisini mahkûm etmek; uurunu beş cıl kesti: hırsızı beş yıla mahkûm ettiler.
kese I, f. kâse; piale.
kese- II = = keze.
kesek 1. parça, topak, kesek taklan: iri kavut; kelin- kesek: genç kadınlar; kempir-kesek: kocakarılar; kelin – kesek, kız kırkın: genç kadınlar vegelinlik kızlar; 2. kurumuş balcık topu: kesek (ayakyolunda iş bitirdikten sonra kullanılır); 3. ancak; muhasıran ( yalnız beğenmemezliği ifade eden tabirlerde); kesek mitaamdar: baştan- başa dolandırıcıdırlar; kesek kudayurğandar: baştan başa kalleşler, sırf hergele takımı.
kesel I, a. 1. hastalık; emine keseli bar? : hastalığı nedir? neden muztariptir? 2. hasta. II: üzül-kesel bk. üzül II.
keselde- hastalanmak, hasta olmak.
keseldüü hasta; hastalıklı.
kesep a. dalaşman, arbedeci, külhanbeyi.
kesepet a. felâket, dert, başbelâsı; alçaklık, alçakcasına insanın başına iş açan.
keseptüü felaketli; felâket getiren.
keser I: at keserden (başlıca, kar hakkında): atın ğöysüne kadar.
keser- II = = kezer.
kesik I = = kezik I. II, kesilmiş. kesik, kesilmiş parça; kesikter teñdiği mat. kıt’- aların müsaviliği.
kesil I: üzül-kesik, bk. üzül II.
kesil- II, mut. kes-’ten; sırttan kesil-, bk. sırt; uuru beş cılğa kesildi: hırsız beş seneye mahkûm oldu; kendiri kesilgen: zayıfladı, kurudu; butu kesildi: ayak derisi çatladı.
kesilt- et. kesil-’den.
kesim 1. kesilmiş parça; parça; bir kesim et: bir parça et; bir kesim nan: bir dilim ekmek; 2. mahkeme kararı, cezanın tayin edilişi, hüküm; kesim kes-: hükmetmek; mahkemede karar çıkarmak; kesim mal: tar. (niza maddesi hırsızlık mı, karı ayartma mı ve başkası mı, ne olursa-olsun) dava edilenin dava edene, tazminat olmak üzere, ödediği hayvan yahut para.
kesimdüü muayyen, maktu; kesimdüü malay tar. : muayyen bir iş ücreti alan ırgat.
kesipçildik bir zanaata, mesleğe intisap ediş; meslektaşlık; meslek sahibi olmaklık; kesipçilikdik uyumu (yahut soyuzu): meslektaşlar birliği.
kesir 1. istihfaflı muamele; bir nesneye magrurca istihfafla bakmanın bir neticesi olan felaket; tamaktı kesir kılba: yiyeceğe istihfaf gözüyle bakma; kesiri coñ: her şeye istihfaf ve hor görme göziyle bakan; güç beğenir kimse; bütkön boyunun barı ele kesir: o- müccesem bir gurur, mücessem bir istihfaf’tır; senin ooz kesiriñ ala ketti: farfalalığınla felâket getirdin; maldı tepe, kesiri bolot: malı tepme (yoksa) felâket gelir (bir daha mal yüzü görmezsin); 2.kendini beğenen; kibirli.
kesirdüü belâ, felâket getiren, muzır; al kesirdüü ittin kesiri tiydin: o me’şum köpeğin yüzünden felâket geldi.
kesiri : keñ-kesiri; serbestçe, genişçe; keñ-kesiri kiyim: geniş, bol giyim; keñ-kesiri oturalı: rahat oturalım; keñ-kesir cigit: cömert, konuksever delikanlı, eliaçık yiğit; bu un bir ayga keñ-kesiri cetet: bu un bir aya ferah- ferah yeter.
kesirlen- I, fena etkiye (tesire) uğdamak. II, kendini serbest, hür hissetmek; cazdıktı çıkanaktap, kesirlenip oltoruptup: mindere yaslanarak, kurulup oturuyor.
keşene kuşak; beş orolğon keşene: beş kere sarılmış kuşak.
keşik 1. gelin gelince güveyin evinde tertip edilen ziyafet (yiyecekleri gelinin akrabaları kendileriyle birlikte getirirler). 2. karının (zevcenin) ebeveyninin evinden getirdiği yemek kalıntısı, bakiyesi; 3. talih; keşigi cok: talihi yok, betbaht.
keşiktüü mes’ut, uğurlu (adet olduğu, ırıs söziyle bir arada kullanılır) ırıs- keşiktüü yahut ırıstuu- keşiktüü: uğurlu, işlerinde muvaffak olan, talihli; kelin keşiktüü keldi (karş. Keşik): gelin (güveyin evine) yiyecek-içecekle beraber geldi.
keşmiş ufak çekirdeksiz üzüm.
keşpir I, f. 1. hernevi ince pamuklu kumaşların adıdır (başma, keten bezi ve buna benzerler buna dahil değildirler); 2. kaşmir. II, çehre, şekil, kılık; keşpiri (yahut kebete keşpiri) caman. Çirkin; suratsız.
ket- I, 1. gitmek, uzaklaşmak, kayda ketti? : nereye getti? : 2. vaki olmak, husule gelmek; senden bir balalık iş ketiptir: çocukça bir iş yaptın, haltettin; 3. (bu fiil sık-sık yardımcı fiil gibi kullanılır (karş. kal-II); ötüp ket-: yanından geçmek, geçip gitmek; cürüp ket-: hareket etmek, yola çıkmak; közünö kelip ketti: aklına geldi, (görem) hafızasının önünden geçti, (zihnen) göz önünde peyda oldu; men canında turğanımda cığılıp ketti: ben yanında iken düşüverdi; al menin közümçö bir ayak kımızdı tınbastan içip ketti: benim gözümün önünde bir çanak kımızı nefes almadan içiverdi; bir litre kımızı içip ketçi, köröyün: bir litre kımızı içsene, göreyim seni; maksatına cepte ölü ketti: maksadına ermeden ölüverdi; uyku kelip ketti: uyku bastı.
ketil- I, ket-’den; mut. (yalnız yardımcı fiil olarak) unutulup ket idi: unutuluverdi. II, kenarı kırılmak; diş-diş olmak; tulpardın tuğayı ketilse, sazğa bassa cetilet ats. yürük atın tuynağı (tırnağı) kırılırsa bataklıkta gezmekle düzelir.
ketim kelim sözünün tekidir.
ketimsek kelimsek sözün tekidir.
ketir- 1. gidermek, gitmeye zorlamak, uzaklaştırmak; tınçtık ketir-: rahatı gidermek; keriş başka kelgen baktı ketirer ats. niza ayağa gelen talihi uzaklaştırır; 2. kaçırmak; cañılıştık ketir-: yanlışlık kaçırmak, yanlışlığa müsaade etmek.
ketiril- mut. ketir-’den; ketirilgen cañılıştık: ika edilen yanlışlık.
ketiş- II. müş. ket- ’ den; eki koğşu ketişip kalmak: iki komşu ayrıldılar, kavga ettiler; cay-cayına ketişti: yerli yerine gittiler.
kektin kaçkın.
ketkis- gitmiyen; gitmek iktidarında bulunmıyan (bk. kököy).
ketmen f. bel, kazma; ketmendin cebesi, bk. cebe; buttun ketmeni: parmaklarla ağım arasındaki ayağın üst kısmı; ketmen ooz: büyük ağızlı; ketmen çap-: kazma ile kazamak.
keyi- kederlenmek; mugber olmak; keyip- kepçip: kederlenerek ve üzülerek.
keyikçeel boyuna sızlanan.
keyip keyp, a. 1. keyif, mizaç; keyi pi ketken: keyfi kaçmış; 2. kılık, şekil; uykusu açılmağan keyipi menen: uykudan gözlerini açmadığı halde; keyipi caman: görünüşü nâhoş; üydün keyipi ketken: evin rahatı kaçmış; ev nâhoş bir şekle girmiş.
keyipker a-f. srk. personnage.
keyipten- bir şekle, kılığa girmek; caktırbağan keyiptenip: beğenmeyenmeyen bir çehre göstererek.
keyipteniş- müş. keyipten- ’ den.
keyiş I, müteessir etmek; keyişke sal-: müteessir etmek, hoşa gitmiyen bir iş yapmak; keyiş tart-: müteessir olmak; mugber olmak.
keyiş- II, müş. keyi-’den.
keyiştüü müteessir edici; keyiştüü oor turmuş ele: ağır ıstıraplı bir hayattı.
keyit I, müteessir etme, iğbirarı mucip olma.
keyit- II, 1. müteessir etmek, kederi mucip olmak. 2. zahmet vermek.
keykekte- 1. başını yukarıya kaldırmak; at keykektep basat: at başını yukarıya doğru kaldırarak gidiyor; 2.mec. direnmek, inat etmek.
keykeñde- 1. geriye atılmak (başlıca, baş hakk.); 2. mec. kurulmak, gurur satmak.
keykey- = = keykeñde- .
keyp = = keyip.
kez I, f. arşın. II, an, zaman, fırsat, elverişli fırsat; kezi kelgende: münasip fırsatta; kez bol- yahut kez kel-: rast gelmek, karşılaşmak; kez-kezi menen: sıra ile, zaman zaman, bazen.
kez- III, gezmek, dolaşmak; düynö kezip cür-: dünyayı dolaşmak; köptü kördük, köp kezdik: çok (şeyi) gördük, çok gezdik.
kezde- arşınla ölçmek.
kezdeme arşınla mal, manifatura.
kezdeş- karşılamak, rastgelmek.
kezdeşüü işs. kezdeş-’ ten.
kezdet- et. kezde-’den.
kezdik = = kestik.
keze- nişan almak; nayzanı kezedi: mızrağı nişan alma vaziyetinde tutu.
kezeer = = kezer.
kezeert- = = kezeert- .
kezegen . kezegen mergen. : mahir nişancı.
kezek I, 1. sıra, nöbet; menin kezegim: benim sıram; kezektegi mildet: sıradaki vazife; kezekme-kezek: sıra ile; 2. zaman, an. II, = = kezek.
kezekçi nöbetçi, nöbet bekliyen.
kezekçil = = kezekçi.
kezeksiz sıra dışı; fevkâlede.
kezekte- sıraile nöbetle yapmak; kezektep sebüü: muhtelif hububatı sıra ile ekme.
kezekteş I, nöbetleşme.
kezekteş- II, nöbetleşmek.
keekteşüü işs. kezekteş- II’den.
kezektüü sıradaki; kezektüü cıyılış: mutat toplantı.
kezen- niyet etmek, azmetmek, bir hedefe göz dikmek; çeçiñen sudan kaytpas ats. : soyunmuş olan sudan korkmaz, nişan alan düşmandan korkmaz.
kezeñ yahut ayrı kezeñ: çatlak yarık (dağda).
kezeniş- müş. kezen-’den.
kezer- 1. şiddetlice yemek istemek, açlık hissetmek; 2. kurumak ve çatlamak (mes. dudaklar hakk.); 3. cimrilik etmek; istenilen nesneyi vermemek.
kezert- acıkmayı mucip olmak, şiddetli arzu uyandırmak; kezertip ele eştemke berbey koydu: yalnız iştahı uyandırdı, fakat hiçbir şey vermedi.
kezerüü işs. kezer-’den.
kezeş- karşılıklıca nişan almak vurmak maksadiyla el kaldırmak.
kezet- 1. yöneltmek; tevcih eylemek; 2. göz dağı vermek.
kezger- vurmak maksadiyle el kaldırmak.
kezgin memleketler dolaşma, seyahat.
kezginçi seyyâh.
kezik I, şiddetli sıtma; salgın hastalık; onulmaz hastalık.
kezik- II, karşılamak; ooruğa kezik-: hastalanmak.
kezüülöş- bir işi sıra ile yapmak; münavebe ile iş görmek; hayvanları sıraile gütmek.
kıba : kıbam kandı: tamamile tatmin edildim, zevkimi aldım; kıbası kanganday cümdörü cata kaldı: adamakıllı tatmin edilmiş gibi, büsbütün rahat etti; kılanı kaldıra süylödüñ: hoşa gidecek bir tarzda söyledin; kıygırgan cooğo kirgende, kıbañdı cazar coldoşum folk. haykıran düşman üzerine saldırırken, senin can sıkıntını benim arkadaşım gideriz.
kıbaçı 1. tecrübeli, malumatlı ve becerikli adam; işlerde tecrübe görerek pişmiş adam; 2. (islah edilmiş olan arap harflerinde ve Lâtin alfabesinin ilkin kabul edilen şekillerinde) incelik işareti.
kıbaçıl çıkıkçı.
kıbala- 1. çıkık sarmak (çıkan veya kırılan kemiği düzeltmek); 2. sakatlıkları veya eksiklikleri muayene etmek ve onların düzeltilmesi için çareler göstermek; 3. bir işi ustalıkla ve uzlukla yapmak.
kıbas r. “kvas”: hububattan yapılan ve hareket teskin eden bir içecektir.
kıbıla a. Müslümanların namaz kılarken doğruldukları cihet: kıble; tört cağı = = telegeyi tegiz (bk. telegey); kıbıla nama es. pusula; tört kıbılası tügöl cetim: hem annesi, hem babası ölmüş öksüz; tört kıbıla tarapka folk. bütün dört cihete.
kıbılanama = = kıbıla nama (bk. kıbıla).
kıbılcı- 1. bir işi ağır ve kırıtarak yapmak; 2. mütevazi ve çekingencesine hareket etmek.
kıbılcıt- et. kıbılcı-’ dan.
kıbıñda- 1. çabuk ve telâşla hareket etmek; 2. sık–sık göz kırpmak; közü kıbıñdayt: sık–sık göz kırpıyor; 3. gözleri gülmek; kubanıp turğanday kıbıñdağan közü dayım külümsüröp turat: sevinmiş gibi boyuna gözleri gülüyor.
kıbıñdat- et. kıbıñda–’ dan; közkıbıñdat: göz kırpmak.
kıbır 1. ağır ve tembelce hareket, ağır ve tembelce hareket eden, yerinde sayan, gayet yavaş ve ağır davranan; oozu kıbır etti: ağzı hafifçe kımıldadı; kıbır etken can kalmadı: (kimse kalmadı); kıbır işteyt: gayet ağır daranıyor; 2. cıbır ve kıl I. sözlerinin tekidir; kıbır- cıbır cürgön adam: ileri geri yürüyen, kaynaşan adamlar; kıl-kıbır: her nevi kıl, çör-çöp.
kıbıra- ağır hareket etmek; gayet yavaş ve ağır davranmak.
kıbıraş- müş. kıbıra-’ dan.
kıbırat- ağır ve tenbelce hareket ettirmek.
kıbırda- kıbırla- = = kıbıra.
kıcalat a. 1. utangaçlık, hacalet; 2. ihtiyaç, zaruret; men bugün akçağa kıcalat bolup turam: bugün paraya muhtacım; kıcalat koomu es. yoğaltım (istihlâk) kooperatifi.
kıcalatçıl utangaç, çekingen.
kıcılda- 1.fışnamak (tahammür ederken); cürogüm kıcıldayt: midem kaynıyor: safra hissediyorum; 2. kaynaşmak, pek çok olmak; kıcıldağan kalıñ el: kaynaşan çok halk; kıcıldağan köçö: işlek sokak.
kıcıldat- et, kıcılda- ’dan.
kıcıñ kucuñ sözün tekidir.
kıcır hırs, kin; kıcırı kaynadı: hiddetten kendinden geçti; hırslanıyor, kızıyor; kıcırların kaynattı: onların kızmasını, hırslanmasına sebep oldu.
kıcıra- pek çok olmak, kaynaşmak; kıcırağankarğa: dünya kadar karga.
kıcırdan- tevehhüre gelmek.
kıça- israrla istemek; sen çok cerden kıcaysıñ: sen bulunmayan yerden (zamanda) istiyorsun.
kıçaştık 1. bıktırıcılık; aç gözlülük; haset; kaçaştık kılıp, meniki dep, talaşa ketiçüü: aç gözlülük ederek, benimki diye iddiada bulunarak çekişti; 2. takılma: kusur araştırma.
kıçı I, 1. çamurdan ve rüzgârdan el ve ayaklarda husule gelen çatlaklar; butu- kolun kıçı baksan: bacakları ve elleri çatlak içinde; çor taman, kıçı kolduu: nasırlı ayak ve elleri çatlak içinde olan; 2. tabanlarındaki kir (yazmayak gezen adamlarda); kıçıñdı cuuçu! : ayak kirini yıkasana! ; kıçı kara koñuz: kap-kara tezekböceği; 3. nazlı, maymun iştahlı; her şeye takılan, her şeyden kusur arayan; anlaşmaya gelmiyen(başlıca, çocuk oyunlarında). II, brassıcanapus oleifera denilen bit-ki
kıçıla- kavga, gürültü-patırtı çıkarmak.
kıçılaş- kavga etmek, birbirine çatmak.
kıçılaştır- kavga etmeye bırakmak, kav- gaya tutuşturmak, işi kavgaya kadar götürmek; eköön kıçılaştırbay acıratıp koy: ikisini kavgaya tutuşturmadan a- yır!
kıçık I, gıdık, gıcık; çabuk ve çok gıdık- lanma istidadı; meniñ kıçığıma tiydi: beni kızdırdı; kıçık söz: iğneli söz, birisine çatmak maksadile söylenen söz. II, iki nesnenin bitişmesinden hasıl olan köşe; köz kıçığı: gözlerin köşeleri; taştın kıçığında: taşın arkasında. (taşı siper olarak kullanarak.)
kıçıra- kıtırdamak, gıcırdamak; kar kıçırayt: kar gıcırdıyor
kıdır- ιι, dolaşmak, avare gezmek; bir şey araştırıp, dolaşmak.
kıdırakey = = kıdırata.
kıdırata etrafında, sıra ile, baştan başa; kıdırata çaptı: etrafında koşturdu; kıdı- rata taş koydum, kızıl ögüzdü boş koydum (bilm.): etrafa taş koydum, kırmızı öküzü salıverdim (tiş, til- dişler ve dil).
kıdırğıç gezginci (diyar diyar dolaşan adam).
kıdırma 1. seyyar; 2. dolaşan; bir yere muvakat olarak giden; kıdırma boştoo es. halka şeklinde yol takip eden posta; kıdırma doktor: dolaşan tabip; kıdırma sessiya: bir yere muvakkat olarak gelen (mahkeme).
kıdırmaçı seyyar satıcı; elde taşıyarak ufak-tefek şeyler satıcı.
kıdırmaçılık seyyar satıcılık mesleği.
kıdırmış iç. bir yerde kalmayan işçi.
kıdırt- et. kıdır- ιι’den; başkı kırkadan ayak cakka kıdırtıp, kolğo suu kuyuldu: ön sıradan başlayarak, son sıraya kadar (herkesin) eline su döküldü; çaydı çını kıdırtıp içet: çayı münavebe ile tek bir tane fincandan içiyorlar; ordunan turup, közün elge kıdırtıp: yerinden kalarak ve halka göz gezdirerek; tameki baçkesin üstol tegerekten turğandarğa kıdırtıp: tütün paketini masa etrafında duranlara dolaştırdı.
kıdıy- = = kidiy.
kık kuru koyun tezeği.
kıl I, 1. kuyruk, yele kılı; 2. bir tane kıl; bir tek tüy; genelce (vücuttan düşen) kıl; kılday yahut kılça: azıcık, gayet az; kara kıldı kak car: kılı kırk yarmak: hâkimane karar çıkarmak; çoçko kılı: domuz kılı; kıl çığarıbas: mec. cimri; kıl çıgar bas eleman mal menen candın barınan takır keçip taştadı: folk. hasis eleman malından canından bezdi; kıl tamak: kıl boğaz (gayet az yiyen adam) ; kötünö kıl sıybay kaldı: kon. « kıçına kıl sığmadı» (gayet sıkışık durumdadır) ; kıl maya (başlıca, darı ve haşhaş sapları hakkında) incecik, cılız; otooğo aldırğan çöptöy moynu kıl maya bolup, içi çedireygen: karnı şişti, boynu, zararlı otlarla kaplamış bitki gibi, incecik oldu; kıl aldında: her şeyden önce; kıl tabında (bitkiler hakkında) : tam olgunlaşma anında; tarunu kıl tabında oruu kerek: darıyı tam olğunlaştığı anında biçmeli; kıl etinde (at hakkında) : kıvamında, iyi antreneman görmüş; kıl tamırçı bk. tamırçı; kıl başında = = kıldı başında (bk. kıldı), kıl kuyruk, bk. kuyruk ι. II, f. nevi, çeşit; ar kıl: her neviden, muhtelif; bir kıl: 1) aynı neviden; 2) bir nevi. III, yapmak, kılmak; munu emine kılamın?: bunu ne yapayım? azdık kılat: az gelir, yetişmez; bul üymağa keñdik kılat: bu oda benim için çok geniştir; kaçıp ketti kılıp: kaçıp gitmiş süsü vererek.
kılaa sahil, kıyı, kenar; köldüñ kılaası: göl kıyısı, kenarı.
kılaala- sahilden, kenardan gitmek; köldü kılaalap: göl kenarı boyunca giderek.
kılaan su karıştırılmış süt.
kılabdan a-f. para, iplik, iğne v.s. saklamak için kese.
kılağar dönen (ölmekte olan adamın gözleri hakkında)
kılamık yahut kılamık kar: henüz yağan ince kar tabakası; bulamıkta tiş sınat, kılamıkta but sıbat ats. bulamaçta diş kırılır, kılamık karda ise, baçak kırılır.
kılamkta- : kılamıktap caağan kar: yeri hafif tertip örten kar.
kılañ = = kırıtarak yürümek (mes. şık giyinmiş kız hak.) ; kendini giyinmiş – kuşanmış ve süslenmiş bir kıyafette göstermek, göze çarpmak.
kılañgız : kök kılañgız süt: kaymağı alınmış mavimtrak süt.
kılap a. kın, gilâf; kılapta tol = = köñülgö tol (bk. köñül).
kılapat a. muhalefet; kılapat ayt-; muhalefet etmek; yaşlı veya muhterem kimselere karşı sözle saygısızlık göstermek; artıñdan kılapat aytpayın: sana muhalefet etmiyeceğim; sen ne söylersen, ben de senin hakkında onu söylerim.
kılapatta- muhalefet etmek.
kılay- bir parça dışarıya çıkık durmak, sarkmak; bir parça gözükmek; ay kılayıp çığıp kele atat: ay henüz doğmaya başladı; tañ kılaydı: şafak söktü; tañ kılayıp atkanda: şafak sökerken; asmanda kılayğan bulut cok: en ufak bulut bile yok.
kılayt- et. kılay-‘dan; kılganday nayza kılaytıp: folk. mızrakları diken gibi öne çıkararak.
kılcıñda- nazlanmak, «kırılıp – büzül- mek».
kılcıñdat- et. kıcıñda-‘dan.
kılcıy- bükülmek (boyun hakkında); kılcıyıp oturat: başını iğerek oturuyor; kılcıyğan arık kişi: gayet zayıf (ve zayıflıktan iğrilmiş) adam.
kılçakta- başı çevirmek, geriye bakın- mak, omuz üzerinden arkaya bakmak; kılçaktap karap artına: folk. başını çevirerek ve arkaya bakarak.
kılçaktat- et. kılçakta-‘dan.
kılçañ geriye bakınma; üyüñdö emine kılçañıñ bar, bara berbeysiñbi?: dönüp eve bakmanın lüzumu yok: yoluna devam et!; kılçañ bas-: arkaya bakınarak yürümek.
kılçañda = = kılçakta-.
kılçañdat- = = kılçaktat-.
kılçay- = = kılçakta-: kılçaybay ketti: arkasına bir kere bakmadan gitti; kılçayıp karap koyboduñ: bir kere bakmak lütfunda bile bulunmadan; kılçayarım cok: dayanacak kimsem yok.
kıldat f. ι, 1. mahir usta (başlıca, ufak- tefek şeyler yapmak hususunda); 2. takt sahibi, patavatsız olmayan.
kıldat- ιι, et. kılda- ι, ιι’den.
kıldattık 1. ustalık; ince ustalık; süsle- mekteki zarafet; 2. dirayet sahibi ol- maklık.
kıldı : kıldı başında yahut kıldı çokusunda: tam ucunda; nayzanın kıldı başında: mızrağın ucunda; şaardın kıldı başında: şehrin en ucunda; kıldı çokusuna: en tepesine.
kıldırooç keçe evde tötögö (bk.)’den biraz aşağıda bulunan saçak.
kıldırt- et. kıldır-‘dan
kıldooç yağı eritirken, onun içinden kıl- ları ayırmak için kullanılan bir atgıt.
kılduu telli; kılduu muzika aspaptarı: telli musiki aletleri.
kılğır- parıldamak, bir şeyin sathınna ince tabaka şeklinde çıkmak (mayi, yağ hakkında); sorponun mayı kılğırıt turat: çorbanın sathında yağı parlayıp duruyor; çorba yağla kaplanmış; kılğırğan köz: 1) bir parça yaşla ıslanmış göz: 2) okşayan gözler, şirin bakış; közünön caş kılğırıp turat: gözlerinde yaş parlıyor; kılğırıp kara-: okşayıcı bakışla bakmak; may kılğırıp turat: yağ geğiriyor.
kılıç kılıç; kılıçtım mizi: kılıcın yüzü; kılıçtın mizin calaşuu folk. karşılıklıca ant içme şekillerinden biridir (harf.: karşılıklıca kılıç yalama); coo ketken- den kiyin kılıçıñdı bokko çap: (ats.) savaştan sonra çapula (harf.: düşman uzaklaştıktan sonra kılıçınla tezeği kes!).
kılıçker k-f. kılıçlı (kılıçla silâhlanmış olan muharip); oñunda cıyırma kılıçkerden, solunda cıyırma aybalta alğan, nayzakerden cıyırma folk. sağ tarafında yirmi kılıçla silâhlanmış muharip, sol tarafında yirmi savaş baltasile silâhlanmış muharip ve yirmi mızraklı muharip vardır.
kılıçta- kılıçlanmak, kılıçla iş görmek; düşmandar kılıçtap kirip kaldı: düşmanlar kılıçla hücum ettiler.
kılım a. (grekçeden) 1. asır; devir; cıldan cılğa, kılımdan kılımğa: seneden sene- ye, asırdan asra; 2. dünya; âlem; kılımda cok er neme folk. öyle bir yiğit ki dünyada eşi yoktur; er töştüktün toyuna kılım keldi kozğolup folk. ba- hadır toştük’ün düğününe bütün dünya halkı geldi; 3. eçen kılım el ötkön: nice halk yaşamış. 4. hepsi, her şey.
kılk : kılk et-: dalgalanmak (kalabalık kütle hakkında); el kılk-kılk etip turat: kalabalık dalgalanıyor.
kılka sıra; saf; kol cürdü dürkün- dürkün, kılka-kılka: asker, müfrezeler halinde saf-saf olarak gidiliyordu; barı bir kılka: bir düzende hepsi müsavi.
kılkanduu kılçıklı; kılkanduu kıroo: ufak oklar şeklinde donan kırağı.
kılkılda- 1. (mayi hakk.) bılk-bılk etmek; 2. süzülürek yürümek; süzülerek dalgalanmak; sallanmak (mes. su üstünde sandal hakkında); ak balıktay kılkıldap folk. ak balık gibi süzülerek, sallanarak; kün kılkıldap batuuğa az kaldı: güneşin süzülerek batmasına az kaldı.
kılkıldat- et. kılkılda-‘dan; kılkıldatıp cut-: ağır ağır yutmak; kılkıldatıp suudan süzdürüp çıktı: sallansallana suyu yüzerek geçti.
kılmıñda- sahte tavırlar takınmak, oynak olmak (zarif kız ve kadın hakkında).
kılmış cinayet; ağır cezayı mucip olan cinayet; kılmışı bar: mücrim; kılmış kılğan: cinayet işlemiş olan; kılmış işi: cinayet davası; kılmış niyzamı: ağır ceza kanunu.
kımışker k-f. cani; ağır cezayı mucip olan cinayeti işlemiş olan.
kılmıştal- ağır cezayı mucip olacak bir cürümle itham edilmek.
kılmıştuu suçlu; mücrim.
kılmıy- gayet ince, gayet küçük olmak; görünür-görünmez olamak; kösü kılmıyıp uyasına batkan: gözleri küçülürek, gözevine batmış.
kıloo ι, 1. buzağı hastalığının adıdır; 2. buzağıların çağırma nidasıdır. ιι, kesici bir nesnenin bilenmiş kenarı (ki, bu kenar sonradan bileği taşında düzeltilir).
kılt ι, ânî bir hareketi ifade eden taklitlik sözdür; kün uyasına kılt etti: güneş yuvasına dalıverdi (battı); kılt dep (yahut ettirip) suu içpeyt folk. bir yudum su içmiyor; kılt koyup kaçıp ketti: cızlamı çekti savuştu; kılt ettirbey: kımıldamaya bırakmadan; kırık kandın eli kıtaydı kılt ettirbey bilgizgen folk. kırk hanın eli olan çinlileri, o, kımıldamaya bırakmadan onun iradesi altına vermişti; esine bardık coruk kılt etti: birden-bire bütün olup bitenler onun aklına geldi; kılt kılt cür: kırıtarak omuzlarını sallayarak yürümek; kılt- sılt etip: sahte tavırlarla; kırıtarak; kırılarak- büzülerek. ιι, = = kıt ι.
kıltıñ işveli hareketler; sahte tavırlar; kıltıñ-sıltıñ cok: hiçbir türlü ihtilâf ve anlaşmamazlık yoktur.
kıltıñda- işve yaparak dolaşıp durmak; çıçkan körgün küyködöy moynu kıltıñdayt: boynu fare görmüş atmaca boynu gibi dönüyor.
kıltır : kök kıltır: su bolluğundan dolayı sıvık (su katılmış kımız, süt ve açık çay hakkında); sütü kök kıltır eken, suu koşuptur: sütü sıvıktır, su karışmıştır.
kıltıy- 1. ucu azıcık gözükmek (mes. ilk filizleri hakkında); kök çöptün uçu cerdin betinen kıltıyıp kele catat: yeşil otun uçları yerden azıcık baş göster- meye başladı; 2. dışarı doğru çıkık durmak, sarkmak; uuru kıltıyıp catat: hırsız kafasını azıcık kaldırıp yatıyor; 3. bir yana asılı durmak.
kıltıyt- et. kıltıy-‘dan; cuurğandan başın kıltıytıp: yorgan altından kafasını bir parça çıkararak.
kıluu kılma; kıluu kerek: kılmak gerek.
kım kım-kuut: canlılık; şen gürültü; galeyan; karışıklık; ayıl kım-kuut, cañtopoloñ boldu: köyde gürültü- patırtı baş gösterdi; arıberi çurkap, kım-kuut bolup cürgön can: ileri-geri yürüyen, harekette bulunan halk; el kım-kuut bolup, köçüp cönöldü: halk gürültülü bir kalabalık halinde göçüp gitti.
kıma mızrağın temreni.
kımbat a. 1. kıymetli, değerli; 2. güç, zor; oñoy kımbatın kim bilet: kolay veya güç olduğunu kim bilsin; daha ör. bk. arzan.
kımbatçılık pahalılık.
kımbatsın- pahalı saymak; kımbatsınıp albadım: (tayin edilen fiatı) yüksek sayarak almadım.
kımbatta- fiatça yükselmek; pahalı olmak.
kımbattık kıymet, değer.
kımbattuu kıymetli, değerli.
kımbattuuluk pahalılık, kıymet.
kımın en ufak cüz (parça), en ufak toz; havada dolaşan ufak tozlar; kımınday: minnacık, küçücük, ehemmiyetsiz; kımınday çañ: cok: en ufak toz bile yok; kımınday okşoboyt: hiç benze- miyor; kımınday bilbeyt: zerre kadar bilmiyor: elifi mertek sanıyor; kımınday caman oyu cok: zerre kadar fena fikri yok.
kımıy- ruhî bir sevinç hissetmek; dalayı içinen kımıyıp kalıştı: bir çokları içlerinden sevindiler.
kımız (kısrak sütünden yapılan maruf içicek; m.) töö kımız: deve sütünden kımız; uy kımız: inek sütünden yapılan kımız, kefir; toñ durma kımız: parça halinde dondurulan ve ilkbahara kadar kor maya olmak üzere muhafaza edilen kımız; kımız kişinin kanı, et kişinin canı ats. kımız insanın kanıdır, et ise canıdır.
kımızdık kurt pençesi denilen ot.
kımızduu kımızlı; kımızduu üy: kımızlı ev (ör. bk. kıyakçı).
kımkap f. 1. kemha; 2. bir ipekli kuma- şın adıdır.
kımkapta- kemha ile süslemek.
kımkuut = = kım-kuut (bk. kım).
kımran = = kımıran.
kımsın- büzülmek; kısılmak.
kımsınt- et. kımsın-‘dan.
kımtı- sıkmak, tıkamak; erin kımtı: dudak sıkmak; catkan kişinin eki cağın kımtı-: yatan adamın iki tarafından yorığanı sıkıştırmak; etek kımtı: eteği toplamak; kımtıy karma-: sımsıkı tutulmak; kımırıpkımtıp bk. kımır.
kımtılan- (manaca) = = kımtıl-: ton kiyinip, kımtılanıp alıptır, içi körüngön cok: kürk giymiş, eteklerini kavuşturmuş ve onun altında (içerde) ne olduğu görünmüyordu.
kımtın- = = kımtıl-: kıraanday komdonup, kımtınıp: alıcı kuş gibi, hazırlanarak, büzülerek.
kımtıy- = = kımıy-: kız ekenin kördü emi, kımtıya tüşüp küldü emi folk.: kız olduğunu gördü ve sevinçle güldü.
kıñay- ιι, bir yana iğrilmek (mes. kâh bir yanına, kâh öteki yanına iğrilen yorgun süvari hakkında); atka kıñaya tartıp mindi: ata bir yana iğilerek bindi.
kıñılda- 1. hazîn ve zayıf bir sesle inlemek. (mes. enik hakkında).
kıñıldat- et. kıñılda-‘dan.
kıñıldoo işs. kıñılda-‘dan.
kıñır 1. iğri, bir yana iğilmiş; kıñır iş kırk cıldan soñ da bılinet ats. kötü iş kırk yıldan sonra dahi meydana çıkar; kıñır – kıyşıktar: uygunsuz işler; 2. dik kafalı.
kıñırak = = kıñarak.
kıñırañda- hareket etmek (gayet arık ve zayıflıktan kamburu çıkmış adamlar hakkında); kıñırañdap aksap cüröt: kamburunu çıkararak topallayarak geziyor.
kıñıt- : işin kuday kıñıttı: onu tanrı cezalandırdı, işleri istediği gibi gitmiyor.
kıñk ses taklidi ifade eden sözdür; kıñk- kıñk: çınlama; kıñk et-: ses çıkarmak; kıñk etpesten: tek bir kelime söylemeden; ses çıkarmadan.
kıñkılda- nazlanmak; nazlanarak iste- mek (mes. çocuklar hakkında).
kıñkısta- 1. bir şey isterken ağlamsamak, kırılıp-büzülmek; 2. yavaşca inlemek; kiçine kıñkıstap kaldı: bir parça hastalandı; bir ceri kıñkıstap kalğaña okşoyt: bir yeri acımışa benziyor.
kıpçık 1. beşik deliğinin etrafına yahut kültü (bk)’nün kenarlarına konulan uzunca bez parçası; 2. kazanda yufka pişirilirken, üç yufka arasında kalan boş yere atılan küçük yufka.
kıpçıl- 1. sıkıştırılmak, kısılmak, sokulmak; kuyuşkaña kıpçılğan bok- toy ats. çam sakızı gibi (harf. kuskuna yapışmış pislik gibi); 2. karış-mak (mes, söze).
kıpçıldık = = kıpçık.
kıpçıt- et. kıpçı-‘dan.
kıpılda- merak etmek; çırpınmak; bütün vücudu titreme kaplamak; netice hak- kında merak ederek sabırsızlık göster- mek; bilip koyot eken dep, caman kıpıldap turdum: farkına varacaklar diye, heyecan içinde idim; oylonulmuş bolup, içinen kıpıldap: düşünür gibi gö- zükerek içinden sabırsızlık gösteriyor ve çırpınıyordu.
kıpıldat- et. kıpılda-‘dan.
kıpın = = kımın-.
kıpıñda- : tatlı bir çırpıntı hissetmek.
kıpıy- narin, nefis ve nazik olmak (adet olduğu üzere, kız hakkında).
kıpıyt- et. kıpıy-‘dan.
kır ι, 1. dağ sırta; sarı kır = = sarıgır; kır arka: amudu fıkarî; caraluu boldu kır arkam folk. amudu fıkarîm yaralandı; kır murun: ince ve yüksek burun, düz burun (ne basık, ne de muhaddep); kır murunduu. 1) düz burunlu (burnu muhaddep olmayan); 2) karakuş nevilerinden biridir; 2. tepeli-tümsekli step, tepe, 3. kenar; kırına çık- mec. (birisinin) tepesine çıkmak; anın aldında uyañdık kılsañ, al kırıña çığıp alat: eğer sen çekingenlik gösterirsen, o senin tepene çıkar; kırı- nan taşta (mse. güreşirken) yere yeniden düşecek tarzda sermek; kırıktın kırına kelgende: kırkını geçti- ğinde; kır körsötüü sis es. gösteri, démonstration; köz kırın sal- 1) tek bir gözle bakmak; 2) şöyle bir bakmak; cumurtkadan, kır taap: olur-olmaz şeylere takılarak, tırnak altındaki kiri arayarak, muziplik ederek; üst perdeden atıp tutarak (harf. yumurtadan kenar arayarak); aştık tekşi kır captı: ekinler toprağı baştan-başa kapladı (ekinler o kadar büyüdü ki tarlayı kapattılar); kır taş: sivri taş 4. mat. satıh; köp caktık kırı: çok vecihlerinin kenarı.
kır- ιι, 1. kazımak; kazandı kır-: kazanı kazımak; tamak kır-: bk. tamak 2; 2. yok etmek, kökünü kurutmak; karışkır koydu kırdı: kurt koyunu boğdu.
kıraakı = = kırakı.
kıraakılık- = = kırakılık.
kıraan = = kıran.
kıraat a. makamla okumak (kur’anı okudukları gibi); mevzun ve ahenkli okuma; kıraatı menen oku!: makamla oku!
kırakı uyanık, uzağı gören, dûrbün, basiretli, anlayışlı, tecrübeli, dünya görmüş; akılman, kırakı, bilimdüü kişi: akıllı basiretli, âlim adam.
kıran 1. çevik, göregen, iyi kapan; kıran bürküt: iyi kapan karakuş; kıran tayğan: çevik av köpeği; borbaş kançalık kıran bolso da, boz torğoyço- luk alı çok ats. saksağan ne kadar iyi kapan olursa-olsun, onun kuvveti tarla kuşunu yakalamaya bile yetmez; kıştın kıran çildesi: kış soğuğun en şiddetli çağı: zemheri; 2. mec. en iyi doğan; falco candicans; yanılmadan vuran çevik kuş; 3. bahadırın sık-sık tesadüf edilen sıfatı.
kırandık çeviklik, iyi kapma (yakalama) istidadı (yırtıcı hayvan ve alıcı kuş hakkında).
kırañ = = kır ι.
kırç ι: kırça çap-: kesip almak, kapıp al- mak; tört kolumdu balta menen kırça çaap aldım: baltayla dört parmağımı kestim; kırça tişte-: şiddetle dişlemek – ısırmak; kırça bas-: amudî katetmek (dikey boyunca geçmek).
kırçın 1. küçük zanaat sahibi; kırçın tal bk. tal ι; 2. genç oğlan; 3. ufak – tefek, mini-mini; kırçın caştar: «taze gençlik»; kırçınında öldü: gençken öl- dü; 4. kırçınım: gençliğinde ölen oğlunu anne bu kelimeyle anarak ağlar.
kırçıy- gayet zayıf olmak.
kırçoo 1. keçe evi dış taraftan sardıkları ip (tir ki, kerege (bk.) nin ortasından geçer); bel kırçoo: batnı esfelin yanları; suu bel kırçoomo çıktı: su belime kadar çıktı; çoñ kırçoo es. hattı istiva; şar kırçoosu mat. küre kuşağı; 2. bir tekerleğin demir veya lâstik çemberi.
kırçoolo- keçe evi kırçoo ile sarmak.
kırda- 1. yana doğru yamık koymak; tebeteydi kırdap kiy-: kalpağı iğri giymek; 2. kenarları düzeltmek, kenarları sivriltmek; tört kırdap con-: dört kenarlı şekil vermek suretile rendelemek.
kırduu sivri kenarlı, faseteli olarak kesilmiş; tört kırduu: dört faseteli; senden kırduumun: ben sana nisbeten daha uzun boyluyum: maseleni kırduu kılıp koy-: meseleyi bütün kesinliğiyle koymak.
kırduusu- = = kırduusun-.
kırduusun- başkalarına karşı küçümse- yerek muamele etmek.
kırğak eleçek (bk.) tarafından geniş bir şerit kılığında geçen ve kıymetli kumaştan (mutat olduğu üzere, ipekten) sarğı, bağ.
kırğıç 1. kazıma aleti; 2. haşhaş kummesinde sertleşmiş usareyi almak için kullanılan ve yarımay şeklinde olan bıçak.
kırğın kılıçtan geçirme: katliâm; kırğın boldu: çok (insan) kırıldı: helâk oldu; kırğın sal-: kılıçtan geçirmek, katliâm tertip eylemek; kırğın saluuçu: hav. avcu-muhrip-(tayyare); kırğında kan ölöt: ats. katliâm sırasında han dahi ölüyor.
kırğınçılık askerî akınlar neticesinde rahatsız zamanlar; katliâm.
kırğıy bir nevi atmaca; kırğıy ükü: atmacamsı puhu.
kırğıyek genç atmaca.
kırğız kırgız; kırğız en: bir kumaşın adıdır.
kırğızcılık eski kırgız hayatına mahsus olan bütün ahlâk ve adetler (karş. kılık).
kırıl- pas. kır. ιι-den; cutta mal kırıldı: kıtlık zamanında hayvanlar kırıldı; barkıttın tügü kırıldı: kadifenin tüyü aşındı.
kırılda- = = kırkıra-.
kırıldat- = = kırkırat-.
kırılış- 1. hep beraber kırılmak, helâk olmak; 2. amansız bir surette kapışmak.
kırılıştır- kütlevî bir surette biri-birini kırmaya sebebiyet vermek.
kırım uzak, uzak yer, uzak memleket; kuş balası kırımğa karayt, it balası cırımğa karayt ats. alıcı kuşun yavrusu uzaklara bakar, köpek yavrusu ise (yemek düşüncesile) kayışa bakar; daha ör. bk. urum.
kırın- ιι, kazılmak: bir şeyin üst tabakası alınmak; kırınıp cuundu: kazıldı ve yıkandı.
kırındı kazıyıp alınmış olan nesne; içek kırındısı: bağırsaktan kazımak suretile alnan şey.
kırış- müş. kır- ιι’den.
kırk ι, 1. dört on: kırk; 2. çocuk doğurduktan sonra geçen kırk gün; kırk köynök: es. (annenin çocuğuna doğduktan kırk gün geçtikten sonra giydirdiği) gömlek; kırk çelpek: es. kırk yufka (bunlar çocuğa «kırk köynök» giydirilen günde loğusanın evinde pişirilir ve kırk çocuğa dağıtılır); 3. kırk çilten, bk. çilten.
kırk- ιι, kırpmak; kesip almak; koy kırk-: koyun kırpmak; çıbık kırk-, bk. çıbık.
kırka sıra; dizi; kırka tikken üy: sıra ile kurulan keçe evler; kırka-kırka: sıra- sıra; kırka tartıp kon-: sıra-sıra dizile- rek konmak; too kırkası: dağın sırtı.
kırsıktııu 1. tâlihsiz, şanssız; hiçbir zaman muvaffak olmayan; 2. kaprisli, inatçı.
kırsılda- kıtırdamak; çatırdamak; kırsıldap kül-: kahkaha ile gülmek.
kırsıldaş- müş. kırsılda-‘dan.
kırstık çabuk alevlenme, alınganlık.
kırt 1. narinliği, çabuk kırılma istidadını ifade eden taklitlik sözdür; kırt dey tüş-: çatlamak, patlamak; 2. çabuk kızan; kıyalı caman, bat ele kırt dey tüşöt: tabiatı berbattır: durup – dururken alevleniveriyor; kırt baytal: 1) sert huylu kısrak; 2) mec. çıt kırıldım.
kırtıl boşboğaz, geveze.
kırtılda- 1. kıtırdamak, yüksek ses çıkarmak (mes. şeker çiğnerken); 2. boş ve manasız sözler söylemek, dırlanmak, boyuna çene çalmak, çenesi düşük olmak.
kırtış satıh, yüzey, üst tabaka, zemin; cerdin kırtışı: derinin yağı şeffaf olan üst tabakası, beşere, epiderme; menin kırtışım süygön cok: hoşuma gitmedi, sevmedim; men barsam anın kırtışı süygön cok: ben gittim, ancak o, beni soğuk kabul etti.
kırtışta- üst tabakasını almak; teri kırtışta-: (yağdan ayıklarken bıçakla) derinin üst tabakasını almak.
kırtıştat- et. kırtışta-‘dan.
kırtıştuu kırtış (bk.) i çıkarılmamış nesne; kırtıştuu cer: saban girmemiş olan toprak.
kırtıy- alınmak, küsmek.
kırtıyt- et. kırtıy-‘dan.
kıruu kenar, kumaşın kenarı, dikiş yeri.
kıs- sıkmak, sıkıştırmak, basmak, kısmak; koltukka kıs-: koltuk altını kısmak; koluñuzdu kısamın: elinizi sıkıyorum; köz kıs: göz kırpmak, köt kıs-: rahat oturmak; kötüñdü kısıp otur: rahat otur! (otur ve kıpırdama!); aytkan sözümdü kötünö kıspayt: söylediğim söze asla ehemmiyet vermiyor; ben ona diyorum, o ise aldırış etmiyor.
kısa a. hisse, pay; kısa cok: zarar yok; bir şey değil; başka bir şey yok; kelişse boluptur, kısa cok: mademki geldiler, mesele yok; 2. intikam; karşılık.
kısap a. hesap; esep-kısap: hesap-kitap, verilen hesap.
kısasız 1. hissesiz; 2. intikamsız; kısasız kıyamet cok ats. hareket intikamsız kalmaz.
kısık sıkışık, sıkıştırılmış, dar; kısık köz: dar göz, dar gözlü; kısık cer: dar geçit, dar boğaz; eşkitin kısığı, kapı yarığı (aralık kalan kapının yarığı); kısık ündüü tıbış: db. dar sadalı ses.
kısıl- sıkıştırılmak, tazyik edilmek, sokulmak.
kısılış ι, sıkıştırılış, tazyik ediliş, zor durum.
kısılış- ιι, müş. kısıl-‘dan.
kısım tazyik, tesir, baskı; kısımğa al-: sıkıştırmak, tazyik etmek; kıyın kısım kez: zor ve mudil an.
kısımçılık tazyik; baskı, müşkülât, sıkışık durum, zor ahval, şiddetli tedbirler.
kısın- sıkışmak; kırçıldaşar coo kelse, kısımbaymın kılçañdap: folk. amansız düşman geldiğinde büzülecek ve şaşkın şaşkın bakınacak değilim.
kısıñkı 1. bir parça sıkışık, bir parça daralmış, bir parça dar; 2. coğ. boğaz.
kısıñkıra- hafifçe sıkıştırmak; köz kısıñkıra-: gözü hafifçe kapamak, yummak.
kısır doğurmaz, çocuğu olmaz; kısır emdi (bazan düzce kısır) annelerini, kendileri için tayin edilen müddet geçtikten sonra da emmekte devam eden buzağı yahut tay; kısırğaldı- (yahut kısır kaldı): kuzulamıyan toktu (bk.) yahut çebiç (bk.); toktusunda tuubay, kısırğaldısında tuudu: bir yaşında iken kuzulamadı, o müddet geçtikten sonra kuzuladı; kısır añız: toprağını dinlendirmek için bırakılan tarla.
kısırak henüz sürüye katılan ve daha doğurmamış olan genç kısrak.
kısırğaldı bk. kısır.
kıska kısa, muhtasar, kısaca, muhtasaran; sözdün kıskası yahut kıskasınan aytkanda yahut uzun sözdün kıskası: sözün kısası, hulâsa.
kıskaça kısaca.
kıskaçala : kıskaçalap: kısaca, hulâsaten.
kıskaloo bir parça kısa.
kıskar- 1. kısalmak, ihtisar edilmek; 2. mec. kendini yeis ve fütura kaptırmak.
kıstırındı sıkıştırılmış, sokulmuş; kıstırın- dı süylöm gram. cümlei mutarize; kıstırındı söz gram. cümle içine sıkıştırılan yabancı kelime.
kıstırma sıkıştırılmış; sokulmuş.
kıstoo icbar; zorlama; kıyın-kıstoo: zor ve ağır günler.
kısuu 1. sıkıştırma, tazyik, sıkma; 2. sis. tazyik, tesir; öz-özün sınoonu kısuu: kendi-kendini tenkit tazyikı; 3. baskı (tazyik) respublika askerleri kozğoloñçulardın kısuu casooloruna çıdap berişti: cumhuriyet askerleri asilerin baskısına karşı dayandılar.
kış ι, f. tuğla; bok kış: tezekten yapılan kerpiç; kış kuy-: kerpiç yapmak. ιι, kış (mevsim); kışı: kışın; cayı kışı: kışın ve yazın, bütün sene; kış küröö kirip keldi: soğuk kış geldi; kışında: kışın.
kışılda- sık sık solumak, sık sık burundan solumak.
kışıldaş- müş. kışılda-‘dan.
kışıldat- et. kışılda-‘dan; tanoosun kışıldatıp: burun yapraklarını kabarta- rak (sık sık nefes alarak).
kışında bk. kış ιι.
kışkı kışlık.
kışkısın kışın, bütün kış, kış boyunca.
kışta- kışlamak; kışı geçirmek.
kıştak (karş. kıştoo) köy, kışlak.
kıştat- kışlatmak, kış geçirmek: men mal kıştatkan kapçığay: benim hayvanla- rımı kışlattığım dağ geçidi (dere).
kıştatuu işs. kıştat-‘tan; koy kıştatuuğa çığarılğan: koyunlar kış geçirmeye sürülmüş.
kıt ι, ağır olması için vuran aşığın içine dökülen nesne (mutat olduğu üzere: kurşun); sakañın kıtı bar: senin vuran aşığına kurşun dökülmüş. ιι: kıt-kıt külüp: kıs kıs gülerek.
kıtan : kök kıtan: boz balıkçıl; ak kıtan: beyaz balıkçıl.
kıtığı gıdık, gıcık; kıtığısı keldi: gıdıklandı; kıtığısın keltirbe: onu gıdıklama.
kıtığıla- gıdıklanmak.
kıtığılat- gıdıklatmak.
kıtır : kıtır kıtır: kıtırtı, kıtırdama.
kıtıra- kıtırdamak.
kıtırak kurumuş, kıtırdayan; kıtırak boorsok: ufak ve fazla kızartılmış işkembe (bk. boorsok).
kıtmır a. 1. mit. ashabi kahfin köpekleri; 2. çevik, işini bilen; eñ ele kıtmır kuu neme eken: amma da hilekâr, kurnaz, dessâs adammış.
kıy ι: kıy sübö: adlâi kazibe (fausses côtes); kıy süböñdön orğuştap, kızıl kanıñ katkan kim! folk. sahte kaburgalarında tümsek halinde kanı birikmiş olan, kimsin sen?
kıy- ιι, 1. kesmek, kesip almak; (ufak ağaçları) kıymak; tal kıy-: söğüdü kesmek; ep kıy-: sık-sıkı bitiştirmek, uydurmak, rendeleyip kavuşturmak (mes. iki tahtayı), eski haline getirmek suretiyle düzeltmek; kıyğan kamış kulağtuu folk. (at hakkında): dim-dik duran sivri kulaklı; 2. çarpık kesmek; 3. (eteğin, kürkün, yorganın, örtünün kenarlarına) şerit çekmek. ιιι, acımamak; bir şeyi kurban etmek; tehlikeyi göze almak; cesaret etmek; can kıy-: hayatına acımamak; canın kıybadı: kararını veremedi; cesaret edemedi; canın kıyıp kim barat!: hayatını tehlikeye koyarak, kim gidecek!; kıyamın deseñ can mına, tögömün deseñ kan mına folk. (karar verir isen) acımazsan, işte can (öldür), dökmek istersen, işte kan!; can kıydı 1) cananı feda etti; 2) canına kıydı, intihar etti; atıñdı kıysañ maa ber: eğer acımazsan, atını bana ver!; saa berüügö kıybay turam: sana vermeye karar veremiyorum; sana vermeye acıyorum; coldoştorun kıyğan cok: arkadaşlarına acıdı; ketüügö köönüm kıybay turat: gitmeye karar veremiyorum; senin köönüñdü kıybadım: senin hatrını kırmak istemedim; silerdi camandıkka kıybas cerdi özüm bilem: onun size fenalık istemediğini ben kendim de biliyorum; meni kıybastığınan aytıp berdi: bana karşı, hürmetinden dolayı anlattı; kirenge cer katuu, kıyarğa can tatuu ats. ölmek istenmiyor (harfiyen: harfiyen toprak sert), ayrılmak için can tatlı. ιv: nike kıy: nikâh kıymak.
kıyakçı kemancı; kımızduu üydö ayakçı, kızduu üydö kıyakçı ats. kımızlı evde sâki, kızlı evde kemancı.
kıyakçılık kemancılık; kemancı mesleği.
kıyal a. hayal, rüya, utopi, düşünce, düşünceye dalma, tefekkürler; kıyal sür-: düşünmek, tefekküre dalmak, tahayyül etmek; topoz kıyal: 1) kalın kafalı; 2) tembel ve çolpa; cindi kıyal: hoppa; koş kıyal: dağınık; bir işi bitirmeden başka bir işe başlayan; kıyalı caman yahut kıyalı buzuk: tabiatı fena.
kıyala- dağ yamacı yürümek, yılankavî hat boyunca gitmek (yüksek bir dağa çıkarken).
kıyalat- et. kıyala-‘dan.
kıyaldan- düşünceye dalmak, tahayyül etmek, tefekkür etmek, hayalâta kapılmak.
kıyaldandır- tahayyülü mucip olmak, düşündürmek.
kıyaldanuu işs. kıyaldan-‘dan.
kıyaldık : cat kıyaldık: yabancı, ideoloji.
kıyalduu : koş kıyalduu: kanaatları gevşek olan kimse, mütereddit.
kıyaluu : kıyaluu cer: inişler-yokuşların çok bulunduğu mahal.
kıyam a. 1. öğle zamanı; 2. es. cenûp.
kıyamat a. 1. dn. bütün ölülerin yeniden dirildiği gün: kıyamet günü; 2. mec. zor ahval, güç vaziyet; dehşet.
kıyan 1. yağmur suyunun şiddetli ve hızlı akıntısı, feyezan, su taşması; camğır köp caap, köpüröölördü kıyan alıp ketti: şiddetli yağmur yağarak, akıntı köprüleri alıp götürdü; 2. kıyan-keski: hırçın, harın (at hakkında).
kıyanatçı câni, ağır cezayı hakkeden suçlu, baltalayıcı.
kıyanatçıl hâin, mücrim.
kıyanatçılık cinayet, ağır cinayet, baltalayıcılık, hiyanet.
kıyañkı 1. hırçın; 2. mec. baltalayıcı.
kıyap 1. = = tap v; kuş kıyabına keldi: alıcı kuş lâzım olan talim ve terbiyeyi gördü; 2. usul, yol; kıyabın taap bek karmap folk. çaresini bularak, sağlam kaparak.
kıyapat ı, a. görünüş, kıyafet, çehre. ıı = = kılapat.
kıyapatta- = = kılapatta-.
kıyar ı, tecrübeli, çevik, kurnazca; işini bilen, «pişkin»; köptü körgön kıyar: görmüş-geçirmiş.
kıyar- ıı, olmaya (olgunlaşmaya) yaklaş- mak, kızarmak.
kıyardan- kurnaz, çaresaz olmak.
kıyaz a.: iştin kıyazı şunday: işin gidişi öyledir; kıyazı anın işi cakşı körünöt: anlaşılan, onun işi iyi gidiyor.
kıyçalış ı, yan yoldan yürüyen, bir yana sapan; kıyçalış öt: birbirine karşı gittikleri halde karşılaşmamak.
kıyçalışta- yan yoldan gitmek, bir yana sapmak, önceden düşünülen yoldan gitmeyip de başka yoldan gitmek; işim kıyçalıştap turat: işlerim karışmıştır, işlerim fena gidiyor.
kıyçalıştır- et. kıyçalış-‘dan; iştin kaysı cakka kıyçalıştırğanıñdı aytçı!: işi hangi tarafa çevirdiğini söylesene!
kıyçıldat- et. kıyçılda-‘dan; kışkı coldu kıyçıldatıp: kışlık yol boyunca gıcırdatıp giderek.
kıydı kurnaz, hilekâr, işini bilen; kıydı neme, teep albasın: (bu at) işini bilenlerdendir, sakın ayağiyle vurmasın (tepmesin); kıydı bala: kurnaz çocuk.
kıydık : ooduk-kıydığı cok: fazlası-eksiği yok; nanıbız bir biribizdikinen ooduk- kıydığı cok, akmattın nanı saal çukarak eken: hepimizin pidelerimiz birbirine müsavi ancak ahmedin pidesi bir parça ince idi.
kıyğa- : kıyğap: çarpık; yandan; kıyğap ağıp catkan suu: yandan akmakta olan nehir (mes. dağ yamacı boyunca); kıyğap öttük: çaprazlamasına katederek geçtik.
kıyğaç 1. iğri, çarpık, bükük; kıyğaç kaş: kavis gibi (güzel) kaşlar, kaşları bu şekilde olan kimse; közdün kıyğaçı menen karap koydu: yan baktı; 2. yarı dönerek.
kıyğaçtan- başı kaldırmadan bakmak; kırıtarak, kurnazca bakmak; kıyğaçtanıp külümsürö: kırıtarak gülümsemek; 2. yarım dönerek durmak.
kıyğaçtat- yarım dönmüş vazşyette koymak.
kıyğak yahut kıyğak çöp, 1. yaprakları- nın kenarları keskin olan bütün otlar; 2. yapraklarının kenarları keskin olup, hayvanların dillerini kesen ve lâtince adı carex olan bir sulak yer otu.
kıyğaktuu 1. kıyğak biten yer (bk. kıyğak); 2. kesen; keskin.
kıyğansı- : nike kıyğansıp folk. kendini evlenmiş gibi tasavvur ederek, nikâhlılık taslamak.
kıyğas = = kıykas.
kıyğıl ekşimtırak; kımız içpes eleman kıyğıl suuğa zar bolup folk. vaktiyle kımızı bile beğenmeyen eleman, bugün ekşimtırak suya muhtaçtır; kıyğıl-kıçkıl bk. kıçkıl.
kıyğıy = = kıyt ıı.
kıyı- giyime süs dikmek; barkıt kıyı-: kadife ile süslemek.
kıyık ı, 1. (kumaş) kesintileri; 2. kesik yeri: yarık; bitişme yeri; közünün kıyığı menen karadı: gözünün ucuyla baktı; kıyık göz: dar gözler; kaymaç gözlü; sözdün kıyığın keltirip ayttı: yerinde söyledi; münasip zamanda söyledi; 3. (destanda) atış müsabaka- ları sırasında üzerine cambı (bk.) ‘nın bağlandığı iplik (atıcının gayesi bu ipliğe değdirmek olurdu). ıı, 1, inatçı, söz dinlemez, harın; … 2. inat; kıyığına tiybe: onu kızdırma, hırslandırma! çın kıyığım karmasa folk. eğer ben kendi fikrimde israr edersem.
kıyıktan- 1. inat etmek, direnmek; 2. hiçbir şeyi anlamıyacak yahut hiçbir nasihat ve öğütlere kulak asmıyacak hale gelmek suretile şuur ve aklını kaybetmek; zil-zurna sarhoş olmak (bulut gibi olmak).
kıyıktañansı- inat eder gibi görünmek, sahte tavırlar takınmak.
kıyıl- ı, 1. kıyılmak, ufak-ufak doğralmak; 2. çarpık kesilmek, iğrilmiş olmak; kıyılğan kaş = = kıyğaç kaş (bk. kıyğaç); 3. direnmek, muvafakat etmek; kıyılıp turup berdi: istemiyerek epey direndikten sonra verdi. ıı, kenarları bir şey tutulmuş olmak; kunduz menen kıyıl-: susamuru derisile süslenmiş olmak; şımdın eki canı kök menen kıyılğan: pantalonun iki yanı geniş mavi şeritle süslenmiştir. ııı, pas. kıy- ıv’ten; nike kıyıldı: nikâh kıyıldı.
kıyılt- et. kıyıl- ı, ıı, ııı-‘ten.
kıyın 1. güç (zor); kıyın iş: güç, müşkül iş; kıyın col: zor yol; kıyın abal: zor vaziyet; kıyın-kıstoo bk. kıstoo; kıyın kısım bk. kısım; 2. usta, cesûr, kuvvetli, kıyın cigit: usta çevik delikanlı, cesûr yiğit; kıyın moldo: büyük hoca; 3. pek; pakta abıdan kıyın çıktı: pamuk gayet iyi yetişti, mahsûl verdi.
kıyır- 1. kenar, uç, sınır; uçu-kıyırı cok: ucu-bucağı yok; hudutsuz; kıyır- kıyırda: memleketin kenarlarında; kıyırğa dañı çıktı: meşhur oldu; geniş bir şöhrete malik oldu, tanındı; kıyırı orğuçtandı: kudurdu: taşkınlık etti; 2. (bu manayla daha fazla kıyır-tuuğan) hısım-akraba (uzaktan yahut ana tarafından) 3. kıyır aykındooç gram. complement indirect, mef’ulü gayri sarîh.
kıyırçık torunun çocuğunun çocuğu (kız tarafından).
kıyırda- (ordo oyununda) aşığı o suretle vurmaktır, ki vuruş neticesinde o, dairenin merkezini geçerek değil, yandan gider; çükönü kıyırdabay at!: aşığı yana vurma!
kıyış ı, birleşme; pekitme; sözündö bir kıyış cok yahut sözünün kıyışığı cok: sözünde rabıta yoktur; coş kıyış: karşılıklı muzaheret, karşılıklı yardım.
kıyış- ıı, müş. kıy- ıı’den; kıyışıp turğan kılık emes: yakışan hareket değildir (fena iş). ııı, müş: kıy- ııı’ten; bir birine kıyışğan cok: hiç biri kendi fikrinden vazgeçmek istemedi; kıyış pağan tuuğandalar: başkalarına karşı elbir- liğiyle karşı duran akrabalar. ıv, müş. kıy-‘dan.
kıyıştır- uydurmak: uygun getirmek: kıyıştırıp süylö-: düzgün söylemek; ep kıyıştır-: çaresini bulmak; kolayını bulmak; ustalıkla işin içinden çıkmak.
kıyıt- 1. et. kıy-‘dan; kıyıtıp kara: sezdirmeden bir göz atmak, şöyle bir bakmak; kıyıtıp söz ayt-: imalarla söylemek, söze uzaktan başlamak; kıyıtıp ayttım ele, bilbedi: imalarda bulundum, fakat anlamadı; 2. = = kıñıt-: kıyıttı işin kudayım folk. allah onun cezasını verdi; onun bütün işleri arzularının tersine gidiyor.
kıykañ dağ çukuru (küçük deresi).
kıykañda- büzülmek ve yerinde oynatıp durmak, kıçını oynatmak.
kıykañdat- et. kaykañda-‘dan; arık atın kaykañdatıp kele atat: kötü atın kıçını oynatarak gelmektedir.
kıykas baştan-başa; cıynoo önöktügü kıykas cürüp catkan kez: her yerde ekin toplama gayretinin devam ettiği çağ.
kıykay- gayet zayıf görünüşte bulunmak: iskelete benzemek.
kıykılda- boğuk ses çıkarmak (mes. boğazı tıkanmış adam hakk.); zor ve boğuk bir surette solumak.
kıykırt- et. kıykır-‘dan; kıykırtpay basıp aldı emi folk. bağırtmadan bastı.
kıykıruu işs. kıykır-‘dan.
kıykuu turna sesini taklittir.
kıykuula- bağırmak (turnalar, ve nadir olarak ta, başka kuşlar hakkında).
kıykuulaş- müş. kıykuula-‘dan.
kıyla f. çok, oldukça çok, hayli; kıyla cer: epey yer, oldukça uzak; kıyla ubakıt boldu: epey zaman geçti; bir kıylası: mühim bir kısmı, onlardan birçokları; kızıl kekirtek kıyla cerge sekirtet ats. açlık her şeyi yaptırır (harfiyen.: kırmızı gırtlak, birçok yerlerde sekmeye mecbur eder).
kıylan- = = kıynal-.
kıylant- = = kınalt-.
kıyma çarpık kesilmiş; kıyma kaş bk. kaş ı, kıyma caka: bir çeşit yaka; kıl kıyma: 1) gayet keskin (kılı yaracak derecede keskin); 2) kad. yabanî domuz.
kıymala- ufak doğramak; yarmak.
kıymıl hareket, tempo.
kıymılsız hareketsiz, hantal ağır kımıldayan.
kıymılsızdık hareketsizlik; ağır kımılda- ma.
kıyna- tazip etmek, eziyet etmek.
kıynal- azap çekmek.
kıynaldır- azap vermek.
kıynalt- et. kıynal-‘dan.
kıynaluu işs. kıynal-‘dan.
kıynoo azap verme.
kıypıçıkta- = = kıypıy-.
kıypılıktat- : kirpiğin tez-tez kıypılıktatıp: gözlerini (harfiyen: kirpiklerini) hızlıca kırparak.
kıypıy- dar ve kaymaç olmak (gözler hakkında); tanoosu tar, közü kıypıyğan çap caak: ince burunlu, kaymaç gözlü, uzun yüzlü.
kıyra- yıkılmak, kırılmak, parça parça olmak; kayrap kal-: perişan olmak.
kıyrak aksayarak yürüyen ve ağrıyan bacağının dizini tutan adam.
kıyrakan helâk, perişani; kıyrakanı çıktı: yıkılmış, yağma edilmiş olarak.
kıyrañda- hareketlerinde, kemikleri çıkık duran zayıf kimseye benzemek; iğrilmek (mes. harekette bulunan araba tekerleğinin ve zayıf sarhoşun sallanması gibi).
kıyrañdat- et. kıyrañda-‘dan.
kıyraş- müş. kıyra-‘dan.
kıyrat- tahrip etmek, kırmak, parça parça etmek, tarumar eylemek.
kıyratkıç tahripkâr.
kıyaratıl- tarumar edilmek, tahrip edilmek.
kıyratıluu işs. kıyratıl-‘dan.
kıyartuu tahrip, tarumar etme.
kıyray- = = kıykay.
kıysın = = kıyşın.
kıyşalañda- kırılıp büzülmek.
kıyşalañdat- et. kıyşalañda-‘dan.
kıyşalañdatuu işs. kıyşalañdat-‘tan.
kıyşalañdoo kırılıp büzülme, sahte hareketler.
kıyşañ sapma; oñ kıyşañ: sis. sağa sapma.
kıyşañda- iğrilmek, bir yana yatmak; kıyşañdabastan: sarsılmadan, sağlam olarak.
kıyşayuusuz sebatla; bizdin küçübüz arı karay da kıyşayuusuz ösö beret: bizim kudretimiz bundan böyle dahi durma- dan büyüyecektir.
kıyşık iğri, yamık; şapkesin kıyşığınan kiydi: kalpağını iğri giydi.
kıyşın elverişli fırsat, sebep, bahane; sözdün kıyşını kelip kaldı: söz arasında münasebet çıktı; kıyşını cok cerden uruşasıñ: hiçbir sebep yokken atılıyorsun; kekenerdik kıyşın cönü barbı ele?: küsmek için bir sebep ve bahane var mıdır?
kıyt ı, güç beğenir, alıngan, çabuk kızan, alınganlık, çabuk kızmaklık; kıyt et-: birden bire alevlenmek, hiddetlenmek, kırılmak (muğber olmak); bat ele kıyt ete kalat: çabucak ve hiç bir sebepsiz küsüyor; bat ele kıy dey tüştü: birden- bire alevlendi (hiddetlendi); kıyt etmek bk. etme. ıı, haykırış, haykırma; ayt degende kıyt koyğon folk. bağırdı ve haykırdı.
kıytuu karakuş için çağırma nidası.
kıyuu ı, işs. kıy- ıı’den. ıı, işs. kıy- ııı’ten; öz canın emine üçün kıyuuğa dayar ekendigin sonun bilişet: hayatlarını niçin feda etmeye hazır bulunduklarını onlar çok iyi biliyorlar. ııı, işs. kıy- ıv’ten. ıv, 1. kürkün eteğine, teğelti ve yorgan kenarına dikilen parça; 2. çare, yol; kıyuusun keltirem: rabıtalı konuşuyorum; kıyuusu menen taptım ğo azimkandın aylasın folk. ustalıkla azimhan’ın hilesinin farkına vardım.
kıyuula- = = kıyı.
kıyuulat- = = kıyıt-.
kız kız, kızcağız, olgun kız, babsının kızı, gelinlik kız; kız al-: kızla evlenmek; septüü kız, bk. septüü; eptüü kız, bk. eptüü; 2. kız belgisi: kızlık beldeği, bekâret; kız belgisinen acırat-: kızlığını bozmak (izalei bikir); kız kuduruu: 1) bir düğün adetidir, ki bu adete göre, güvey fena ata binerek, iyi bir ata binmiş kızı kovalar; 2) bir oyundur: oynayanlardan biri bir taşı atar (kız kaçırat), başka birisi ise, o taşın peşinden başka bir taşı atar (kız kuudurat); kız kırkın: toplayıcı bir tabirdir, ki kızlar, kız çocuklar demektir; kız kırkını menen keldi: bütün kızlarıyla birlikte geldi; karı kız 1) unutmabeni çiçeği; 2) bir çeşit ot, seteria viridis (?); kız teke, bk. teke ı; kız talak bk. talak; kızdın balasınday: (harfien: kızın çocuğu gibi) gayet güzel.
kızalañda- = = kızañda-.
kızamık kızamık (hastalık).
kızañda- 1. kızarmak, kızmak, hırslanmak, darılmak, kendini hakarete uğramış saymak; 2. gözükmek (giyimi veya ayakkabının yırttığından gözüken ten hakkında); soğonçoğu kızañdap cüröt: (yırtık çizme giyerek) ökçesi meydanda; eti kızañdap körünüp cüröt: teni kızarıp gözüküp duruyor (elbisesi yırtık pırtık).
kızañdaş- müş. kızañda-‘dan.
kızañdaşuu kızma, hırslanma durumu.
kızar- kızarmak, bir parça kızarmak; tokoçtoy kızar-: çörek gibi kızarmak; kün kızarıp çıkkanda: güneş kızarıp çıkarken; daha ör. bk. sar-.
kızıktır- ilgilendirmek, kızıştırmak, teşvik etmek.
kızıktıruu ilgilendirme, kızıştırma, teşvik.
kızıl 1. kırmızı; kızıl köynök: kırmızı gömlek; meni kızılday soyup urdu: beni kan içinde bırakmak suretiyle dövdü, patakladı; kızılday ele cazdım: folk. adamakıllı yanıldım; kızıl çok: 1) (kalpaktaki) boncuk; 2) mec. çin memuru; kızıl cügürük, bk. cügürük; kızıl tazıl: hernevi kırmızı şeyler; 2. pembe yanaklı (insan hakkında) yanak pembeliği; betine kız cügürdü: yüzünde allık peyda oldu; 3. açık boz (at donu hakkında); kanın kızıl: siyah benekleri bulunan boz; kök kızıl: boz benekleri bulunan açık boz; sarı kızıl: sarılı boz (beyaz zemin üzerinde sarımtırak renk); ak kızıl: saf beyaz; kızıl may = = kızılmay; 4. kızıldar: kızıllar (ihtilâlcılar, komünistler); kızıl armiya: kızıl ordu; 5. sert (çay hakkında); 6. dövülmüş ve savrulmuş olan hububat, temiz hububat; kızılğa bereke!: harman yerinde çalışana iyi dilektir, ki rusların «iyi harman!» sözüne uygun gelir; 7. mec. et.
kızılça 1. pancar; kant kızılçası: şeker pancarı; 2. su çiçeği (hastalık).
kızılda- harman döverken hububatı ayıklamak, harman dövmek ve savur- mak; buuday kızılda-: buğdayı dövmek ve savurmak.
kızıldat- 1. kırmızı renge boyamak, kır- mızı bir nesneyle süslemek; 2. hububatı ayıklatmak (dövdürtmek ve savurt- mak).
kızıldık kırmızılık.
kızılduu içlerinde açık boz (atlar) veya bir kırmızı şey bulunan; kızılduu cılkı: içlerinde çok açık boz atlar bulunan sürü (karş. kızıl 3); kızılduu cigit: insaflı, kendisine güvenebilecek delikanlı; kızılduu cer: iyi otların bittiği yer, hoş yer.
kızılğat orman çileği.
kızılmay fazla yemek neticesinde ayakları ağıran at.
kızılsıman kırmızımtırak, kırmızımsı.
kızımtal 1. kırmızımtırak; 2. mec. çakırkeyf, düşmiyecek derecede sarhoş, yarı sarhoş (bu manayla daha ziyade: kızımtal mas); kızımtal bolup kızıdı: kafayı tütsüledi ve alevlendi; kımız içip, kızımtal boldu: kımız içti ve çakırkeyf oldu.
kızırak = = kısırak.
kızırkan- sinirlenmek; kızırkañan ün menen: hiddetli sesle.
kibire- 1. hareketlerinde ağır veya yavaş olmak; kibirep süylö-: mızmızlık etmek, az ve isteksiz konuşmak; kibirep bas-: ağır yürümek; 2. küçücük ve çelimsiz olmak (başlıca, çocuklar hakkında) on caşar kibirgen kız: on yaşında çelimsiz, cılız kızcağız.
kibiret- et. kibire-‘den.
kibitansa r. «kvitantsiya» kon. makpuz.
kiçi ı, çoc. ver!, haydi!, haniya!; koluñdağıdan kiçi: elindekinden ver bana!; emne alıp keldiñ? kiçi!: sen ne getirdin? ver, bakalım!. ıı = = kiçüü. ııı: kiçi-kirim: biraz, azıcık; kiçi-kirim bülölüü boldu: aile sahibi oldu; kiçi- kirim söz aytsañçı!: kabul edilebilecek söz söyle!, fazla büyüğe göz dikme!.
kiltiñde- semiz, şişman olmak (şöyleki, hareket sırasında yağı titrer).
kiltiñsiz eksiksiz olmıyan, şüpheden âri olmıyan; kiltiñsiz dep aytuu mümkün emes: eksiksiz, kusursuz demek kabil değildir.
kim kim; kim da bolso: kim olursa olsun; kim da kim (yahut kimdekim): her kim, bir kimse; kimisi?: 1) onlardan hangisi, 2) o, onun kimidir?; kimisi kimisin ceñdi?: kim kimi yendi?; kimisi bolso da: hangisi olursa-olsun; ar kimibiz: bizden herhangi birimiz; kimsiñer?: siz kimsiniz?; cat adam bilbeyt kimiñdi folk.: yabancı adam senin kim olduğunu bilmez.
kimdekim bk. kim.
kimdik kimin.
kimdiki 1. kimin; bul at kimdiki?: bu at kimin?; 2. kimin evi, kimin ailesi, meskeni?; kimdikine barabız?: kime (kimin evinde) gidiyoruz?.
kimiya = = himiya.
kindik göbek; kindik kesken cer yahut kindik kirin cuuğan cer: vatan (harf.: göbek kesilmiş yahut göbek kiri yıkanmış olan yer); kindik ene: yeni doğan çocuğun göbeğini kesen kadm, göbek anne; boor oorusu kindik tolğoyt ats. karaciğer ağrısı göbeği kımıldatır.
kindikteş karındaş (karş. siydikteş).
kine = = künöö.
kinege r. (karş. kitep): defter (büro, ticaret, muhasebe defteri); kinegege tirkedi: deftere kaydetti; kiriş-çığış kinegesi: varidat ve masraf defteri; buhgalter kinegesi: muhasebe defteri; üy kinegesi: ev defteri.
kineşke r. «knijka»: küçük defter; zabornıy kineşke es. hesap, avans defteri.
kiııez r. «kniaz»: prens.
kiñkilde- = = küñküldö-.
kiıığkildek = = küñküldök.
kino r. sinema.
kinoçu sinema sahasında çalışan.
kinosüröt sinema filmi.
kiosk r. köşk.
kip «ki» ile başlıyan sözlerin önüne takviye için katılır; kip-kiçine: kü- çücük.
kipiyatanca = = kibitansa.
kir I = gir. II, 1. kir, kirli; kir kol: kirli eller; köynöktün, kiri cuusa ketet, kön- ğüldün kiri aytsa ketet ats-: giyimin (daha doğrusu: gömleğin, M.) kiri yıkamakla gider, gönlün kiri (acısı) anlatmakla (dert yanmakla) gider; etek kir, bk. etek; 2. kirli çamaşır; kir cuu-: çamaşır yıkamak.
kir- ni, 1. içeriye doğru hareket etmek, girmek, hulul etmek, duhûl eylemek; kire beriş: giriş yeri, methal; üydün kire berişinde: obanın methalinde; kızmatka kir-: hizmete girmek; 2. (muayyen bir yaşa) ermek; cıyırmağa cañı kir gen: henüz yirmi yaşını doldurmuş; 3. su kabarmak; suu kirip atat: su artıyor, kabarıyor; 4. kızışmak (deve aygırı hakkında); kirgen buuraday •kırçıldayt: kızgın deve aygın gibi dişlerini gıcırdatıyor; 5. çekilmek (kumaş hakkında); köynök kirip ketti: giyim çekildi; 6. muharebeye tutuşmak.
kiril- mut. kir- III'ten; cumuşka kirildi: işe girişildi.
kirilde- hırıltı sesi çıkarmak; kökürögü kirildegen, közü cırtak: göğsü hırıltı sesi çıkarıyor, gözü yaşarıyor.
kirildek hınltı; kirildek ün: hırıltılı ses.
kirin- suya dalmak suretiyle yıkanmak, banyo almak.
kirindi 1. yabancı soya yahut yabancı aileye katılan kimse, dışarıdan gelen yabana; 2. kirindi süylöm gram. araya giren cümle (cüimlei itiraziye).
kiriñki hafifçe batık; közü kiriñki- gözleri batık.
kiriniş- müş. kirin-'den; suuğa kirinişet: suya girerek yıkanıyorlar (banyo yapıyorlar).
kirint- suya daldırmak suretiyle yıkamak.
kiripter f.; oouğa kiripter bol : hastalığa tutulmak; cazağa kiripter bol-: cezaya çarpmak; cazağa kirip ter kıl-: ceza vermek: cezalandırmak; balaağa kiripter boldum:, belaya çarptım.
kirisköm r. tar. «kresf yanskiy ko-mitet» sözünün kısaltılmış şeklinin bozulmuşudur: köylü komitesi.
kiristiyan r. kon. «krestyanin»: köylü.
kiriş I, 1. girme, giriş; kiriş söz: giriş söz, önsöz; 2. gelir, varidat.
kiriş- II, 1. hep beraber girmek; 2. bir işe başlamak, işe girişmek; işke kiriş: işe başlamak, işe girişmek; kep aytuuğa kirişti: söylemeğe başladı; 3. karışmak; burun sokmak; kiriş-pey otur: otur da, karışma, burnunu sokma!.
kirişil- mut. kiriş- II*den; işke kirişilsin!: artık işe başlansın!.
kirişme ((bir eserde) methal, mukaddime.
kiriştir- et. kiriş- II'den.
kirişüü girişme; işke kirişüü: işe girişme.
kirki kısık (ses); boğuk (ses).
kirkire- = = kirilde-.
kirle- = kirde-.
kirme kabul edilmiş, içeriye alınmış (yabancı uruğa iltihak eden a-dam).
kirpi yahut kirpi çeçen: kirpi; karga balasın appağım deyt, kirpi balasın cumşağım deyt: kendininki yıkanmazsa da, temiz sayılır (harf.: karga kendi yavrusuna bem-beyazım der, kirpi ise yavrusuna: yumuşacığım der).
kirpiç kerpiç.
kirpik kirpik; kirpik kakpay: göz kapamadan; dikkatle takip ederek; açuusu kirpiğine çığa tüşkön: «hiddeti kirpğine çıkmış»: hiddetinden patlayacaktı; kirpiğim kaşım de-beyt bk. kaş I.
kise 1. es. bir meşin kesedir, ki kuşağa bağlanır, çakmak kav ve s. taşımak için kullanılırdı; 2. kayış kemer ve ona takılan türlü keseler: (bıçak kını, kav kesesi ve s.
kiş I, samur; kiş telpek: samur kalpak.
kişen köstek, bukağı, atın ön ayaklarına vurulan demir köstek, pâbend.
kişende- kösteklemek, bukağı vurmak, zincirlemek.
kişendent- et. kişende-'den.
kişendüü pıranga vurulmuş, bukağı vurulmuş.
kişene- kişnemek.
kişenet- et. kişene-'den.
kişi 1. insan, kişi; urğaaçı kişi: kadın; erkek kişi: erkek; kişi bol-: adam olmak, düzelmek, kendine çeki-düzen vermek; kişi-kiyik, bk. kiyik; 2. başka, yabancı, kişige aytpa: kimseye söyleme, ellere söyleme; kişinikti: başkasının, elin, yabancıya ait.
kişilik 1. insanlık, insana taallûk eden yahut insana has olan; beş kişilik aş: beş kişiye yetecek kadar yemek; 2. nezaket, terbiyelilik; 3. hayırhahlık, insaniyet, 4. eyerin oturacak yeri .
kişisin- adam yerine koymak, bir insana karşı muamele eder gibi muamele etmek.
kişisint- . (anaca) = kişisin; meni dele kişisintpeyt: beni asla adam yerine koymuyor.
kişmiş = Kesmiş.
kite (karş. kete) bir pahalı kumaşın adıdır.
kitep a. kitap (karş. kinege).
kitepçe küçük kitap, risale, broşür.
kitepkana a-f. kütüphane, kitap evi.
kiy- giymek (ayakkabını, elbiseyi, kalpağı).
kiygiz- giydirmek (giyimi, ayakkabını, kalpağı); giyinmeye zorlamak yahut müsaade etmek; ton kiygiz-: 1) birisine kürk giymeye zorlamak yahut müsaade etmek, 2) birisine üst giyim hediye etmek; at mingizip alalık, ton kiygizip salalık folk.: ata bindirelim, giyim giydirelim.
kiygizüü giydirme.
kiyik (domuz müstesna olmak üzere) bütün çatal fîrnaklı yabanî hayvanlar; kiyik atıp. et berbese, toodağısı cakşı ats.: kiyik vıurup da etini vermezlerse, dağda sağ-esen dolaşan kiyik daha iyidir, makbuldür; kişi-kiyik: vahşî insan.
kiyikte- kiyik (bk.) avlamak.
kiyim giyim; kiyim-keçe yahut kiyim- keçek: hernevi elbise, pırtı.
kiyimçen giyinmiş halde, giyimli olarak.
kiyin I, sonra, ondan sonra, bilâhare; beş köndön kiyim: beş gün sonra menden kiyin: benden sonra; anan kiyin: ondan sonra; kiyinçerek: bir parça sonra, biraz daha geç; kiyin kal-: geride kalmak; kiyinten: peşinden, arkasından.
kiyin- II, giyinmek; (elbiseyi, ayakkabıyı, kalpağı) giymek.
kiyinde- geriye çekilmek; kiyindegile orto açılsın.: geri çekil, ortalık açılsın!
kiyindir- giydirmke, elbise ile teçhiz etmek.
kiyindirüü giydirme, elbise ile teçhiz etme.
kiyinki son, gerideki; kiyinki münöttö: son dakikada; kiyinki kündördö: son günlerde, son zamanlarda.
kiyint- . giydirmek: giyinmiye zorlamak.
kiyinten bk. kivin I.
kiyintiş- birisine hep birlikte giydirmek.
kiyintüü işs. kiyint-'ten.
kiyinüü iss. kiyin- II'den.
kiyir- et. kir- IlI'ten; girdirmek, id-hal etmek, içeriye sokmak, dahil etmek.
kiyirt- et. kiyir-'den.
kiyirüü . işs. kiyir-'den.
kiyit es. 1. hediye verilen giyim; 2. nişandan sonra güvey akrabası ta- rafından kız akrabasına verilen hediye.
kiyiz keçe; kiyiz bas-: keçe dövmek: tuş kiyiz: (bazan kenarları kürkle çevrilmiş olmak üzere) süslenmiş keçe, ki bununla kerege (bk.) yi iç yandan kaplarlar; örö kiyiz: düz (nakışsız) keçe.
kiylik I. başkalarının işlerine ve konuşmalarına karışma; kendiliğin den müdahale.
kiylik- II, başkalarının işlerine ve sözlerine karışmak.
kiyme : kiyme eleçek, bk. eleçek.
kiymele- 1, itmek, dirseklerle düıi mek (es., kalabalığın içine sokul mak istiyen adam hakkında); 2 sözlerini keserek ve başka konulara geçerek, musahibinin konuşmasına mâni olmak.
Kiyno kon. = kino.
kiyoske kon. = kiosk
kiyüü giyme:
klass r. sınıf.
klassik r. klâsik müellif.
klassiktik klâsik.
klimat r. iklim.
klişe r. klişe.
klub r. klüp.
ko (sağır kon s on lar dan sonra) yahut ğo(seslilerden ve çatbyan konsun lavdan sonra): kelgen bolso kerrk ko deymin: gelmiş zannediyorum, gelmiş olsa gerek; kelet ko dey min: gelecek diye zannediyorum, geleceğini tahmin ediyorum; bar ğo!: var ya!; bar ğo deymin: zannederim, ki vardır: kelgen ihols.ı kerek deymin ğo!: gelmiş olacak diyorum, ya!; bar deymin ğo', var diyorum, ya; men ğo baranı sen emine kılasıñ?: ben gideceğim. acaba sen ne yapacaksın?.
kobuk . bir bilek hastalığı.
kobul uzunca oyuk. küçük oluk küçük oluk şeklinde olan tezyinat: (uuk'm (bk. )alt kısmı;; keregr (k.) nin üst kısmı; tündük (bk.)ı ve çamğarak (bk.) bu gibi tezyi natla süslenirler; geniş yakalı kür- kün dikiş yerlerine de, bu gibi süs yapılır); eerdin kdbulu: atın sırtıyle eyer arasındaki boş kalan yer.
kobulda- : kobuldap suuk kiret: her yandan soğuk giriyor.
kobuldan- oyuklarla, olukçukıklarla kaplanmak.
kobur yahut kobur-cobur: mırıldanma, gevezelik, lâkırdılar, yüksek sesle konuşmalar; kobur sal-: şayia çıkarmak; kobur-kübür: fiskos (kâh yüksek sesle, kâh alçak sesle); şıbır, kübür-kübür koburğa aylandı: fiskoslar git-gide yüksek sesle konuşma şeklini aldı.
kobura- mırıldanmak, abuk-sabuk söylenmek.
koco f. 1. hoca (Muhammed peygamber neslinden yahut dört Halife soyundan olan kimse) Seyit; 2 efendi; sahip, patron (bk. aca).
kocoğoy 1, çolpa, hantal, çekingen, 2. kurumuş ve sertleşmiş, katılaşmış, 3. i ve ı seslere böyle denir, çünkü onlar uzamazlar.
kokuy umutsuzluk haykırışı: vay-vıy!, can kurtaran yok mu? imdat!; kokuyuñdu koy: ah-vah'ını bırak!; kokuy kişi ekesiñ: seninle belâya çatarsın; kokany menen koy bağat ats.: «ah- vah" la koyun güdüyor. kokuyla-, umutsuzca «kokuy-kokuy!» diye haykırmak;; kokuylap ıylayt: acı-acı aölıyor.
kokuylat- et. kokuyla-'dan.
kol I1. el, el pençesi; eki kolun booruna alıp: iki elini göğsüne kavuşturarak; kolun (boorğo aldı: 1) (sağ) elini bağrına bastı; 2) mec. tam muvafakat gösterdi; koldo bar: varlıklı, hali-vakti yerinde olan; koldo cok: yoksul, fakir; kol başı: el pençesi, yumruk; kolu- colüñ boş: sen büsbütün serbestsin (istediğin yere gidebilirsin);; kolu küçü cok: kuvveti-gücü yok; koldon kel: elden gelmek; kolunan kelişinçe: elinden geldiği kadar; koldon keltir-: (birisine) kumanda etmek, muü bir durumda bulundurmak; al meni kolunan keltıre albayt: o bana kumanda edemez, o beni istediği giıbi kullana- maz; kol karmaş- yahut kol alış-: el tutuşmak, 'birbirinin ellerini tutmak; kol karmaşıp yahut kol alışıp: el-ele vererek, el birliğiyle, kol koy (önde gelen datif ile birlikte): 1) imza atmak, imzalamak, 2) muvafakat etmek, liyakatini tanımak; kol tiy: fırsat bulmak (el değmek); kolum tiyse: eğer elim değerse; cum ustan kolum tiybeyt. işten elim değmiyor (vakit bula- mıyorum); kol tiybes mülk: doku- nulmaz mülk; kol cuu-: 1) el yıkamak; 2) mec. bir şeyden mahrum olmak (önce gelen ablatif ile birlikte); cut cılı maldan kol ouup kaldık: caut (bk. cut I) yılında hayvanlardan mahrm olduk; kol cuuğuz - yahut kol cuudur-: 1) el yı- katmak; 2) mec, mahnım eylemek (önce gelen ablatif birlikte); kol kabış, bk. kabış; kol üz-: alâkayı kesmek; coldoştorunan kol üzüp dayının taptırpay ketti: arkadaşlariyle alâkasını keserek, malûm olmıyan bir tarafa gitti; kol kötör-: si kaldırmak, açık rey vermek; kol kötörüü: el kaldırma; el kaldırma suretiyle rey verme; es. rey verme; kol kötörüüdön kal-: es. rey verme hakkından mahrum oldu; kol kötöriiüğö akısı cok yahut kol kötürüüğö akışız: es", rey verme hukukundan mahrum; rey verme hukukuna mâlik olmıyan; kol sal: 1) el atmak, saldırmak; 2) bir işe karışmak; uuru malğa kol saldı: hırsız hayvanlara hücum etti; kol sal-: folk. beraber yatma arzusunu ifade ederek, yatakta yatan kıza elle dokunmak, ilişmek (ör. bk. kasyala-); kol saluu yahut kol salış: 1) hücum, saldırış, 2) karışma; kol çabuu: el çırpma; kolmo-kol: 1) elden- ele; 2) el-ele; kolmo kol sooda: peşin paraya a-iış-veriş; kol katık, bk. katjk II; kol kaytar-, bk. kaytar-; 2. ön bacak, ayak; Tay-buurul mingen atının kolun büğüp kar adi: folk. Tay-burulun bindiği atm ön ayağını büküp baktı; tört kol aksap: bütün dört ayağiyle aksayarak; büsbütün ayaksız kalarak; 3. parmak; beş kolunday: beş parmağı gibi; üç kolunun başı menen tuurağan etten aldı: doğtalmış etten üç par- mağının uciyle aldı; 4. kol astında: (el altında) onun itaatında, tabi yi tinde. II, ordu, askerî müfreze. III, (müstakille» kullanılın» buna yalnız coğrafî isimlerde tesadüf edilir) nehrin yatağı; neh vadisi, Karakol, Narmkol gibi.
kolbor karakuşları avlamak için ,ağ| tuzak.
kolçoy- kocaman ve biçimsiz ohım (ayakkabı hakkında).
koldo- rehberlik etmek, talimat vermek, himaye etmek, birisine ark olmak, ooluya çakının (yahut canınmdağısm) koldoyt: ats. evlly yalnız kendisinin yakınlarını ti tar (onlara yardım eder); kul t koldoğon: Hızır yardım etmiş (her işinde muvaffak olan).
koldonul- kullanılmak, istimal idilmek, rehberlik vazifesini görmek
koldonuş- müş. koldon-'dan.
koldoo 1. rehber; 2. iltimas.
koldoş- 1. birbirine yardım etm«ı elbirliğiyle iş görmek; 2. birlik! taşımak (mes., iki kişi bir kovı suyu).
koldoy- sertleşmek, katılaşmak.
koldoyuñku bir parça katılanınım kaşarlanmış.
kolduu 1. elli; 2. kişi kolduu boldu (tekin değil) bu birisinin Ifldll bunda birisinin parmağı var; kim kolduu boldu?: Ibu kimin işi?; kişi kolduu bolup ölgönü, cok öz aca-lınan oorup ölgönü — maalını emes: adam bir zorbalığa mı kurban gitti, yoksa, hastalanarak, eceli le mi öldü — belli değil .
kolhoz r. (kollektivnoye hozyaystvo tabirinin kısaltılmış şeklidir, ki bu sonuncu tâbirin manası: müşterek ekonomi'dir, M.).
kolhozçu kolhozda çalışan; kolhozçu ayal: kolhoza mensup kadın.
kolhozdoşuu kolhoz şeklinde birleşmek, kollektifleşme.
kolko 1. şiryani ehber (aort); 2. hediyeye karşı verilen hediye; kolkosuna çıdadım: (karşılık hediye vermeyi üstüne alarak) hediyesini kabul etmeye (karar verdim; kolkosun kiyin 'berem: karşılık hediyeyi sonra vereceğim; kolko salıp jıtıp arañ aldım: ödemeyi vade-derek ondan zor kopardım; kol- koñ menden: altmda kalmayız hizmete karşı hizmet, hediyeye kıırşı hediye ile mukabele edilirj; kadır- kolko: hürmet, iyi münasebetler; kadır- kolko üçün: saygı-hatır ve iyi münasebetler için
kolkoloş birbirine hediyeler ve karşı hediyeler veren kimseler; kolkoloş 'bol-: hoşuna giden bir şeyi almak, şu şartla ki bu şeyin sahile de alanın eşyası içinden hoşuna giden bir nesneyi alabilir.
kolkoluu karşılık hediye vermek orunda olan; kolkolu u bol-: bir hizmet, hediye mukabilinde) medyun olmak.
kolkulda- cık-cık etmek (mes., bol ayakkabı hakkında).
kollektiv r. kollektif, mecmu, heyeti mecmua, top.
kollektivdeş- kollektif şeklinde birleşmek.
kollektivdeştirüü kollektifleştirme.
kollektivdeşüü işs. kollektivdeş-.'ten.
kolo I, köknar kerestesi. II, tunç; kolo üzöñgü: tunç üzengi. III: boor kolo: korkmak, dehşet duymak, kuşkulanmak, sakınmak, tereddüt içinde kalmak.
koloğoy biçimsiz, hantal.
kolokto- sarkıp durmak (biçimsiz ve hantal şey hakkında).
kolomto obanın içinde ateş yakılacak olan yer, obada yemek pişirmeye mahsus olan ocak.
kolon kolonna, r. sütun, direk; kolon zalı: sütunlu salon.
koloñ kovcu ve koñşu sözlerinin tekidir.
koloñso I. koltuk altından gelen ter kokusu; 2. atın ön ayağının iç tarafından (dizden yukarı) bulunan nasır; attın koloñsosunan kar caadı: atın dizini geçecek kadar kar yağdı.
koloniya r. müstemleke.
kolonizator r. müstemlekeci
kolonizatsiya r. müstemlekeleştirme, iskân.
kolonka r. küçük sütun.
koloo topallık.
kolos (bazılarının anlattığına göre) büyük, kocaman; (başkalarının anlattığına göre ise) doğru, düz; kolostoy bolğon baltır: kaim baldır; sözü eki emes kişini kolos dep ay tat: kararlarım değiştirmiyen a- dama «kolos» diyorlar.
kolot iki tümsek yer arasındaki uçukur yer; dar dağ deresi, çukur.
kolturmaşta- : ayırmaçka kolturmaş-tap mingizip: yan korkuluklu çocuk eğerine bindirerek.
kolu bala = kalu bala.
koluktuu nişanlı kız.
koluktuuluu nişanlanmış! delikanlı
kom havut; kom cığaç: havutta yan değnek; kom sal-: havut vurmak, kom çeç-: (deveden) havutu almak.
komanda r. kumanda.
komandaçı = komandir.
komandala- kumanda etmek.
komandaloo kumanda etme.
komandir r. kumandan, komutan.
konıandirovka r. memuriyetle gönderme; vazife ile yollama.
komdo- havut vurmak.
komdol- havut vurulmuş olmak (deve hakk..)
komdon 1. havut vurulmuş olmak (deve hakkında) 2. sırtına almak; 3. (yırtıcı hayvan ve köpek haknıkda) art ayaklarım bükerek ve burnunu öne doenı uzatılmış ön ayaklarının üzerine koyarak yatmak.
komissariat r. komiserlik; el komis- sariatı: halk komiserliği.
komissiya r. komisyon.
komitet r. komite.
kommuna r. komün.
kommunist r. komünist.
kommunistik komünistliğe ait, mensup, müteallik.: Kommunistik în- ternasional: Komünist Enternasyonali.
kommunizm r. komünistlik.
kompartiya r. komünist partisi firkası).
kompleks r. mecmu; kompleks sisteması: complexe sistemi.
komplekt r. takım.
kompoy- kabarmak, şişmek, sivrilip durmak, tek başına sivrilip dikilip durmak, uzum boyu ile temeyyüz etmek; 2. mec. kurulmak, caka satmak.
kompozitör r. bestekâr.
komsomol r. 1. komünist gençlik birliği 2. komünist gençlik birliği azası.
komut güceniklik. küsme. memnuniyetsizlik, teessür; komutta kal-: incinmek, kederlenmek; komutu tolbodu: tatmin edilmedi; caman erge kor bolup, komutta kalıp, küygönç, arka çaçım tarayın: folk. kötü kocadan hakaret görüp de, üzülmektense, en iyisi saçlarımı tarayım (yani kız olup evde kalayım). Ibu nebat knıcnak adiyle maruftur);
kon- 1. konmak, inmek, yere yahut aığaca oturmak; (kuş hakkında): kanat menen uçkan kuyruk ine-nen konat ats. kanatla uçan kuyrukla konar; 2. durmak, yaşamak için yerleşmek; 3. gecelemek için tevakkuf etmek; bir konup keldik: yolda bir gece yatarak geldik; 4. al. oturmak, kurulup oturmak; a-tının caydak soorusuna konup a-iıp:- atının çıplak sağrısına binerek; 5- atka kon-: şöhret kazanmak, tanınmak.
konç çorap, çizme gibi nesnelerin baldıra gelen kısmı, konç; eki but bir konçka batkan ubak: iki bacağın bir konca sığdığı zaman (küçük çocukken) .
konçuluk : ara konçuluk cer: arada bir gece yatmak suretiyle varılacak yer; ara konsuluk cerge sapar tartpadı: yolda bir gece yatmak suretiyle varılacak yere bile seyahat etmiş değildir.
koncurğa = kondurğa.
kondüktör r. kondüktör.
kondur- et. kon-'dan; misafiri gecelemeye zorlamak yahut bırakmak, konuğuı gece kalmaya çağırmak; bak kondur-: mes'ut eylemek; caman erge mal bütsö canına koñşu kondurbayt ats.: kötu adama servet düşerse yanma komşusunu bile kondurmaz.
kondurğa atın omurga kemkileri ipe geçirilmekle meydana gelen bir halkadır, ki bu arkası yağır olmuş atın boynuna takılır (ve buı halka atın yaraya ilişerek onu kurcalamasına mâni olur).
konduruu işs. kondur-'dan.
konferentsiya r. konferans.
konfiskatsiya r. müsadere.
konfiskatsiyala- müsadere etmek.
konfiskatsiyaloo müsadere,
koñ buttaki kaba et; koñ karga, hk. karga I.
koñdev kuş yaleğinin kof kısmı.
koıığguroo çan, kampana, zil.
koñguroolo- çan, zil çalmak:
koñguroolot- et. koñgturoolo-'dan.
koñkoy = koñkıy .
koñkuldak ağaçkakan kuşu.
koñorçok . bir otun adıdır.
kongress r. kongre.
koñşu 1. komşu; 2. tar. iktisatça zengine bağlı olan fakir komşu; biriñ koñşu, biriñ malay' cürdüngör: biriniz koñşu, biriniz ise ırgat idi; koñşu- koloñ: zengine doğrudan doğruya iktisatça bağlı olan adamların umıuımî adıdır.
koñşulaş 1, komşuda bulunan; konglsulas el: komşu millet, ulus.
koñşulaş- II, komşu bulunmak.
koñşuluk 1. komşuluk; 2. komşuluk münasebetleri.
koñtor- alt-üst etmek, kazmak, eşmek; cer koñtor-: yer kazmak; çift sürmek, toprağı eşmek.
koñtorul- alt-üst edilmek, aktarılmak, kazılmak.
koñul 1- küçük çukur, oyuk, 2-mesnedin iç yanındaki oyuk (eyerde).
konok I, 1. misafir, mihman; konok konoktu süybeyt, eesi baarın da süybeyt ats.: misafir misaiiri sevmez ev sahibi ise, hiç birini sevmez; mildettüü konok es-: «mecburî» misafir (kabildik teşrifat icabı kabul ve ikram edilmesi mecburi olan misafir,); mildettüü ko- nok al-: «mecburî» misafiri kabul etmek; 2. akşam yemeği; 3. ikram; konoğu caysız boldu: ikram şöyle- böyle oldu; 4. sozgö konok ber-meç.: birisine konuşma hakkını vermek, söylemesine müsaade etmek. II, italyan darısı (*) (Orta Asyada yaşayan Ruslar arasında bu nebat kunak adiyle maruftur) ; it konuk: bir nevi ot.
konokçul misafirliğe gitmeye, misafir olarak dolaşmayı seven kimse; kırgız halkı - konokçul: kırgızlar konuksever - misafirperverdirler (misafir kabul etmesini ve kendileri misafirlikte bulunması severler).
konoksu- misafirlik taslamak; caman kişi özüyündö konoksuyt ats. kötü adam kendi evinde misafirlik taslar.
konokto- 1. = konokton-; 2. bir yerde gecelemek için kalmak, gecelemek; kaz konoktoğon cer: kazların gecelediği yer; 3. ikram etmek; koy soyup konoktodu: koyun keserek misafir etti.
konokton- misafir olmak, misafirlikte kalmak.
konolgoluu gecelemek için uygun olan; konolgoluu cer: gecelemek, konmak için elverişli olan mahal.
konserva r. konserva.
konservatizm r. muhafazakârlık.
konservator r. muhafazakâr.
kontitutsiya r. anayasa, Stalindik: Konstitutsiya: Stalin Anayasası.
konstitutsiyalık anayasalık.
konsül r. konsolos.
konsultant r. müşavir.
konsultatsiya r. müşavere.
kontrabanda r. kaçakçılık.
kontrabandist r. kaçakçı.
kontrakt r. kontrato.
kontraktaştıruu = r kontraktatsiya.
kontraktatsiya r. kontrato'ya bağlamak.
kontrol r. kontrol, murakabe.
kontroldük kontrola ait, müteallik; kontroldük uçuş: kontrol uçuşu.
kontukçul . 1. başkaları tarafmdan kendisine emanet bırakılan hayvanlar hakkında insafsızca harekette bulunan kimse (kendisinin binek hayvanı varken, başkasının emanet ettiği hayvanın biner); 2. ikirlerin. kendi sürüsüne bıraktıkları hayvanları 'binmek veya iş için kullanan zengin adam.
konuş 1. durma; gecelemek için durma; 2. obanın konduğu, yerleştiği mahal; ata konuş: baba ocağı, vatan.
konuştan- mola vermek için durmak; yaşamak için yerleşmek, göçebelikten oturaklık hayatına geçmek.
konuştandır- 1. mola vermek içi" durdurmak, yaşamak için yerleştirmek; 2. oturaklık hayatına geç-çirmek.
konuştandırıl- pas. konuştandır-'dan.
konuştaş . (birisile) ayni konuşta bulunan (bk. konuş).
konuu işs. kon-'dan.
konuuçu gecelemek için kalan.
konventsiya r. mukavele.
konvert r: mektup zarfı:
koo 1. derin sel kazıntısı, derin çukur, derin hendek; koo oozunan çöp albağan mec: mütevazi çekingen; 2. oyuk üzerinden sar geçirmek için konulan oluk;3. ağıl, çit; koo karma—: çitle kuşatmak; çılgının koosu: atları kapatmak için çit; koo buzğan külük: «çit kıran yürük at» (ileri gelen koşu atı); koo buzup, bayge alıp turğan kü- lük at: ileri gelen ve öndül alan yürük at.
koodura- hışırdamak, zıngırtı yapmak, tıkırdamak
koodurat et koodura-'dan.
kooğa f. kavga, sövüş; kooğa-çata- ğıñardı kayğula!: kavga-çekişmeyi bırakın!
koom a. 1. cemiyet; sotsialistik ko-om: sosyalist cemiyet; kerek-carak koomu: yoğaltım (istihlâk) cemi-yeti-şirketi; koom kuruluşu: içtimaî kuruluş; 2. cemaat; meçit ko omu: mahalle halkı.
koomay tevahhuş eden, insanlar dan kaçan, münzevi; açuuluu koomay bokıp aldı: gazaplı ve münzevi oldu; koomay oltur-: sandalyanm ucunda kuşkulanarak oturmak; koomayraak koy-: ayrı, münferit koymak.
koomdoş- 1. bir işi elbirliğile, cemiyet halinde yapmak; koomdoşup işte-: kollektif olarak çalışmak: 2. cemiyetleştirilmek; koomdoşkon sektör: cemiyetleştirilmiş bölge; koomdoşkon öndüriiş: cemiyetleş- tirilmiş üretim (istihsal).
koomdoştur- cemiyetleştirmek.
koomdoşturul- cemiyetleştirilmek.
koomdoşturuu cemiyetleştirme.
koomdoşuu . işs. koomdoş-'tan.
koomduk cemiyet, cemiyete ait, mensup, müteallik; sosyal, içtimaî; koomduk iş: cemiyet, memleket işi; koomduk öndürüş: cemiyete ait üretim: koonduk alcay: sosyal vaziyet; koomduk kamsızdandıruu: sosyal teminat.
koon kavun; koon üzmöy (harf.: kavun koparma): gruplar halinde çekişmeden ibaret olan ıbir oyun.
koonduk kavuniuık, kavun bostanı.
koop I, a. korku; kabuñ kaydan bolso, katarmğ oşondon ats.: korkun nereden ise, tehlike de oradan olur. II, gerundif kop- H'den.
kooperativ r. kooperatif.
kooperativdeş- kooperatif şeklinde birleşmek.
kooperativdeştir- kooperatifleştirmek.
kooperativdeştirüü işs. kooperativdeştir-'den.
kooperator koperatifçi.
kooperatsiya r. kooperatifçilik, birlikte iş görme.
koozdonmo bezeme, ziynet; kümüş koozdonmolar: gümüş tezyinat.
koozduk güzellik, nefaset, foediîlik.
kop I, ko hecesiyle ıbaşlıyan sözlere takviye için ilâve edilir; kopkoyuu: pek koyu.
kop- (gerundifî koop'tur) kalkmak; (bazı bölgelerde uygunsuz bir mâ nâ aldığı için edebî lisanda kullanılmaz) :
kopiya r. kopya, suret.
kopo meyve verdikten sonra kuruyan bitkilerin bir çeşidi.
kopoluu kopo otu olan (bk. kopo).
kopşo- rendelemek, kazımak, traş etmek.
kopşu- gevşemek.
kopşut- gevşetmek, sallamak (mes., çıkarılması kolay olsam diye kazığı oynatmak).
kopulda- kuşkulanmak, mütereddit olmak.
kor I, 1. sıcak kül, içinde ateşli kömür parçaları bulunan kül: 2. ihtiyat sermaye, fond; toyıurt koni: yem ihtiyadı. II. f. hor, hakir görülmüş, kendisine küçümsiyerek bakılan şahıs veya nesne; kor kıl-: tahlil ve tezlil etmek; kor kör-: küçümsiyerek, hor görerek muamele etmek.
korbaşı tar. 1. bir zabıta memuru; el başkarğan (yahut biyleğen) korbaşı folk.: halkı idare eden korbaşı;2 . basmacı uıüirezesinin başı- (*)
korcoğoy = kocoğoy .
korcoñ yüksek, sivrilip duran.
korcoñdo- r. (karş. kortoruğdo-) hareket etmek, yürümek (yüksek ve sivrilip duran nesne hakkında); korcoñdoğon can kalbay folk-: hiçbir diri varlık kalmadan.
kordo I, sütle tertbiyelenmiş olan pirinç çorbası; taş kordo: 1) içine kızgın taşlar atmak suretiyle yemek pişirmek için kullanılan ve at derisinden yapılmış olan kap; 2) bu usulle pişirilen yemek; 3) bütün halinde, kızartılmıiş olan ko- yun veya keçi göğdesi.
kordo- II, hor görmek, hakaret gözile bakmak, terzil etmek, tahkir etmek . III, (boza, kımız hakkında) tazelik vermek (eski bozaya yenisini katmak).
kordol- hor ve hakir görülmek.
kordoluu Kordo I e malik olmak (bk. kordo I); kordoluu bay. bk. bay 1.
kordoo hor görme, tahkir etme.
kordooçul çekiştirmeyi seven, zemmeden; alı cetpegen akıretçil, kolu- cetpegen kordooçul ats-: halsiz olan ahrete güvenir, elinden iş gelmiyen ise, her şeyi zemmeder.
korduk rezalet, horluk, hakaret; kü- çümseme, küçüklük; korduk kör-yahut korduk tart-:horluk görmek; hakarete uğramak, küçümsenmiş olmak; otun- olco, suu korduk ats.: odun-ganimet, su ise-rezalet (oduna rastgelmek iyidir, suya düşmek ise-kötüdiir).
korğo- korunmak, müdafaa etmek; müdafaa eylemek.
korğol- (koyun, keçi, deve) tezeği; korğol toktok-: aşığın alçı (bk.) veya taa (bk.) üzerinde cantık (bk.) vaziyetinde durduğu sırada onun üst kısmına koyun yuvarlağını koymak; toğuz korğol: bir oyunun adıdır.
koromcu zarar .•kilime, boşuna har- canma, israf; konuncu boldu: eksildi, harcandı, sarf edilip bitti.
koromcula- israf etmek.
koromculuk = = koromcu.
koroñ : koronu et bir şeyin içinden çıkarak gözükmek; koroñ etip çığa tuştu: başını yukarıya çıkardı ve gene daldı (mes., suda boğulup batmakta olan adam hakkında).
koroñdo- bir parça çıkmak ve tekrar içeriye dalmak (bir nesnenin ucu hakkında); nayzanmğ uçu koroñdoyt folk.: mızrağın ucu kımıldıyor.
korkoñdot- et. koroñdo-dan.
koroo I, eksilme, harcama, sarf etme. II, 1. 'koyun ağılı, hayvan av lusu; koroo tolğon koyum bar folk.: ağıl dolu koyunlarım var; koroonun çeti saman bol, kaytar-ğan koroom aman hol (yakarış-şarkı): ağılın kenarlarında saman bulunsun, koruduğum sürü sağ olsun; 2. koyun sürüsü; bugün koroo küzöttüm yahut bugün koroo kay tardım: bugün (gece) koyun bekledim; taş koroo: 1) taştan koyun ağılı; 2) karakuş avlamak için tuzak; sarı koroo: hayvanlariyle birlikte obanın ıuzun zaman kaldığı yerdir, ki orada ot namına hiçbir şey kalmaz ve bundan dolayı hayvan otlatmaya yaramaz; otlarmm çiğnenmiş ve ezilmiş olduğun mahal.
korooçu : korooçu it: avlu ve ağıl köpeği.
koroolo- aydın diare ile kuşaltılmak; ay koroolodu: ayın çevresinde aydın daire (ay ağılı) peyda oldu; ay korooloso, ayağmğdı kamda (yahut belende), kün korooloso, küıögüñdü kamda (halk inancı): ay halelenirse, gerdelini hazırla (süt bol olur), güneş ağıllanırsa, küre- ğini hazırla (ekin mahsulü bol olur).
korooloş bahçe, avlu komşusu, birisi le ayni avluda yaşıyan; ayıl ara-laş, koy korooloş oturabız: yanyana yaşıyoruz (köylerimiz karışmış, ağıllarımız müşterektir).
koroolu (lâtince adı Sylvia olan bir kuş; M.) sarı koroolu: (lâtince Phylloscopus denilen kuş; M.).
korot- küçültmek, .zarar yapmak eksiltmek, malü mülkü israf eylemek, harcamak; çöptü korotup ketti: kuru otu fazla harcadı.
korotul- harcanmak, sarfedilmek; usul isterdin baarma 75 adam künü korubuılat: bütün bu işler için 75 adam günü sarfediliyor.
koroy- sivrilip durmak, öne doğru çıkık durmak; kokosu koroydu: ademelması sivrilip duruyor, mec. adamakıllı zayıfladı.
koroyt- et. koroy-'dan; kokolorun koroyttu mec.: onları zayıflattı.
koroyuñku hafifçe sivrilip duran, bir parça öne doğru çıkık daıtran.
koroz f. horoz
korozdon- horozlanmak, kunuım satmak.
korozdonuu . kendini beğenme, tekebbür, azamet.
korpus r. gövde
korrektor r. musahhih.
korrektura r. tashih provası, tashih,
kors 1. çatırdı ve kıtırdıyı taklittir; kors- kors külot: kahkaha ile gülüyor; 2. başkalarına karşı kaba ve patavtsız; korş kişi: kaba ve pata vatşız adam.
koru- korumak, muhafaza etmek, çitle çevirmek; katın camanı er koruyt ats.: kötü karı kocasını gözetler (peşinden ayrılmaz).
koruk I, l. çit, çitle çevrilmiş mahal, çitle kuşatılmış arsa (mülk), korunmuş mera: otlak çerine koruk salıp, bak tikti: toprağını çitle çevirerek bahçe yaptı; 2. çiftlik; 3. koru (içine girmek ve ilişmek yasak olan orman vs.)
koruk- II = kork-.
korulda- korkulda-.
koruldat- = korkuldat-.
korum 1. moloz; korum aydağır yahut konim bolğur: kahrol; (koyunlara tercih edilen ilenç); 2. büyük, değermi düz çakıl taşı.
korumda- moloz dökmek.
korun- 1. kendini sıkışık durumda hissetmek; kendini küçülmüş his- seylemek; sıkılmak (mes., kendisinin fakirliğinden); 2. içtinap etmek, sakınmak, kurtuluş yolu a-ramak, saklanmak, gizlenmek; koroñon çığıp sen kelseñ, korunup kalçu men emes folk: (benimle görüşmek için) avlundan çıkarsan, ben saklanıp kalacaklardan değilim.
korut- et. koru-'dan; çımçık koru-(ekinleri bekliyerek) serçeleri korkutmak; korkutup ayt-: hülasa etmek, netice çıkramak, fezleke yapmak .
kortundu fezleke, çıkarılan netico; korutundu söz: son söz; korutunduğa kel: bir neticeye, fezlekeye varma.
kosek f. koza (pamuk kozası).
kosmopolit r. bütün cihanı kendisine vatan sayan, kozmopolit.
kostüm r. elbise, kisve, esvap takımı.
koş I, sağesen, iyi durumda mes'ut, hoş; koş: Allaha ısmarladık, hoşça kalın!; koş bol-: sevinmek, neşeli bir durumda bulunmak; ubaktı koş: vakti hoş, memnun, sevinç içinde; şen-neşeli; koş köñüldük: halîm-selîm olmaklık. II, 1. çift, çifte, iki katlı; koş ooz: iki namlılı tüfek; koş söz: mürekkep kelime; koş biylik: hâkimiyette ikilik; korkoño koş körünüt ats-: korkana bir şey çift olarak görünür; koş koldop: iki elle; koş attabay kılbaysmğ: yanına birisini yardımcı olarak almadan hiç bir iş yapmıyorsun; 2, koşum takımla- riyle. (mutat olduğu üzere çift olan) hayvanlariyle birlikte sapan yahut pulluk; koş çıktı: çift sürmeye başladılar; çift sürme başladı; koş çığar-: çift sürmeye başlamak; calğız öğüz koş bollboyt, caaktaşkan dos bolboyt ats.: tek öküz çift olmaz (koşum teşkil etmez) çekişenler dost olmaz. III, iğreti keçe ev:, işçilerin nuuj- vakkat olarak oturdukları yahut uzun göç ve sefer esnasında kullanılan küçük keçe ev. IV, haykırış = çay II (fakat tek bir koyun hakkında); koş-koş; dese, kuyañı koy koşokko koşulat ats.: «koş-koş» diye ibağırılırsa, direngen koyun dahi bağlanacak yere yanaşır.
koş- V, 1. katmak, birleştirmek, ilâve etmek, çift yapmak, çiftleştirmek; er Kurmanbek baatırğa Kanışaydı koşomun folk.: Kanışay (kızı) 'bahadır Kurmanbekle bir-leştiriyorum; baş koş-, bk. baş I; koşo: beraber, hep birlikte, buna ilâveten; sen menen koşo baram: seninle birlikte gideceğim; tañ menen koşo oyğon-: şafak sökerken uyanmak; 2. es. hediye etmek (mihir ödeyen delikanlıya yahut ziyafet-şölen tertip eden kimseye yardım olmak üzere); aldubız karadan, artıbız koydon koşumçabızdı koştuk: ileri gelenlerimiz, birer inek, servetçe geri olanlarımız ise, birer koyun hediye ettik; akça koş-: para ile yardım etmek; 3. emretmek, tevdi eylemek; 4. şiir söyliyerek sağu sağmak (ölü için ağlarken, yahut kızı kocasının köyüne yollarken); şarkıda anmak; 5. taklit etmek (öykünmek); küküktüñ tooşuna öz tooşun cakşı koşot: guguk kuşunum sesini iyi taklit ediyor.
koşamat = koşomat.
koşayak çöl sıçanı, cırboğa, Dipodi-dae.
koşçu 1. yolda refakat eden, maiyet; at koşçu: vazifesi yolda at bakmak olan yoldaş; 2. çift sürücü; camaña başçı boîğonço, cakşığa koşçu bol ats.: kötü adamlara âmir olmaktansa, iyi adama çift sürücü olmak yeğdir.
koşmon itelgi (bk.) nevilerinden biridir (bu kuşun göğsünde baştanbaşa beyaz bir yol vardır).
koşmok 1. deve cinslerinden biridir; 2. koşmok söz gram.: mürekkep söz (belboo, colbaşçı gibi).
koşo bk. koş- V.
koşok 1. biribirinin boyıunlarınu bağlanmış olan koyunlar, keçiler dizisi; 2. (ölü için yahut kocasının köyüne geçirilen kız için) şiir soyliyerek ağlamak.
koşokçul koşok (bk. koşok 2) uy- durmasını ve onu söylemesini seven kimse,
koşokör f. = kosomatçı.
koşokto- 1. (koyunları) birifoirinhı boynuna bağlamak;2. (Rad.) ırlamak, şarkı söylemek veya bestelemek.
koşolont- : koşolontup ırda-: güzel, hoş ve değişen ahenklerle şarkı söylemek.
koşomat f. hoşamedî, kompliman, koltuklama, mürailik, yaltaklanma.
kosomatçı mürai, yaltak, yüze gülen, yaranan.
kosomatçıl mürailiğe yatgın olan, yaltaklanan yüze gülen.
koşomatçılık . mürailik, yaltaklık.
koşomatta- mürailik etmek, yaltak- lanmak.
koşomattık = koşomatçüık.
koşto- I, onamak, tasvip etmek, hoş görmek. II, 1. (atı) yedek olarak almak; 'bir at koştop. bir at minet: bir atı yedek olarak alıyor, bir tanesine de 'biniyor; 2. bir atı yedeğe .lirken, onun başını bindiğin atın başı hizasına gelmek suretile yürütmek; 3. koştop: çift çift olarak.
koştol- pas. koşto-'dan.
koştoluş- çifte dahil olmak, biri-birine refakat etmek.
koştoo yedek (at).
koştoş I, güçe, kervana iştirak eden. al meniñ koştoşum: o benimle aynı kervanda bulunuyor, o benimle birlikte göç ediyor. II. I. veda etmek, vedalaşmak; tüböllükkö koştoşup kaldık: ebediyen vedalaştık; 2. iyilik dincakşı menen dos bolsoñ. ölgüçöktü koştoşot ats.: eğer iyi (adam) ile dostlaşırsan, o sana ölünceye kadar iyilik diler.
koştoş- III, müş. koşto II'dan; at koş-toş-: atı yedekte götürmek.
koştoştur- vedalaştırmak.
koştoşuu vedalaşma, ayrılaşma, ayrılık.
koştot- atı yedeğe aldırmak; attarın mağa koştottu: atlarını bana yedeğe aldırdı; bir külüktü mingizdi, bir külüktü koştottu folk.: bir yürük ata bindirdi ve bir tanesini de yedek olarak verdi.
koştuk çift olmaklık.
koştur- ilâve, ilhak ettirmek; baş koştur: birleştirmek.
koşul I: koşul-taşıl: karışmış, karmakarışık olmuş, hepsi birlikte; koşul-taşü bol-: karışmak; karmakarışık olmak; mağa baarı koşul-taşıl bolup kelip, taasirletip, cürö-ğümdü kozğop ciberdi: bütün bunlar bana karma-karışık gözükerek, tesir etti ve kyüreğimi oynattı.
koşul- II, katılmak, birleşmek; ek: too koşulbayt, eki el koşular ats-: iki dağ birleşmez, iki kavim birleşir.
koşuna komşu olan; komşu; koşuna uluttar: komşu uluslar (milletler)
koşundu mat. es. hasılı cem, toplam.
koşuu 1. ulama, ilâve etme; 2. mat. cem, toplama; toptop koşuu: gruplar halinde toplama; 3. emretme, tevdi etme.
koşuuç avuç dolusu.
koşuuçta- avuç dolusu almak.
koşuun asker, ordu.
kotolo- yığılışmak, kalabalık halinde toplanmak; pek çok olmak.
kotoloş- müş. kotolo-'dan.
koton yahut koton cara: frengi illeti
kotor- 1. çevirmek, yerini değiştirmek; 2. çevirmek (bir dilden başka bir dile terceme etmek):
kotormo çevrilmiş, terceme. kotormoçu, mütercim.
kolort- 1. çevirtmek, yerini değiştirtmek; 2. terceme ettirmek.
kotortuu işs. kotort-'tan.
kotorul- 1. çevrilmek, yeri değiştirilmek; 2. terceme edilmek.
kotoruluş I, işs. kotorul-'dan; cer kc- toruluşu es.: toprak İslâhatı.
kotoruluş- II, müş. kotorul-'dan.
kotoruş I, 1. çevirme, yerinden oynatma; 2. şeklini değiştirme, yeniden inşa etme; 3. terceme.
kotoruş- II, müş. kotor-'dan.
kotoruştur- altını üste çevirmek, yerini değiştirmek, bir mahalden başka bir mahalle göçürmek; kotoruşturup sebüü: hububatı değiştirmek suretile ekim.
kotoruşturuu altını üste çevirme, yerini değiştirme, bir yerden baskı bir yere göçürme, bir yerden başka bir yere atma; cege kotoruştu iuu başkarması: muhaceret idare:.
kotoruu 1. yerini değiştirme, bir yerden başka bir yere geçirme; 2-şeklini değiştirme, yeniden inşa etme.
kotoruuçu mütercim.
kotur oyuz (hayvanlarda); kotur koldon, coor-coldon ats.: oyuz elden (geçer), yağır ise, yoldan (hası İ olur).
koturlan- oyuz olmak;
koy I. 1. koyun, koy sarı koysan; koy köz: büyük güzel gözler; koydoy: halim, koyun gibi; koy oozunan çöp albağan: yavaş, ses.;ı , kendi halinde olan, sıkılgan; kök ala koydoy soyup: mec. vücudunu mosmor, edinceye kadar döverek; koy tekey bk. tekey; koypoy: koçlar-koyunlar; 2. Hayvan devri tak viminin sekizinci yılının adıdır. II: koy çağır = koy çağır.
koy- III, 1. koymak, yatırıp koymak, bırakmak; koy, tiy.be: bırak, ilişme: cerge koy!: yere koy!; oyu-nuñdu koyup, çmmğdı ay t folk.: şakanı bırak da, ciddî konuş!; koy!; yeter; vazgeç!; at koy-, bk. at I, II; kol koy-: imza atmak: imzalamak; birin koyboy: hiç birisini bırakmadan, istisnasız; birin koyboy çakırğm!: istisnasız hepsini çağırJl ecğine sakal koyboğon folk-: sakal bırakmadı; al kelgenin koydu gelmez oldu; arak içkenin koydu; rakı içmeyi bıraktı; kulak koy kulak vermek; dinlemek; koyçu bıraksana' ondan vazgeç!; koyçu emi, bir üydö kaptağan on tört kişi bolduk!: bırak Allah aşkına, bir evde on dört kişi toplanmıştık; 2, bırakmak, müsaade etmek, tecviz etmek; oyundu sağa kim ko-yuptur-: oynamaya sana kim mü- saade etti?; 3. çarpmak, vurma* at menen koyup ketti: atın göğsile çarptı (atı tevcih etti, at ise göğsü ile çarptı); 4, defnetmek; 5, yardımcı fiil rolünde, ibareye kuvvet ve ânîlik verir; körö koyup: ansızın görerek; kelıbey koysun: varsın, gelmesin; albay koysun: varsın, almasın; anda-sanda kele ko-yot: arada-sırada geliveriyor; 6. eğer baş fiille koy fiili menfi şekilde iseler, bununla işin kaçınılmazlığı ifade edilir; kelbey koybot: gelmeden kalmaz (mutlaka gelir); albay koybot: almadan kalmaz (muhakkak alır).
koyçağır eski zaman tüfeğinin adıdır.
koyçu koyun çobanı; koyçu- koloñ kon.: çobanlar; koyçu-koluñ cerge ee boldu: çobanlar-züğürtler toprağın sahipleri- efendiler oldular.
koyçuman — koyçu.
koydur- et. koy- III'den; at koydur-: isim koydurmak, tesmiye ettirmek; kol koydur-: imza ettirmek, imzalatmak; çaç koydur-: saç bıraktırmak; uruştu koydıur-: dövüşmeyi menetmek; arak içken in koydur-: rakı içmesini terkettir-mek; at menen koydurup ketti ~ at menen koyup ketti (bk. koy III 3): daha ör. bk. ayttır-.
kuyduruş- müş. koydur-'dan.
koyğonsu- koyar bırakır gibi gözükmek.
koyğula it. koy.- III 3'ten.
koyğulak 1. sık-sık darbeler; 2. şiddetli gerginlik.
koyğulan- mükerreren çarpmai:; kat-kat vurulmak; taştan taşka koygulanıp: bir taştan o bir taşa çarparak.
koyğulaş- birbirini döverek; tos vuruşmak; (mes., koçlar halanda).
koyğulat- et. koyğula-'dan.
koyğuz- et. koy- III'ten.
koykoñ dilber, zarif kadın.
koykoñdo- hareketlerinde zarif ve nefis olmak; cılandmğ başı koykoñdoyt: yılanan kafası zarif bir surette sallanıyor; koykoñdoğon suluu: zarif dilber.
koykoñdot- et. koykoñdo-'dan.
koykoy- ince ve zarif gözükmek; koykoyğon sulıuıu, koykoñdoğon suluu (bk. koykoñdo).
koymo (kumarda) ortaya konulan para; sala koymo = salağoymo.
koynot (Rad.. V) çukur. dere.
koyo küçük kürecikler şekline konmuş keçe parçasıdır (ki alıcı kuşlara mide temizlemek için verilir).
koyon I, 1. tavşan; koy on izi col: daracık patika; zor gözüken keçi yolu; or koyon: tavşan nevilerinden biridir; sur koyon: boz tavşan; koyondon okşoş: tıpkısı, tam kendisi (çok benziyen); 2. ada tavşanı ;3. oniki senelik hayvan devri takviminde dördüncü yılın adıdır. II: koyun-koltuk, bk. koltuk.
koysarı (bk. sarı II): cerdiñ koysarısı köldö eken. adamdın koysarısı sen ekensiñ ats.: en iyi toprak gölde (Isık- Kölde), imiş, insanların en iyisi sen imişsin.
koyuş müş. koy-III'ten; kol koyuş-: 1) hep beraber imza atmak; 2) dövüşmek; kol koyuşuip kalıştı: onlar bir parça dövüştüler; unutup koyuşat: unutuyorlar.
koyuu I, koyu. kesif, sık; koyuu çang: kesif toz; koyuıuı tün: karanlık gece; koyuu tınçtık: tam bir sükûnet. II, işs. koy-III'ten; dabışka koyuu: reye koyma.
koyuuçuluk koyuu'dan mücerret isim; kızmatka çıkpay koyuoiçuluk: işe çıkmamaklık.
koyuulan- koyulaşmak, kesif olmak:
kozğo- 1. harekete getirmek; kımıldatmak, sallamak; ordunan kozğobo: yerinden oynatma; kep kozğo: söz açmak; 2. galeyana getirmek; rahatını kaçırmak; çeçenderdi kozğoğon çeçilbes kara doo beken?: akıllı adamları galeyana ge- tiren sürekli dava mıdır bu, acaba?
kozut- tahrik etmek, teşvik etmek, kışkırtmak, harekete getirmek, boştan çıkarmak; caş balanı kozutpa!: küçük çocuğu kışkırtma!
kozutuu işs. Kozut-'tan.
köbmö = köpmö.
köböñ şişkinlik, kabarıklık, boş ve mesamatlı olmaklık (çabuk kayb- olabilen semizlik); at köböñ tartıp kaldı: at bir parça topladı (ancak bu yağ bağlama esaslı değildir).
köböö eteğe dikilen parça.
köbööl sahildeki in, suyun kazdığı çukur; cardın 'köböölündö caşırmıp: kıyıdaki çukurda saklanarak.
köböytüüçü mat. çarpan; tüpkü kö- böytüüçü mat.: baş çarpan.
köböyüü işş. köböy-'den.
köbük köpük, posa; çiy köbük: et suyundaki yağ tabakası.
köbüktö- köpüklenmek, kaynamak vo köpüklenmek; at köbüktöp turuptur: at köpük içinde duruyor.
köpüktön- köpüklenmek, köpürmek, köpükle, yağ tabakasile örtülmek.
köbüktöt- köpükletmek, köpürtmek.
köbünçö en ziyade, ekseriya.
köbür- köpürmek; süt köpürüp - cabırıp taşıp ketti: süt köpürdü ve taştı.
köbürgön yabanî sarımsak.
köbürt- et. köbür-'den.
köcö darı yarması yahut bulgur konulmak suretiyle yapılan bir nevi tirit; uuz köcö: kavut karıştırılmış ve ;bir parça tuz konulmuş kaynatılmış ağız (yeni buzağılayan ineğin ilk sütü).
köç I, göç, göçme, yer değiştirme; köç baysalduu bolsun, konuş olcoluu bolsun (göçenler için iyi di. lek): göç rahat olsun, konuş kazançlı (şikârlı) olsun!; köç cüro -cürö tüzölöt ats.: her iş yavaş yavaş tamamlanır (harf-: göç yürüye yürüye düzelir).
köç- II, göçmek, bir yerden .bir yere gitmek, göçüp gitmek, hicret eylemek; dünüyödön köç-: ölmek, irti-hal etmek; bölök meselege köç-: başka meseleye geçmek; köçüp kel-: göçüp gelmek; köçüp ket-; göçüp gitmek: köçüp cür: göç etmek; üyüñdüñ baylığın köçkön-dö körösüñ ats.: evinin zenginliğini göç ederken görürsün.
köçkü heyelan, çökme, kar çöküntüsü.
köçmö göçebe, bir yerden bir yere taşınabilen.
köçmön göçebe hayat süren adam.
köçmöndük . göçebelik, göçebelik hali.
köçmöndüü göçebeli; carım göçmön-düü: yarı göçebe.
köçöögön sık- sık göçmeyi, yer değiştirmeyi seven; bir yerde oturmaz olan adam.
köçörmön göçüp gitmeye, kendi uyruğundan ebediyen ayrılmaya ve başka yere hicret etmeye karar veren kimse; köçörmön bolso, curttu camandayt ats. : yerini değiştirmeye karar veren adam halkı (beraber yaşadığı adamları) kötüler.
köçöt 1. dikilecek, dikilmek için ayrılan ağaç dalı; 2. es. hastayı üfürük usuliyle tedavi; köçöt köçür- : köçöt usuliyle tedavi etmek; 3. dokulmuş nakış.
kögör- I, gövermek, morlaşmak, yeşillenmek, filizlenmek, intaş etmek, tutmak (bitki hakkında) : ağarıp kögör- bk. ağar- II; meesi kögörgön bk. mee. II, inadetmek, direnmek, karşı koymak.
kögört- et. kögör- I’den.
kögüçkön güvercin.
kögülcüm mavi.
kögüldür mavimsi, gök renginde olan; beti kögüldür: yüzü boz, toprak renginde.
kögültür = = kögüldür.
kögürçkön = = kögüçkön.
kögüş mavimsi, açık maviye çalan; kara kögüş: koyu mavi.
kök I, kunduracı ipliği yerinde kullanılan sırım; kerege (bk.) leri bağlamak için kullanılan ince kayış parçaları. II, 1. gök; kökkö çık- mec. : (göklere çıkmak) gelişmek, müreffeh olmak, tam bir bolluk içinde bulunmak, 2. lâcivert, mavi; mala kök: kök ala: tendeki morluk (bere yeri); kök şilti: pek yorulmuş, bitkin, kuvvetten düşmüş; kök şilti bolup, ölöyün dep cüröt: kuvvetten düşerek ölecek bir hale gelmiş; kök kıtan: balıkçıl kuşu; kök meltey bk. meltey; kök cele: alâimisema; 3. yeşil (bitki hakkında); yeşil taze ot; 4. ak kök: sütçülük ziraat ürünleri (mahsulleri) ; küz keldi, ak- köktü cıynadık: güz geldi, biz de süt ve ziraat mahsullerini hazırladık; 5. karı- kök: ihtiyar ve genç; karı- kögü debey: küçüğünden büyüğüne kadar; 6. kök başı tar. : sudan faydalanma işlerini tanzim eden şahıs; 7. kır (at donu); kök at: kır at; kök cal: kır yeleli (kurt; Destanda bahadırın sıfatı olarak sık- sık kullanılır). III, (yahut kök bet yahut kök bettüü) israr eden, sebatlı, inatçı; kök bala: inatçı çocuk; er bolsoñ, kök bol. sözüngö bek bol ats. : yiğit olursan sebatlı ol, sözünün de eri ol! ; kök mee = = kökmöö.
kökçül mavimsi, göğe çalan, hafifçe kır.
kökmöö (kök mee) 1. arazı baş dönmekten ibaret olan hayvan hastalığı (başlıca, koyunlarda ve sığır hayvanlarında) ; 2. dönmüş, aptal.
kökmöölük aptallık, divanelik.
köknar f. 1. haşhaş; 2. haşhaş kozalarını kaynatmak suretiyle yapılan uyuşturucu bir menku.
kökölö- göklere çıkmak, başı göklere doğru yükselmek, şahlanmak, buram- buram çıkmak, yükselmek.
kökölön- ( manaca) = = kökölö- .
kökölöt- yukarıya doğru fırlatmak, yukarıya çıkarmak, yüseltmek; taş kökölöt- : taşı yukarıya doğru atmak, fırlatmak.
kökölötüü işs. kökölöt’ten.
kökömeren yabani kekik otu, Thymus serpyllum.
kökön r. ipek kozası.
kököy : kököyümdü kemirdi (teşti, kesti, cedi) yahut kököyömö tiydi: bıktım, illâllah, sabrım tükendi; kököygö tiygen açkalık: şiddetli açlık; kantip kököyümön ketsin! : (bu hakareti) nasıl olur da unuturum; kököydön ketkis iş boldu: unutulmaz bir iş vukua geldi.
kökpörü = = kök börü (bk. börü) .
köksö- I, şiddetli arzu; köksöm suudu yahut köksöm basıldı: şiddetle arzu ettiğmi ele geçirmekle tatmin edildim. II, arzu etmek, şiddetle arzu etmek.
köksöö I = = köksö I. II, çok ihtiyar, turşuluk; köksöö abışka: son derece ihtiyar.
köksüt- ağrı, acı vermek.
köktaş zaç.
köktö- I, yeşillenmek, yeşil otla kaplanmak, örtülmek; cer cañıdan köktöp kele atat: yer henüz yeşil otla örtülmeye başladı. II, (karş. kök I.) dikmek, teğellemek; kerege köktö- kerege (bk.) nin ayrı- ayrı değneklerini birbirine bağlamak; eer köktö- : eyer iskeletinin ayrı- ayrı parçalarını birbirine bağlamak, kenetlemek; cuurgan köktö- : yorganın astarı ile yüzünü karşılaştırarak dikmek.
köktöm ilkbahar, erken başlamış ilkbahar.
köktöö I, 1. hayvanları siftah olarak ilkbahar otuna bırakmak; 2. ilkbahar mer’ası, otlağı; el köktöögö çığat: halk ilkbahar otlağına çıkıyor. II, dikme, teğelleme.
köktöş- müş. köktö- II’den.
köktöt- et. köktö- II’den.
köktüü I, taze, yeşil otla örtülmüş; köktüü cer: taze, yeşil otla kaplanmış olan yer. II, inatçı, kinli, intikamcı.
kökü- aşırı derecede müşkülpesent (zor beğenir) olmak, kendini dev aynasında görmek, direnmek, karşı koymak, anlaşmaktan kaçınmak, nasihatlara kulak asmamak; at ukuruktu körüp köküp ketti: at kemendi görerek, yanına yaklaştırmadı; atası kelgenden beri köküp ketti: babası geldikten sonra (çocuk) azdı ve söz dinlemez oldu.
kökül f. kâhkül, şakaklara sarkan küçük örgüler, perçem; beş kökül mec. : aşağı yukarı 12 yaşında olan kızcağızdır, ki o zaman ona her bir şakağına sarkan beşer örgü örerler.
köküldüü kâhküllü, örgülü; sakalduu- köküldüü: sakallı adamlar, hürmete lâyık yaşta olanlar, yaşlı kimseler (ister erkek, ister kadın olsun).
köküldüülö : et sakalduu- köküldüü löp tartıldı: et yaş ve dereceye göre sunuldu.
kökürök göğüs; kökürök kerip korğo- : göğüs gererek korumak; kökürögündö akılı bar: akıllıdır; semiz kökürök: kendine fazla güvenen; er kökürök: cesur; kökürögü sokurğa colukpa! : ats. : gabi adamla karşılaşma! ; kökürök kimge tiydi ele? folk. : (göğüs kime değdi?) kimi sevdin, kime aşık olsun?.
köküröktüü cesur, cür’etli.
köküt- et. kökü- ’den; ukuruktu körsötüp kökütüp iydik: (ata) kemendi gösterdik, şimdi ona yanaşmanın imkânı yoktur (o, artık kendine yaklaştırmıyor) ; men anı kökütüp koydum: ben onu kızdırdım (şimdi ona yanaşamazsın).
köl . 1. göl; köz caşın köl kılıp: iki gözü iki çeşme; köl- şal bk. şal II; köl baka: kurbağa; köl buu: hastalar için yapılan basit sıcak banyo; 2. Issıkköl gölü; 3. Issıkköl vadisi; 4. bent, baraj, havuz.
kölbö- deprenmek, bir yandan bir yana sallanmak; töö kölböp catat: dişi deve (doğururken) sallanıyor; kumğa kölböp catat: kumda ağnıyor.
kölböörü- geniş olmak (başlıca, şalvar hakkında).
kölböörüt- et. kölböörü’den; şımın kölböörütüp cüröt: bol şalvarıyla geziyor.
kölböt- salınmak, ağır ağır sallanmak.
kölçöñdö- bir kocaman şeyin hareket ettiği gibi hareket etmek, yürümek; kölçöñdöp coñ ötük kiyip alıptır: kocaman çizme giymiş.
kölçöñdöt- et. kölçöñdö-’den.
kölçöy- kocaman ve biçimsiz olmak (çizmeler hakkında).
kölçöyüñkü bir parça biçimsiz, biraz büyük (çizmeler hakkında); kölçöyüñkü tartkan ötüktü kiydi: kocaman ve biçimsiz çizmeleri giydi.
kölçük küçük göl, gölcük; su birikintisi, çöngül.
köldö- mebzûl olarak akmak, bol olmak; ayran köldödü: ayran çok oldu; közümdün caşı köldödü: iki gözüm iki çeşme.
köldölöñ I, kuzu postlarından sergi. II, enine olan, arzanî.
köldöt- bir şeyi bol vermek yahut üretmek; tamaktı köldötüp saldı: nevaleyi bol bol verdi; köldötüp çoñ toy kılıştı folk. : muhteşem bir ziyafet çektiler.
kölkü- 1. dalgalanmak; gul-gul etmek (mes. bir tulumdaki mayi) ; ötügümdün içi kölküldöp tolup ketti: çizmenin içine su dolmuş.(o kadar, ki gul- gul sesleri çıkarmaya başladı).
kölküldök 1. titreyen, bıngıldayan (mes. pelteden daha mayi olan nesne hakkında) ; 2. mec. değişken (devamsız, kararsız); köküldök turmuş: çok değişiklikler (takallüpler) ile dolu hayat.
köküldöt- et. köküldö’den.
kökült- et. kölkü-’den.
kölmö durgun su, durgun suyun irkileceği yer.
kölmök = = kölmö.
kölmöktö- bol olmak (mayi hakkında); közdön kölmöktöp caş aktı: gözden bol- bol yaş döküldü.
kömököy 1. dilcik; kömököy kelse, til kelbeyt: söylemek isteniyor fakat korkuluyor; 2. kad. dil.
kömöldürük göğüslük, sinebent (eyer takımının aksamından).
kömölön- tersine çevrilmek, tepetaklak olmak, yüzükoyun düşmek.
kömölönt- taklak attırmak, devirmek, ayaktan yere çalmak.
kömölöt- tersine çevirmek, taklak attırmak, yüzükoyun düşürmek; batkakka kömölötö tepti: öyle bir tekme attı, ki öteki yüzükoyun çamura düştü; kömölötö sayıştı folk. öyle dövüştüler, ki taklak atıyorlardı.
kömörö : kömörösünön yahut kömkörösünön: yüzü koyun, yüz aşağı; bala kömörösünön catat: çocuk yüzükoyun yatıyor; kazan kömörösünön catat: kazan çevirilmiş yatıyor; kömöröbüzbön: (biz) yüzü koyunuz; kömkörö eer: bir çeşit eyer.
kömürül- mut. kömör-’den.
kömör- = = kömkör- .
kömöştan = = kömöçtön.
kömöy = = kömököy.
kömül- gömülmek, defnedilmek.
kömült- et. kömül’den.
kömülüş- müş. kömül-’den.
kömür kömür, taş kömür: maden kömürü: kömür öçür- : kömür yakmak (imal etmek).
kömürçü kömürcü.
kömürçülük kömürcülük.
kömürkana k- f. ateşçi yeri, ocak dairesi.
kömürköy kunduracı aletlerini koymak için dört kenarlı kutu.
kömüskö hayal meyal gözüken, bir nesnenin hayal meyal gözüktüğü yer; kömüsködön körböy kalğandırsıñ: açık gözükmediğinden dolayı görmemiş olacaksın; biz kömüsköde kalıp kaldık: biz gölgede kaldık (yani görülmedik, bize kimse dikkat etmedi).
kömüsköçö = = kömüskö.
kömüskölöt- karatmak, müphem bir hale koymak; kömüskölötüp süylö- : müphem, gayri vazıh söylemek.
kömüş gömme, defneyleme.
kömütkö kuytu gizli yer, saklanmak gizlenmek için elverişli yer.
köndüm mutat, sürekli, adet, itiyat; kördüm ooru: sürekli hastalık, müzmin hastalık; murunku köndüm cerlerinden izdep kaldı: eski mutat yerlerden aradı.
köndümüş = = köndüm; köndögü köndümüş kiyizdi caya saldı: her gün serdiği keçeyi serdi; sözdörü kulakka siñip, ködümüş bolğon: sözleri kulağa sinerek, alışılmış oldu; bul işke al başınan köndümüş bolğon adam: bu işe o, öteden beri alışmıştır.
köndür- muvafakat ettirmek, uzlaştırmak.
köndürüü işs. köndür-’den.
köñ gübre, tezek; çım köñ yahut cer köñ: bataklıklardaki çürümüş bitki kökleri, ki yakacak yerine de kullanılabilir, turp kömürü (bk. çım I).
köñdöy boş, kof.
köñdöylö- boşluk, boş saha meydana getirmek, teşkil etmek; nayza kirip içine, köñdöylöy kirip kılaptır folk. : süngü karnına saplandı ve delik açtı.
köñkö I, yahut köñkö tokoy: içinden geçilmez sık orman. II, r. es. “konka” : atlı tramvay.
köñkü (destanda) pek çok, hesapsız.
köñsömök = = çıptama.
köñtör- 1. tersine çevirmek, devirmek; 2. alt- üst etmek.
köñtörül- 1. tersine çevirmek, devrilmek, içi dışına gelmek; 2. alt- üst olmak.
köñülsüzdük 1. neşesizlik; 2. ihmalcilik. 3. kullanılan ve emzikli olan küçük kova; könök baş: kurbağa yavrusu; könök- könçök bk. könçök.
könügüü 1. işs. könük- ’ten; 2. idman, temrin.
könük- alışmak, adet edinmek.
könüm adet, itiyat.
köö yahut kara köö: kurum, is; kömür köösündöy karañğılık: zifirî
könöçö deve derisinden yapılmış olan gerdel.
könök deve sağaraken gerdel olarak karanlık.
kööar = = köör.
köödö f. = = köödök: baarısı köödö caş bala folk. : hepsi anlayışsız genç çocuklardır.
köödök f. kavrayışsız, safdil, boşboğaz, zevzek.
köödön f. göğüs, gövdenin üst kısmı, büst, beden, vücut; köödöndö bütün köynök cok: bedeninde bütün giyim yok, hepsi yırtık; ala köödön 1) güçlü- kuvvetli ve cesur, fakat ahmak adam; 2) boşboğaz: köödön kötör- : kibirli ve mağrur olmak, azamet satmak; köödön söögü: göğüs kafesi (cevfi sadr).
köödönsüz ahmak.
köökör kımız için kullanılan ve deve derisinden yapılan kap.
köökördö- tahrik etmek, uyandırmak; kanın köördöp: hayatını tehlikeye koyarak.
köölgü- 1. tamamiyle sâkin olmak, üstün sükûnete malik olmak; köölgüp catgan tınıçtık… mıdır etken tabış cok: üstün bir sükûnet… çıt yok; 2. gönüle hoş gelecek tarzda geniş ve ferah olmak; köölgügön ton: bol ve iyi kürk; 3. bol elbise giymek; çapanın celbegey camınıp, köölgügön zayıp olturat: geniş çapanına bürünerek bir kadın oturuyor.
köönö f. köhne, eski, kadim; köönö kiyim: köhne giyim.
köönök (Rad. ) = = köynök.
köönöl- = = köönör- .
köönör- 1. eskimek, köhneleşmek; 2. kocamak, ihtiyarlamak (ve hayattan tecrübe edinmek) ; köönörgön, köptü körgön kişi: ihtiyar ve görmüş- geçirmiş adam.
köönört- eskitmek.
kööp köp- III’ ten gerundif.
köör f. inci, gevher, zikıymet taş; koş kolu kol maşiyne köörün tökkön: o kadının eli el (dikiş) makinesini meharetle idare ediyordu; kolunan köör tögülgön usta: (elinden gevher dökülen usta) eli uz kimse.
köörçök çobanlara yiyecek olan süt ürünü (mahsulü) (bir mikdar kımız karıştırılmış olan koyun yahut keçi sütü) .
köp I, kök sözünün takviye ekidir; köp- kök: göm- gök, yem- yeşil, mas- mavi. II, 1. çok, kalabalık; köptön köp: pek çok; köp baatırdan coo ketet, köp çeçenden doo ketet ats. : “yedi kadının çocuğu kör” (harf. : bahadırlar çok olursa, düşman yakayı kurtarır, söz ustası çok olursa dâva kaybedilir) ; köbün ese, bk. ese; köptön kiyin: çok zaman sonra; köptö: epey zaman geçince; köptö barıp uktadı: epey zaman geçince; gitti ve uyudu; köpkü yahut köpkö çeyin: uzun zaman için; köpkö toktodu: uzun zaman için durdu, durakladı; köpkö oylonup: uzun zaman düşünerek; köp miñdegen: binlerce; köp milliondoğon: milyonlarca; 2. (halk) kütlesi; köpkö tüş- : (bir fikir, akıl karar verilmesini isteyerek) kütleye, cemiyete, kollektife başvurmak; köp paydasın oylo- : cemiyet, kollektif menfaatını düşünmek.
köp- III, 1. kabarmak, şişmek; 2. burun şişirmek, kurulmak, farfaralık etmek, caka satmak; caman uul atası ölgöndö köböt ats. : kötü evlât babası ölünce kabarmaya, kurulmaya başlar; murdunan köpkön: burun şişiren, kibirli.
köpçük eyerde yastık yerini tutan döşek.
köpçül (özümçül’ün karşıtı olarak) kollektif yaşayış taraftarı olan; estüü köpçül, eselek tuuğançıl ats. : akıllı cemiyete temayül gösterir, ahmak ise – akrabaya.
köpçülük halk kütlesi, cemiyet, topluluk; köoçülükkö paydaluu emgek: topluluğa faydalı emek; köpçülük işi: kütlevî iş.
köpölök 1. kelebek; 2. küçük cins kelebeklerin genel adıdır (karş. kaldırkan) ; cetim köpölök yahut şaytan köpölök: (kelebeğin halk ağzında kullanılan adı olsa gerektir; çünkü burada bu kelimenin karşısındaki rusça “motılyok” sözü kelebeğe halk tarafından verilen isimlerden başka bir şey değildir; M.) ; çar köpölök aylan- : (topaç gibi) çok hızlı dönmek.
köpös köpöş, (r. “kupest”) tacir, tüccar.
köpsün- kendisinsn çok taraftarı bulunduğunu sanmak ve bundan dolayı, caka satmak ve övünmek.
köptö- çoğalmak, miktarca artmak, top halinde iş görmek; köptöp ceñip ketti: toptan, hep beraber hareket ettiklerinden galebe çaldılar.
köptük 1. çokluk, kalabalık; bul mağa köptük kılat: bu benim için çoktur; 2. gram. cemi.
köptür- et. köp III’ten; taruu köptür-: darıyı ıslatarak şişirmek; anı dünüyö köptürdü: dünya malı, servet yüzünden burun şişirdi (harf. : onu zenginlik şişirdi ) .
köpüröö köprü; kıl köpüröö mit. “kıl köprü” : cehennem üzerindeki köprü (o, kıldan ince, kılıçtan keskindir) .
köpüyö kon. = = kopiya.
kör I, f. kör, ama; kör ayğır mec. : beceriksiz, hımbıl. II, f. mezar, kabir; kör oozunda: kabir yakasında (ölüm döşeğinde) ; kördöy: siyah, siyahlık; kördön suurup, körgö salıp tildeptir: alabildiğine sövüp- saydı (harf. : mezardan sürükleyip çıkarak, mezara yeniden koyarak küfür etti) ; körbögönü kör boldu: görmediği kalmamış, görmüş- geçirmiş (harf. : o yalnız kabiri görmemiş) ; atañdıñ (veya atañ) körü!: sövme tabiridir (harf. : babanın kabri) ; körü küysün! söv. : kabri yansın! ; meni kör cerge cumşay beret: beni her işte kullanıyor, benden hıncını çıkarıyor; kayda barsa da, Mamaydın körü: nereye gidersen Mamayın kabrine rastlarsın; kör bayge: ölüyü hatırlama dolayısiyle tertip edilen at koşuları; teltoru attı berbeymin, kör baygege çarptıram folk. doru atı vermiyorum, ben onu yoğaşı koşusunda koşturacağım; kördön çığa kalğanday: (kabirden çıkıvermiş gibi) ansızın, birden- bire.
kör- III, 1. görmek; körö alboo: kin, husumet; uyku körböyt: uyku görmüyor (uyumuyor, uyumak imkânını bulamıyor) ; körbös töönü körböyt ats. : görmiyen deveyi bile görmez; “kördüm” degen köp söz, “körbödüm” degen bir söz ats. : “ gördüm” demek – çok sözdür, “ görmedim” demek ise – bir sözdür (göreni çok soruşturuyorlar; görmedim diye cevap ise, soruşturmalardan kurtulmuş olur) ; cakşı kör- : birisine karşı teveccüh veya sevgi beslemek; caman kör- : sevmemek; nefret etmek; maakul kör- : tasvip etmek, onamak; bala kör- : çocuk sahibi olmak; körgön ene: öz anne; körgön eneñ men edim, kötörgön eneñ Akkanış folk. : öz annen bendim, bakan annen ise Akkanış idi; baydañdı körbödüm: senin hayrını görmedim; 2. görmek geçirmek; körbögönü kalbağan: başından geçirmediği şey kalmamış, görmediği kalmamış; men erte körö cürgön kişimin: (ben) bunu daha evvel geçirmişim; bu iş, benim için ilk başıma gelen şey değildir; 3. bir şey saymak, bir şey yerine kabul etmek; köp kör- : çok görmek; çok saymak; az kör- : az görmek; kifayetsiz saymak; mingeniñ cakşı at bolso, alıstı cakınday kör ats. : bindiğin iyi at olursa, uzağı yakın gör! ; atımdı at körböyt: benim atımı at yerine koymuyor; 4. (önce gelen ablatif ile) ( birisini, bir nesneyi) kabahatlı, müsebbip saymak, senden gördüm, seni kabahatlı saydım; caman katın başın cuubay, bitten köröt ats. : kötü karı başını yıkamaz, biti kabahatlı çıkarır; 5. (önce gelen geçen zamandan gerundifi ile birlikte) denemek, sınamak; kılıp kör! : deneyip bak! ; kötörüp kör! : kaldırıp bak! ; 6. (önce gelen hal zaman gerundifi ile ise, emrin kesinliğini yahut ricanın kuvvetini ifade eder) : körgözö körgün közümö folk. : onu gözümün önüne getir! ; kara narğa cüktöy kör! folk. : onu kara deveye yüklet! belinen karmap büktöy kör! folk. : belinden kavrayıp bük! ; mine kör! : al da, bin! ; cinime tiye körbö! : sakın beni kızdırma! .
kördük körlük.
kördür- göstermek; kördürömün dep alıp ketti: göstereyim diye aldı, götürdü.
körgülük : munuñdu koybosoñ, menden körgülüktü körösüñ: eğer bundan vaz geçmezsen, benden görmediğini göreceksin; körgülüktü dal seniñ dosuñ körsötüp catat: asıl senin dostun can sıkacak işler yapıyor.
körk = = körük I.
körkoo f. 1. çakal; 2. mit. cadı, koncolos.
körköm güzel, san’atkârane.
körkömdük güzellik; san’atkâranelik.
körktöl- güzelleşmek, şirinleşmek.
körktüü = = körüktüü.
körktüülük = = körüktüülük.
körkü moğolca selâm sözüdür, ki yalnız Destanda rastgelinir.
körmöksön görmemezlikten gelmek; körsö da, körmöksön bolot: görse de, görmemezlikten geliyor.
körmüş (görülmesi kabil olup da, duyulması mümkün olmıyan) yenilik, yeni şey; uktuñ bele ukmuştu? kördüñ bele körmüştü folk. yeni haber duydun mu? , yeni şeyi gördün mü?
körnök levhâ, tabelâ.
körö (önce gelen ablatif ile) nisbeten; … olacak yerde… ; andan körö mektepte bar: bunun yerine (bunu yapmaktansa en iyisi) sen mektebe git!
körögöç iyi gören; uyanık.
körögöçtük uyanıklık; göregenlik.
körök = = körökçö.
körökçö : bul körökçö yahut mından körökçö (memnuniyetsizlik ifade ederken) eğer böyle olursa, böyle olmaktansa daha iyi; bul körökçö kelbey ele koysomçu: o halde en iyisi ben gelmiyeyim.
köröñgö kımız mayası.
köröñgölüü mayalı (kımız hakkında) köröñgölüü kımız: bol kımız.
körsöt- 1. göstermek; 2. birisine yahut bir nesneye karşı bir şey izhar eylemek: zapkı körsöt- yahut zobun körsöt- : birisini hor görmek, tezlil etmek, tazyik ve zulüm etmek.
körümdük yeni doğan çocuğu (karş. centek) yahut güveyin köyüne gelen gelini görmeye gelenler tarafından getirilen yiyecek yahut hediye.
körün- görünmek, görünür olmak, gözükmek; emine körünböy kettiñ? : neden görükmez oldun? neden çoktan görünmüyorsun? ; biröönün katını biröögö kız körünöt ats. başkasının karısı kız gibi görünür.
körünö 1. ayan, zahir, açık, aşikâr; körünö dalil: açık delil; körünö al- : açıkça almak; abıdan körünö boldu: tamamiyle vazıh oldu; 2. zahiren, görünüşe göre, resmen; men körünö konok eesi bolğonum menen, konok kamın Saadat kördü: resmen ben ev sahibi olmamla beraber, misafirlerle Saadet meşgul oldu.
körünöö = = körünö.
körünt- et. körün- ’den.
körünüktüü görülen, gözüken; közgö körünüktüü: göze gözüken; körünüktüü iygilikter: göze görünen başarılar.
körünüş I, manzara, perde (piyeste) ; zuhurat.
körünüş- II, müş. körün- ’den.
körünüü işs. körün- ’den.
körüstön f. mezarlık, kabristan.
körüş- biri- birini görmek, karşılaşmak, selâmlaşmak; koş koldop körüş- : her iki eli verek selâmlaşmak; ölbögen körüşöt ats. hayatta olanlar biri- birileriyle görüşürler; aykalışıp körüş- : arka- arkaya durarak selâmlaşmak.
körüştür- et. körüş- ’ten.
körüü işs. kör- III’ten.
körüüçü temaşa eden, seyirci.
kösö- = = közö; menin töş etimdi kösöp öttü ele folk. : (ok) benim göğsümü delerek geçti.
kösöl = = közöl.
kösöm 1. koyun sürüsünde kılavuz vazifesini gören teke: kösemen; 2. rehber, kılağuz; köptü körböy, kösöm bolbos ats. : bir çok şeyler görüp geçirmeden kılavuz, rehber olunmaz; kösöm at: ayakları sağlam olan, yolunu şaşırmayan at.
kösöö I, ölçer, gelberi (ocaktaki ateşi düzeltmek için kullanılan değnek) ; körgön- körgönön kılat, kösöö- türtkönün kılat, ats. : gören gördüğünü yapar: gelberi dürttüğünü; kara kösöö: birnevi ekin hastalığı, yenürce illeti; kösöö kuyruk: kısa kuyruklu. II, köse, yüzünde tüyü, kılı olmıyan kimse; kösöönün akıllı tüştön kiyin ats. : kösenin aklı sonradan gelir (harf. kösenin aklı öyleden sonra) ; aldar kösöö: Kazah masallarındaki şahıslardan biridir, ki büyük kurnazlıklarla temeyyüz eder) .
kösöölön- kara kösöölön- : kurumla, isle örtülmek; pek fazla karamak.
köş I, f. et; kam köş, bk. kam I; ötük butumdu kızıl köş kılıp cooruttu: çizme etimde yara açılıncaya kadar ayağımı vurdu; açtan ölböyt, köştön kalbayt: şöyle- böyle (ortaca) geçiniyor. II: köş- köş! : deve puduğunu çağırmak için nida.
köşögö 1. perde, yeni evlilerin yahut genç karı- kocanın yataklarını başkalarınınkinden ayıran perde; 2. (piyeste) perde; tört köşögö: dört perdelik tiyatro temsili.
köşögölön- örtü ile örtülmek.
köşökör dalkavuk, yaltak.
köşökörlön- dalkavukluk etmek, yaltaklanmak.
köşölüñkü = = köşülüñkü.
köşönök (Rad.. V) = = köşögö I.
köşör- direnmek, inat etmek, karşı koymak, israr etmek.
köştük : kam köştük, bk. kam I.
köşö- tam bir rahatlık ve sukûnet içinde bulunmak, sukûnet bulmak, rahatlamak; köşüp uykuğa kirgen: dağdagasız uykuya dalmış.
köşülüñkü dağdagasız, rahatlık, tam sükûn; köşülüñkü tart- : rahatlık ve sükûnet içinde bulunmak.
köşüün sükûn, rahatlık haleti; köşüün tart- : rahat etmek, sükûnet bulmak.
köt 1. avm. kıç, geri kısım; koy kötünö saldı folk. : koyun gütmeye icbar etti; kötünön: onun peşinden, arkasıra; kötümön kele atat: peşimden geliyor (şimdi gelir) ; 2. göt, mak’at; közüm körbösö, kötümdü börü cesin ats. : isterse kıçımı kurt yesin, gözüm görmezse zarar yok (kaygısız adam söylüyor) ; köt kıs- : yelkenleri indirmek, sükûnet bulmak; kötöñdü kıs! ; rahat otur! sus! ; kötü kıska: (götü kısa) hiç bir türlü kesin karar vermiyen kimse; kötünö kıspayt: on paralık kıymet vermiyor; kötünö ketençiktey baştadı: kıçın- kıçın gitmeye başladı; 3. tenasül aygıtları (erkeğin ve kadının) ; 4. kuvvet, kudret, cesaret, becerik; köttü sağa kim berdi? : sana bu cür’ et nereden geldi? bu hakkı nereden aldın? ; kötü kança! : cür’et edemez! nasıl cür’ et eder! ; kuday kulum dese, bayğambar ümbötüm debey, kötü kança! ats. Tanrı kulum derse, peygamber ümmetim değil demeye nasıl cesaret eder? ; kötü çak, yahut kötü çaktuu: daha toydur, eli kısadır, gücü yetmez; 5. kötü boş: karamuk (bitki) .
kötkü arkadaki; kötkü but: art ayak; kötkü kaş: eğerin arka kaşı; acıraşar tamır eerdin kötkü kaşın surayt ats. : ayrılmak isteyen ahbap eğerin arka kaşını (bile) ister.
kötön mak’ at, dünür, göden, kalın bağırsak; kötönü tüşkön ayuuday bakırat: kalın bağırsağı düşmüş ayı gibi bağırıyor; somoorduñ kötönü: semaverin alt deliği; kara kötön (çocuk oyunlarında) kur’a çekme 1) değnek üzerinde; kara kötön karma- : kur’a çekişmek; 2) üç tane kibrit üzerinde (bir kibritin ucu yakılmış olur) ; may kötön: (yağ göden) (çocuk hakkında) uğurlu (talih, saadet getiren; öyle bir çocuk, ki doğduğu günden itibaren babasiyle annesinin hayatında iyiliğe doğru bir değişiklik hasıl olur) ; kuu kötön: (kuru göden) (çocuk hakkında) : şanssız, talihsiz (may kötön’ ün karşıtı) .
kötör- 1. kaldırmak; bala kötör- :çocuğa dadılık etmek; kötörgön ene: çocuğu karnında taşıyan, doğduktan sonra ona dadılık eden kadın; attan kötör- : (bir hürmet eseri olmak üzere) attan indirmek; köñül kötör- : neşelendirmek, gönül açmak, sevindirmek; kol kötör- : (el kaldırmak) açık surette rey vermek (karş. : dobuşka saluu: bk. dobuş maddesinde) ; kol kötörgö sal- : açık surette reye koymak; üy kötör- : bk. üy; 2. katlanmak, dayanmak; al oyun kötörböyt: o, şaka kaldırmıyor, lâtife kabul etmez; zakun kötörböyt: (bunu) kanun kaldırmıyor, kanuna aykırıdır; bazar kötörböyt (bu fiatça) piyasaya uymuyor; tentektigiñdi kötörböyt: senin hoppalıklarına tahammül etmiyor.
kötörüm götürüm, tahammül ve hürmet (mes. başkalarının mutalâalarına ve tenkitlerine karşı) .
kötörümdüü götürümlü ve hürmetkâr olan; söz kötörümdüü: kendi hakkındaki mütalâalara tahammül eden ve şakaları kaldıran.
kötörüñkü kalkık; köönüm kötörüñkü: neşe ve sevinç içindeyim, canlı ve neşeliyim, keyifliyim, şenim; kötörüñkü baa: yüksek fiat; baası kötörüñkü: fiatı (bir parça) yüksek.
kötörüş I, kaldırma, çıkarma.
kötörüş- II, hep birlikte kaldırma, kaldırmaya yardım etmek; mağa kötöşürüp ber! : bana kaldırmaya yardım et!
köttük kuskunun doğrudan- doğruya kuyruk altına gelen kısmı.
köy I: emgek köy: çalışkan; köy külük: tanınmış, sivrilmiş koşu atı; köy başka: başkalarından iyi vasıflarıyla ayrılan, bir çoklarının arasında sivrilen (mes. : pehlivan, hazır cevap, iyi hatip) . II = = kör; II; ata köyü! : vay, kahrolası!
kötkap f- a. mit. yer küresini çevreleyen dağlar: Kuhi, Kaf, Kafdağı.
köyköl- titremek, oynamak (mes. : civa hakk.) ; ağır akmak (koyu, pıhtılaşmış bir şey hakkında) ; korğoşunday köykölüp: (eritilmiş) kurşun gibi, bir yandan bir yana akarak, oynayarak; köygölgön cer: iyi otla örtülen düz mahal; köykölö basat: süzülerek yürüyor.
köykölt- et. köyköl-’ den.
köykölüş- müş. köyköl-’ den.
köynök gömlek; kadın elbisesi, entarisi; kırk köynök: çocuğa doğduğundan kırk gün geçtikten sonra giydirilen gömlek; kök köynök: 1) sığır hayvanı yumrucağı, taunu; 2) sığır hayvanlarına tevcih edilen ilenç sözü; köynök- könçök bk. könçök 3.
köynökçön tek bir gömlek giyinmiş halde (üzerine hiçbir şey giymeksizin) yahut yalnız entari giymiş halde.
köyröñ övüngen, farfara.
köyröñdük övüngenlik, farfaralık.
köyröñsü- övünmek, bir parça övünmek.
köyüt- oyalanamak; bir mevzuu uzaklaştırmak maksadiyle lakırdıya tutmak.
köyütüş- müş. köyü-’ den.
köz 1. göz; közdün karası: göz bebeği; közdün ağı: göz akı; közünün ağı menen karadı: göz akını döndürerek baktı; közmö- köz: karşı- karşıya, şahsan, muvaccetten; anı menen közmö- köz süylöştüm: onunla şahsan konuştum; közünçö: göz önünde; kendisinden saklamayıp; köz körünö: göz göre, açıkça; közüñö kara! : gözlerinle bak! , önüne bak! ; oñ közü folk. :onun sağ eli; köz coosun al- : nazarı okşamak; kolhozdun malı köz coosun alğanday şay boldu: kolhozun hayvanları öyle bir intizama konmuştur, ki insanın nazarını okşuyor; köz kıs- : göz kıpmak; közü tik: keskin bakışlı; köz karaş: bakış, görüş, noktai nazar; köz sal- : gözlemek, bakmak (itina etmek), gözetlemek; men ölsöm, menin eneme köz sal! : ben ölürsem, benim anneme bak! ; köz bol: göz- kulak olmak; atıña köz bol! : atına dikkat et! ; özün köz kılıp turup: kendisinin huzurunda, kendisinin şahsan göreceği tarzda yaparak; közgö basar: göze çarpan, dikkati çeken, göz alıcı nazara hoş gelen; közgö basar calğız boz üy cok ele: göze çarpacak tek bir beyaz ev yoktu; közü cetti: kanaat hasıl etti; közü cetet: onun için vazıhtır; közü cetpeyt: emin değil, kani değil; köz cetkirbey: tamamiyle emin olmıyarak; köz menen bolcop: göz kararıyla ölçerek; köz cum- : 1) gözleri yummak; 2) (Abl. ile) : nihaî olarak vedalaşmak; Narınla vedaaştık, ondan vazgeçtik; köz cumdu: igfal, aldatma, kafese koyma; köz bayla- : göz boyamak: köz baylañan kez: alaca karanlık, akşam karanlığının çöktüğü zaman; köz baylanıp kalğanda folk. : alaca karanlıkta, akşam bastığında; eki közüm tört: dört gözle bekliyorum; közdön uç- : büyük, şiddetli arzu mevzuu olmak; balası közünön uçtu: çocuğunu sabırsızlıkla bekliyor, oğlunu özlüyor; közümön uçtuñ: pek fazla seni göreceğim geldi; tarbız közünön uçtu: canı karpuz istedi; köz art- : göz atmak, göz dikmek; çolokko köz artıp kalğan: lâgar beygire göz dikmiş; közü öttü: 1) öldü; 2) hırsla bakıyor, gözleri parladı; cakşı kitep körsöm, közüm ötöt: iyi kitap görürsem, gözlerim parlıyor; kursağı aç kişi tamaktan közü ötüp turat: karnı acıkmış olan adam yemeğe hırsla bakıyor; közüm toydu yahut közümdün kurtu öldü: gördüm ve tatmin edildim; köz booçu: göz boyayan; közü açık: 1) gözü açık; 2) açık göz, basiret sahibi, açık gören; 3) doğru düşünen; köz açık öt- : hayatını arzu ettiğine ermeden geçirmek; közü açık öttü: iyi hayat görmeden arzularına ermeden öldü. gözü arkada kaldı; (3 üncü şahsın bitişik zamiri birinci şahıslar için de muhafaza olunur) ; dünyödön közü açık ötömbü- ay? : bana hayatımı rahat yüzü görmeden geçirmek mi mukadderdir? ; közü vok: hazır bulunmıyan; közü cokto yahut közü cok cerde: gıyaben, onun gıyabında; aç köz: aç gözlü, tamahkâr, haris; közümdü açkandan: doğduğum günden beri; balık köz: altın veya gümüşten ince pul; sorponun balık köz mayı bar: çorbanın üstünde pul, pul yağ var; közü kızarıp ketti yahut közü kızıl boldu: kibirlendi; köz çaptır- : gözden geçirmek; közüñ akkır! : gözün çıksın! ; közün kara- : birisine tabi ve ona bağlı bulunmak; köbü alardın közün karaşat: birçokları onlara tabidirler; köz akı, bk. akı; köz karandı, bk. karandı; köz karandılık, bk. karandılık; körör köz: görüp doyulmaz, gözümün içi; közünön çıksın! : kahrolsun! ; közgö atar: iyi nişancı; 2. delik, ilmik; iyneniñ közü: iğne gözü, deliği; iynenin közündöy ğana cumuş kalğan: iğne gözü kadar ancak (yani gayet az) işi kalmış; kurcun közü: heybedeki ilmik; kurcun közü nan aldı; hurcun ilmiğine kadar doldurup ekmek aldı; 3. heybenin bir gözü; kurcunumdun eki közü teñ şıkay tolup çıktı: heybenin her iki gözü ağızlarına kadar dolu; 4. kaş (mes. , yüzükte) ; 5. tuzak ilmiği
közdö- bakmak, gözetlemek, istikamet almak, hedef edinmek; kompartiya köpçülükten talamın közdöyt: komünist partisi kütlenin menfaatını müdafaa ediyor; Karakol közdöy; Karakola doğru yönelerek; közdögön maksat: göz önünde tutulan maksat; mal közdö- : hayvanlara bakmak.
közdön- (birisine yahut bir nesneye) gözce benzemek; kılmışker közdönüp turasañ ğo, emine üçün moynuña albaysıñ? : cani olduğun gözlerinden belli, o halde niçin itiraf etmiyorsun? ; ürkkön töö közdönüp: gözleri ürkmüş deve gözüne benziyerek (fena halde korktuğunu gözlerinden belli ederek) .
közdöö işs. közdö-’ den.
közdööçülük gözetleme.
közdöş- müş. közdö-’ den.
közdöt- et. közdö-’ den.
közdüü gözlü; börü közdüü: kurt gözlü; tik közdüü: keskin ve nafiz nazarlı, dik gözlü.
közkarandı bk. karandı.
közkarandılık bk. karandılık.
közö delmek, delik açmak; közöy tiy- : delip geçmek, bir yandan öbür yana delik açmak.
közöl güzel (erkek veya kadın) , dilber.
közöm = = kösöm.
közömçü = = közömöl 1.
közömöl 1. iyi müşahade eden; basiret sahibi; iyi gören; 2. müşahade, nezaret.
közönök delik, ilik (düğme için açılan yarık; karş. topçuluk) .
közöö 1. delme; 2. küçük ve yuvarlak delik.
közööç marangoz kalemi.
közöt- et. közö- ’ den.
közük- gözükmek, belirmek.
közüktür- gözükür hale koymak; meydana çıkarmak.
közüktürüü meydana çıkarma.
közür r. “kozır” : (kâğıt oyununda) koz.
krahmal r. kola.
kray r. eyalet, ülke (idarî birlik) ; kraydı üyrönüü: ülkeyi tetkik; kraydı üyrönüüçü: ülkeyi tetkik edici.
kraylık ülkelik, ülkeye mahsus; kraylık gazeta: ülkelik gazete.
kredit r. kredi, itibar.
kreditor r. ödünç para veren, alacaklı.
krepis (r. “krepost”) kale.
krepostnoy r. tar. köle gibi çalıştırılan rençper.
kreyser r. kruvazör.
kritik r. münekkit.
kritika r. tenkit.
krizis r. buhran, kriz.
krujok r. mahfil, dernek.
kruu : kruu- kruu! kısrak ve tayları çağırma nidası.
ku : ku- ku! doğanı çağırma nidasıdır.
kub r. mikâp.
kuba I, beyaz, soluk, sarışın; kuba it: beyaz köpek; (köpek hakkında ak it denilmek münasip görülmüyordu) ; kuba cigit: sarışın delikanlı; kuba şamal: kuru rüzgâr. II = = kıba.
kubaakay soluk (beniz hakkında).
kubaar ceddi alâ, ecdat.
kubakay = = kubaakay.
kubala- kovalamak, takip etmek.
kubalaş- birbirini kovalamak; birbirini takip eylemek.
kubañda- 1. soluk benizli, bitkin bir halde bulunmak; kubañdağan kara sur bulut: seyrek koyu boz bulut; 2. oynak, şuh olmak: (başlıca, soluk benizli çocuklar hakkında) .
kubanıç sevinç, kıvanç.
kıbanıçtuu sevinçli; kubanıçtuu köñül menen: sevinç duygusu ile, heyecanla.
kubattooçu taraftar, lehte (müdafaa ederek) söz söyliyen.
kubatuu kuvvetli, enerjik, gayretli.
kubometr r. metre mikâbı.
kubul- değişmek, tahavvül etmek, kararsız, devamsız olmak, renkten renge girmek, yeni bir şekle girmek; köl beti tümön kubulat: gök yüzü renkten renge giriyor.
kuçkaç kuşcağız; kara kuçkaç: sığırcık kuşu (siyah) .
kuçunaş peygamberlik eden, peygamberce sözler söyliyen, kehanet eden.
kuda dünür; kuda bol- : çocuklarının yahut akrabalarının evlenmesi vasıtasile akraba olmak; kuda tüş- : kız istemek; dünür olmak; kuda tüşür: dünürler göndermek; kuda başı: baş dünür; kayçı kuda; “çapraz” dünür (iki aile kızlarının oğullarına karşılıklıca vermek suretiyle dünür olunduğunda) ; bel kuda tar. : henüz doğmamış çocuklarını nişanlıyan baba ve anneler (daha ziyade babalar) .
kudaça (krş. kudağıy) : güveyin ve gelinin genç kadın akrabası.
kudağıy gelinin ve güveyin anneleri ve onların yaşlı kadın akrabaları.
kudalaş- çocuklarını yahut akrabalarını evlendirmek suretiyle akraba olmak; eki cakşı bir caylooğo çıksa, kudalaşıp tüşöt, eki caman bir caylooğo çıksa, kubalaşıp tüşöt ats. : iki iyi adam bir yaylaya çıkarlarsa, dünür olarak dönerler, iki kötü adam bir yaylaya çıkarlarsa birbirini kovalayıp dönerler.
kudalaştır- dünür yapmak.
kudalaştıruu dünürleştirme, iki kişiyi birbirine dünür yapma.
kudalaşuu işs. kudalaş- ’ tan.
kudalık 1. dünürlük; 2. kız isteme.
kudanda I, dünür, sıhriyet akrabası.
kudanda- II, dünür olmak, (çocukların evlenmesi vasıtasiyle) akraba olmak.
kuday f. Tanrı, Huda; kudaydı karap ayt! : vicdanınla söyle! bu gibi şeyleri söylemeye utan! ; kudaydı karap iş kıl: vicdanınla hareket et; kudaydı karabay ele kalp ayta beret: vicdansızca yalan söylüyor; kudayıña işenseñ, cöö kalasıñ ats. : Tanrıya güvenirsen, yaya kalırsın.
kudayçıl müttaki; Allaha tapan.
kudayı f. es. Allah rızası için çekilen ziyafet; kudayı konok: Tanrı misafiri, çağrılmayıp da, tesadüfen düşen konuk.
kudaysı- aşırı derece gururlanmak.
kudaysız Allahsız.
kudaysızdık Allahsızlık.
kudu I, f. tıpkısı, aynı, tam; kudu ele özü: tam kendisi, noktası- noktasına o.
kudu- II, ok gibi aşağıya doğru atılmak (yırtıcı kuş hakkında) ; biyikten tömöngö kuduğan kıraanday: kapıcı kuşun yukarıdan aşağıya atılması gibi.
kuduk kuyu.
kudum = = kudu I: kudum caş baladay ıyladı: tıpkı küçük bir çocuk gibi ağladı.
kuduñ : kuduñ- kuduñ etip, süyünüp ketti: aşırı derecede sevildi.
kuduñda- aşırı derecede sevinmek.
kuduret a. kudret; too kuduret: bir kuş adıdır.
kudut- et. kudu- II’ den.
kuk kuzgunun sesini taklittir; “kak!” etken karğa koybodu, “kuk!” etken kuzğun koyboldu folk. : “kak” diye bağığğran kargayı bırakmadı, “kuk” diye bağıran kuzgunu bırakmadı.
kul 1. köle; kul kıluuçu: köle eden, köle yapan; erte süylögöndün kulu mec. : “acem kılıcı” yaltak, dalkavuk; cakşı bolso – biyden, caman – bolso – kuldan ats. : iş iyi çıkarsa, beye isnat edilir, kötü çıkarsa kuldan görülür; kulda kulak cok oturdu: işitmiyen köle gibi oturdu (onu sövüp- saydıkları halde) sesini çıkarmadı; kul- kutan tar. küç. avam takımı; 2. mec. = = bende.
kula I, 1. kula (at donu) ; ala- kula bk. ala I; kula ceerde: 1) koyu- kula 2) aşırı derecede kızarmış olan; kula ceerde bolup oturat: ıstakoz gibi kızarıp oturuyor (çakır- keyif adam hakkında) ; ak kula 1) beyaza çalan kula; 2) bahadır Manas’ ın atının adıdır; 2. es. ilk harmandan ruhanîlerin hissesine ayırılan kısım; 3. taş kula: dayanıklı, yiyecek hususunda kanaatkâr iş atı. II, yuvarlanmak, düşmek, yıkılmak; cardan kuladı: yardan düştü; oozunan kulağan koppoyt, butunan kulağan kobot ats. sözden yıkılan kalkmaz, ayakta duramayıp düşense, kalkar.
kulaalı ala doğan: Buteo ve Arehibuteo (ormanda yaşıyan yırtıcı kuş) ; ak kulaalı: bozkır ve ovada yaşıyan Circuz kuşunun erkekleri.
kulaç 1. kulaç; kulaç ur- : 1) geniş adımlarla sekerek koşmak (dört ayaklı hayvanlar hakkında) ; 2) kollarını geniş açarak ilerlemek (yüzücü hakkında); kulaç cayuu: iki kolu gereği gibi açma; 2. açılan iki kolun birinin ucundan ötekisinin ucuna kadar olan mesafe (uzunluk ölçüsü) ; kere kulaç: gerilmiş kulaç.
kulaçtuu filân kadar kulaç uzunluğunda; kırk kulaçtuu ukuruk folk. : kırk kulaç uzunluğunda olan kement.
kulağdar = = kulaktar.
kulak r. içt. köylerde başkalarını istismar eden ağalar sınıfına takılan bir lakaptır (“kulak” sözünün asıl manası “yumruk” demektir; M.) . I, 1. kulak; kulakka il – yahut kulak koy – yahut kulak sal- : söz dinlemek; kulağına ilgen cok: kulak asmadı; sözünö kulak salbay: sözüne kulak asmadan; sözümö kulak koyboyt: 1) benim sözümü dinlemiyor, 2) benim sözüme kulak asmıyor; kulak tür- : dikkatle dinlemek, kulak kabartmak; kulağımdı kesip bereyin: gözüm kör olsun (harf: kulağımı kesip vereyim) ; kulağı uzun: olup- bitenlerden haberdar olan kimse; uzun kulak: şaıyalara dayanan haberler; közü açılıp kulağı uzardı: gözü açıldı ve kulağı uzadı (daha iyi anlamaya başladı) ; kulaktın kurçun kandır- : büyük bir zevkle dinlemek; kulaktan ürk- : (yayıntıların, lâkırdıların tesiri altında) sebepsiz paniğe kapılmak; kündün kulağı: alâimisema; kızıl kulak: alır- satar, vurguncu, ihtikârcı, açık göz ve pişkin bezirgân; kızıl kulaktık: şimdi anılan sözden mücerret ismdir; kozu kulak: kuzu kulağı (bitki) ; at kulak: kuzu kulağının büyüğü; ayuu kucum; börü kulak: dik duran kulaklar, dik kulaklı (at) : ay kulak yalak: sığır kuyruğu otu: Verbashut şam kulak: (atın) dim-dik duran ince kulakları: şala kulak (at hakkında) düşük kulak; kalkan kulak: büyük yassı kulaklı; boorsok kulak: kısa kulaklı; kısa kulak sur kulak (at hakkında) : koşuya tamamile hazır bulunan ve hiçbir eksikliği olmayan; kulak boo: hamutun oklarla iğri ağacı bağlamak için kullanılan iki tane kalın kayış (koşum sırımı) ; tegirmendin kulağı: değirmen taşını kaldırmak ve indirmek için bir aygıt; çüçü kulak bk. çüçü I; 2. telli musiki aletinin kulağı; 3. kazanın kulpu; kırk kulak kazan bar eken folk. : kırk kulplu kazan varmış; daha ör. bk. kazan, kazançı; 4. (çakmaklı tüfekte) tetik. II, 1. sulama kanalının kolları; 2. akar su ölçü vahidi; kulak (yahut arıktın kulağın) bayla- : suyu sulanacak yerlere akıtmak; 3. değirmenin yedek oluğu. III, kon. (rusça “kulak”) ağa, mütagallibe.
kulakçın kulaklı kalpak.
kulakdar = = kulaktar.
kulakta- 1. kulağa yapışmak; at kulakta- : atın kulağına sarılmak; 2. dinlemek; eldin sözün kulaktayt: elin (başkaların) ne dediğine kulak veriyor.
kulaktaş I, kulaktan- kulağa konuşmak imkânını bulan, birisile kulaktan- kulağa konuşan; capanda uzun cığaç, üstü temir, astı taş, uçu Samarkan menen kulaktaş (bilmece) : çölde uzun direk, üstünde demir, altında taş, ucu ise, Semerkent ile kulaktan- kulağa konuşuyor (telgraf) .
kulaktaş- II, hep beraber dinlenmek; hep birlikte kulak vermek.
kulaktat- et. kulakta- ’ dan.
kulaktık I, kulak- III’ ten mücerret isim. II: kızıl kulaktık, bk. kulak I.
kulala- alala sözünün tekidir.
kulama mâil, yatık, çarpık.
kulan I, yabanî eşek; Prjevalskiy’ nin atı (*) ; kullandan soo: tam sihhatta, tamamiyle iyileşti; kulan öök bk. ökk; 2. = = kula I 1.
kulan- II, yuvarlanmak, düşmek (zahirî bir sebepsiz) ; toodan taş kullanıp ketti: dağdan taş yuvarladı.
kulduk kölelik, esaret, kölece itaat, tam mütavaat; kulduğum bar es. : ram oldum, boyun iğdim, teslim oluyorum; kulduk ur- yahut kulduk kıl- es. : itaat göstermek, tam muvafakat, tam itaat izhar eylemek.
kuldur kaldır sözünün tekidir.
kuldura- mırıldanmak, anlaşılamayan bir dille konuşmak; çocukça kekelemek.
kulğu- geviş getirmek.
kulğun (Rad.) çuha, yünlü kumaş; küröñçö atın mindi deyt. kulğun tonun kiydi deyt: diyorlar, ki: koyu al atına binmiş ve çuha giyimini giymiş.
kulğuna = = koton.
kulk I, a. hulk, seciye, gidişat; kulku caman yahut kulku buzuk: tabiatı fena, ahlâkı bozuk. II, bir mayiin “ğıl ğıl” etmesini taklittir; kulk ettir- : “ğılk” gibi bir ses çıkacak tarzda yutuvermek (birden devirmek) .
kulku (kulaktaki) kir.
kulkulda- hırsla bakmak, göz komak başkasının eşyasına göz dikmek.
kulpurun- mut. kulpur- ’ dan; 1. renkten- renge girmek; 2. hafif ve süzülerek dalgalanmak.
kult anî ve göz kıpınca ceryan etmiş bir hareketi ifade eden nida; kult etip: dakkasında; oozunan kanı kult etti: ağzından kan fışkırdı; kalt- kult et- : irkilmek.
kultivator r. toprağı işliyen, çifçi.
kultulda- 1. yaltaklanmak; 2. kurnazlık etmek, kavuk sallamak; kultuldap kaşkanı turat: kurnazlık ederek kaçmayı düşünüyor.
kultuldat- et. kultulda-’ dan.
kultuñda- içten bir sevinç duymak (içten bir şey düşünerek kıs- kıs gülmek).
kultuñdaş- müş. kultuñda- ’dan.
kultura r. kültür.
kultuy- (içten, izhar etmeksizin) pek memnun olmak.
kumalak yuvarlak (koyun yahut deve tezeği) ; bir kumalak bir karın maydı bulğayt ats. : bir tezek yuvarlağı bir tulum yağı berbat eder.
kumar I, a. çoşkunluk, kumar. II, a. 1. şiddetli arzu, ihtiras; kumar köz: ihtiraslı gözler, ihtiraslı gözlü; bak kumar bk. bak II; kumar kan- yahut kumar caz- : arzusunu yerine getirmek, tatmin edilmiş olmak; 2. âşık, vurgun; körbösöm da, Bököygö kumar bolup kaldım dep folk. : görmedimse de Bökeye tutuldum (âşık oldum) .
kumarçı kumarbaz.
kumarçılık kumarbazlık.
kumardan- şiddetli arzu etmek, müptelâ olmak.
kumardant- şiddetli arzu uyandırmak, müptelâ etmek.
kumarpoz a- f. = = kumarçı.
kumarpozduk = = kumarçılık.
kumay Vulturidae cinsinden kar kuşu, akbaba; 2. kumlu.
kumayık efsanevî bir köpektir (ki ondan hiçbir yabanî hayvan kurtulamaz) ; kuş törösü buudayık, it törösü kumayık ats. yırtıcı kuşların âmiri – buudayık (bk.) ; köpeklerin âmiri – kumayık’ tır.
kumda- kumdan ayıklamak (mes. hububatı) .
kumdak kumsal.
kumdaş- hep beraber kumdan ayıklamak.
kumdat et. kumda- ’dan.
kumdoo kumdan ayıklama.
kumduu kumlu.
kumğan 1. su kaynatmak için madenî çaydanlık; 2. ibrik.
kumpay itelgi (bk.) nevilerinden biridir.
kumsar- aşırı derecede solmak (yüz hakkında) ; bir kızarıp, bir kumsarıp tüştü: bir kızardı, bir bozardı.
kumura ağzı dar küp kumbara; yahut deve derisinden yapılan aynı şekildeki tulum (ayran ve kımız yapmak için yarar) ; cakşı ıştalğan kara kumuradan kımız kuyup olturat: iyi tütsülenmiş siyah tiltumdan kımız döküyor.
kumurska karınca; kumurska bel: ince zarif bel; kumurska kiçinekey bolsa da kayrata too añtarat ats. : karınca küçücük ise de , gayreti dağı deviriyor .
kun f. 1. tar : kan pahası , diyet ; kun kuu- : öldürülen bir akrabanın kanı için öç almak , kan gütmek ( diyet almak yahut kan mukabilinden kan dökmek süretiyle ) ; atasının kunun kuuğan : babasının kanını güttü ; çubaktın kununday kuudu ats. : iddalarının haddi hesabı yoktu ( harf . : çubağın kanını güder gibi öç alma için uğraştı ; çubak kırgız destanında iz bırakmadan kaybolan bir kahramandır , ki kırgızlar onun kanını kâh bir kavimden , kâh diğer bir kavimden isteyip duruyorlardı ) ; kun al- : öldürülen akrabanın öcünü almak ; kunun aldı : intikamını aldı ; kun bütür yahut kun oylo-: kan pahası ödemekle ilgili olan bir dâva hakkında karar çıkarmak ; kunu cok bay : hasis zengin ; erdin kunu , nardın bulu emes ats. : esefe değer bir şey değildir ( harf. : bahadırın kan bahası , hecin devesinin kıymeti de değilki ) ; 2. kunu uçkan yahut kunu kaçkan : işleri sarsıldı , eski iyi durumunu kaybetti kurumunu ve kuruluşunu kaybetti ; kunu kaçıp , şümüröyö kaldı : eski azametini kaybetti ve büzüldü.
kunacın dana ; tay kunacın: ikinci yaşına girmiş olan dana ; kunan kunacın: üçüncü yaşına basmış olan dana ; bıştı kunacın : dördüncü yaşına basmış olan dana.
kunan üçüncü yaşına basmış olan tay.
kunar : kunarı çok : 1 ) az süt veren ( hayvan hakkında ) ; 2 ) mec. çirkin , suratsız.
kunas : kara kunası : leylek ; laçın – kuştun uçkunu , bir tepkende ödtüröt kara kunas buttunuunu folk .: doğan kuşların en hızlı uçanıdır , o , bir darbeyle uzun bacaklı leyleği öldürüyor ; kara kunas tanbağay folk. kanatlarını geren leylek ; kara kunastay tarbalañdap : biçimsizce yürüyerek ( sırık gibi uzun kimse hakkında) .
kuncur : kuncrday bol- : yırtık pırtık olmak , elbisesi olmamak ; kuncurday bolğon kiyim cok : hiç elbisesi yoktur.
kundak 1. çocuk beşiği ; 2. kundak (tüfeğin) , dipçik.
kunduz 1. su samuru : lutra ; 2. atın tırnağının üstünde dar tüy çizgisi, iklili; kunduzunan kan alıptır: atın ) tırnak iklilinden kan almış: 3. dostara kunduz : yıldız adıdır, ( ki tefeüllerde uğursuz sayılır ).
kunduzda- elbisenin kenarlarını su samuru kürkiyle çevirmek (süslemek).
kunduzdat- su samuru derisiyle çevirtmek.
kunkor 1. tar. kan pahasına ödemeye mahkûm olmuş:
kunsuz 1. tar. öldürüldüğü takdirde onun için kan pahası ödenmiyen kimse; cezaya çarpmaksızın öldürülmesi yahut sakatlanması caiz olan adam; 2. paha biçilmiyen, kıymetli.
kup ı, "kuu" hecesiyle başlıyan sözlere takviye için katılır: kup- kuu: büsbütün benzi atmış. ıı, f. iyi, hup, olur pek; gayet; kup döölötkö coluktuk: büyük devlete nail olduk; kup bolot: iyi, olur! güzel!
kupa ( folklorda ) bir nevi ziynet; kümüştön kupa ornotup, sürötün alğan cıldızdan folk.: kalpağına, örneğini yıldızdan aldığı bir ziynet taktı; kupasın çapkan dildeden ( folk.: ziynetini altından yaptırdı.)
kupul : kupulama toldu: ben tamamile tatmin edildim; arzularımın en yüksek derecesine erdim; kupuluna tolboğondoy, sakalın sılağıladı: memnuniyetsizliğin, onamadığını anlatır gibi sakalını sıvazladı; kupulğa toltur-: bütün umudunu bağlamak; abışka kupuluna tolturup, cakış körüp kele catkan caş abdiş kim?: ihtiyar adamın sevdiği ve bütün umutlarını ona bağladığı genç abdiş kimdir?
kupuya a. sır, saklı, hafi, gizli, mahrem; gizlice, mahremce; kupuya sır: en mahrem sır; kupuyada ayt- : gizlice, mahrem olarak söylemek.
kur ı, 1. yağlı, semiz, besili; kur at: semiz, besili at; 2. sırtına eğer konulmamış; neçen semiz kur beeni soyuşuna berdi ele folk.: kesmek için nice-nice semiz ve binilmemiş olan kısraklar verdi. ıı = kurul; kur alakan bk. alakan ; kur tekke: büsbütün boşuna; kur kaldım: nail olamadım; muvaffık olamadım; kur kol kaldı: eli boş kaldı; eñ kur degende, bk. eñ ı. ııı, a. yahut kur kızı mit. : cennet kızı hûrî. ıv, 1. kuşak, kuşak yerine kullanılan büyük mendil; cazı kur : geniş kuşak; moyuña kur saltam bir teslimiyet göstermek ( harf. : boyuna kuşak salmak ) ; 2.vakit, defa bir kur baldar: yaşıt çocuklar; üç kur keldim: üç defa geldim. v = karakur.
kura- 1.ufak parçalardan düzmek, eklemek yoliyle yapmak; 2. toplamak, biriktirmek; mal kura-: hayvan biriktirmek, zengin olmak; başın kura-: bir şeyi birleştirmek, tanzim etmek, yoluna komak; maldın başın kuradı: hayvan topladı, servet kazandı; kol kura- : asker toplamak.
kurağış ( rad. ) takallus. adelenin çekilmesi.
kurak ı, 1. kumaş parçası; cöntögündö ar türdüü kurak, cip, kiyimdin ööndörü cürüçü: onun cebinde her zaman türlü kumaş parçaları, iplikler, kesintiler bulunuyordu: 2. ayrı- ayrı parçalardan terkip edilen; kurak cuurgan: parçalardan dikilen yorğan. ıı, zaman ; yaş; kurağı cıyırmağa cetpey: yaşı henüz yirmiyi bulmamışken; men cıyırma beştegi kurağımda: ben yirmi beş yaşımada iken; men kurağında öldü: benim yaşımda öldü; kay kuraktağı kişi ?: bu adam kaç yaşında?
kural ı, silâh, teçhizat, alet, cihaz.
kural- ıı, pas. kura- ‘ dan.
kuraldan- silâhlanmak; tacriyba cana bilimder menen kuraldañan kişiler: tecrübe ve bilgiler ile silâhlanmış olan adamlar.
kuraldandır- silâhlandırmak.
kuraldadıruu silâhlandırma, silâhla teçhiz etme.
kuraldant- = = kuraldandır- .
kuraldanuu işs. kuraldan- ‘ dan.
kuraldaş silâh arkadaş.
kuralduu silâhlı.
kuralszdan- silâhsızlandırmak, silâhtan tecrit etmek, silâhı bıraktırmak.
kuralsızdaduruu ( birisini ) silâhsızlandırma.
kurama 1. ufak parçalardan toplanarak yapılan, mürekkep,halita; kurama söz gram. : müştak kelime; kurama etiş: müştak fiil; 2. tar. muhtelif boyların mümessillerinden kurulmuş birlik; türlü türlü unsurlardan terekküp eden kalabalık; kullaalı bağıp, kuş kıldım, kurama cıyıp, curt kıldım folk.: çaylağı besliyerek onu alıcı kuş yaptım, muhtelif kabilelere mensûp kimseleri toplayıp onlardan bir millet yaptım; 3. tar. yabancı kabileye katılan, intisap eden adam; kulaalı keter cerine, kurama keter eline folk.: çaylak kendi yerine uçar, yabancı da kendi halkına gider.
kuramçı kombinezon, takım- takım tertip etme.
kuran ı, a. kur’an; kuran tüsür es. kur’an hatmetmek ( bir ölünün ruhuna bağışlıyarak ). ıı, 1. bir vahşi hayvanın adıdır; 2. kırgız halk takviminde bir ayın adıdır (ki bunlar iki tanedir: calğan kuran ve çın kuran ) .
kurandı 1. mürekkep; ufak parçalardan teşekkül etmiş olan; kırk kurandı muhtelif renklerden olan kırk parçadan teşkil edilmiş olan; kurandı eer ( destanda) bir nevi eğer; 2. gram. kelime düzme affiksı; canduu kurandı: canlı affiks; cansız kurandı: ölü affiks; teris kurandı: nefiy affiksi
kurandıla- ufak parçalardan düzmek.
kurandıluu 1. = = kurak 1, 2; 2. gram. kelime düzmeye yarayan affikse malik olan; kurandıluu söz: affikse malik olan kelime.
kurañ karañ sözünün tekidir.
kuraştır- 1. toplamak, birleştirmek; mal kuraştır-: hayvan toplamak; hayvan cihetinden zengin olmak; 2. tanzim eylemek.
kurbal kurbaldaş = = kurbu ıı.
kurbu ıı, çıkıntı, korniş, pervaz; (dağ) çıkıntısı (terrasse); basamak, kenar ( meselâ şapkanın ), oyuk, yaka; borda ( mes. : bilyardonun ): kazandın kurbusu: kazanın etrafındaki oyuk, çizgi; kurbusu biyik too: çıkıntıları yüksek olan dağ. ıı, 1. yaşıt; 2. denk, aynı içtimaî durumda bulunan adamlar; 3. mec. koca; karı.
kurbulaş = = kurbu ıı.
kurbuluu çıkıntılı, etrafında çizgisi olan, kornişi bulunan.
kurcun heybe, hurç; kurcun közü, bk. köz; iş kurcun: iş berbat.
kurç 1. çelik: 2. keskin bıçak; kulaktın kurçun kandır- : kulağa tatlı gelmek; közdün kurçu kanat: gözler hoşlanır.
kurça- kuşatmak, çevirmek; belin kurçadı: kuşak kuşadı; anı tegerete coo kurçadı: düşmalar onu her yandan sardılar.
kurday = = kur ıv, 2; eçen kurday : 1) kaç defa ; 2) birkaç defa.
kurdur- kurdurmak, diktirmek.
kurduu : çoñduğu sen kurduu: boyu (yaşı) seninki kadar.
kurğa- kurumak.
kurğak kuru, kurumuş olan; kurğak kişi mec. boş adam.
kurğakçıl kuru yerleri seven.
kurğakçılık yağmursuzluk, kuraklık.
kurğan- kurulanmak.
kurğant- kurumaya zorlamak.
kurğat- kurutmak: kurulamak.
kurğur mahvolası, kahrolası.
kurk : kurk-kurk: çaylak ve kuzgun sesini taklittir.
kurkulda- = = = korkulda- .
kurkuldat et. kurkulda- ‘dan.
kurkulday paridae cinsinden bir kuş: parus pendulinus.
kurkura- gurlamak, guruldamak ( mes. karın ) .
kurkurat- gurlatmak, guruldamayı mucip olmak.
kurkuy- : uzanmak, dışarıya doğru uzanmak, çıkık durmak ( uzun ince nesne hakkında ) ; kurkuyğan uzun boyluu: kurumuş uzun boylu kimse ; moynu içke kurguyğan neme: ince boyunlu ve kurumuş.
kurman a. kurban, kurban kesme; kurman kıl-: kurban etmek; kurman çal- : kurban kesmek.
kurmandık kurbanlık hayvan.
kurmat = = urmat.
kuroo işs. kura- ‘dan.
kurort r. kür yeri, kaplica.
kurp karp sözünün tekidir.
kurs r. ‘ 1. borsa fiatı: 2: kurslar, dersler.
kursak karın, kursak, iç; kursağı çığa toydu karnı şişinceye kadar doydu; catar kursak carmadan aylansın ats.: yatacak ( uyumaya hazırlanan ) karın kavutu bile hakketmez; atasınan kursakta kalğan: babası ölürken annesinin karnında idi; kursak açır- : acıktırmak (acıkmaya zorlamak) ; kalıñ kursak : şişman karınlı; kara kursak: 1) coro toplantısında tufeylî ( bk. coro 1) ; coro azasından olmadığı halde, coro toplantısına boza içmek için gelen kimse; kara kursaktı coroğo colotpo: tufeylîleri coro’ya yaklaştırma; 2) kışlıktan yaylaya (bk. cayloo ) kımız içmek için gelen adam; kursaktan urğan, bk. ur- ııı, 2.
kursaktaş karındaş, ayni anadan doğmuş.
kursaktuu gebe kadın.
kursant r. talebe, askerî mektep talebesi. f. sevinen, memnun, şen (hursend) .
kurt ı, kurt, solucan; kızıl kurt: atın makadında bulunan solucan; kıl kurt: solucan envaından birinin adıdır; ala kurt : bir koyun hastalığının adıdır; kara kurt = = kara kurt; kuş-kurt = = kuşkurt; kurttu kandırdık: ekşi yiyip doyduk (hrf.: kurdu tatmin ettik) ; murduñan eşek kurtuñ tüşö eleksiñ: daha senin görmediklerin çoktur, sen henüz toysun. ıı = kurut ı.
kurtta 1. kurtlanmak, kurt tutmak; 2. kurtlardan ayıklamak.
kurttuu 1. kurtlu; 2. mec: cinsî heyecanı yüksek olan ( kadın hakkıda) .
kuru ı, 1. kuru ( yaşın karşıtı ) ; 2. boş, hiçbir şeysiz ; kuru söz: ( işle birlikte yürümiyen ) kuru lâf; kuru çay: boş (yiyeceksiz ) çay; kuru kal- : boş elle kalmak, hiçbir şeye nail olmamak; kuru bar-: boş elle gitmek; kuru kol kaldı: boş elle kaldı ( hiç bir şeye nail olmadı) ; kuru degende: en fena takdirde, en azı; kün kuru emes: gün geçmiyor, ki … - masın … ; kuru ayakka bata cürböyt ats.: “ kuru kaşık ağız yırtar ” ( harfiyen : boş çanağa dua edilmez) .
kuru- ıı, 1. kurumak; 2. ortadan kalkmak, yok olmak; lâşe haline dönmek: atım kurusun ! : adım ortadan kalksın (eğer… !) ; kuruğan söv.: mahvolası! ; 3. kuruğanda = = kuru degende (bk. kuru ı, 2 ).
kuruçul karada yaşamaya tercih eden, karada yaşayan ( kuşlar hakkında ) .
kuruğur = = kurğur.
kurul- ımut. kuru- ıı ’ den ; kaçar ceri kuruldu: kaçacak yeri kalmadı; bütün kaçmak imkânlarından mahrum oldu. ıı, dikilmek, tesis edilmek, inşa edilmek, teşkilâtlanmak.
kurulay boşuna, beyhude.
kurulda- guruldamak, gurlamak; içi kuruldayt: karnı gurluyor.
kuruluş kurulma, yapıcılık, tertip; es. konstrüksiyon, formasyon; söz kuruluşu gram. söz (kelime) teşekkülü; koom kuruluşu, bk. koom; kuruluş materyaldarı: yapı malzemeleri.
kurut ı, suyu sıkılmış ve kurutulmuş kesmikten yapılan kürecikler, kurut.
kurut- ıı, 1. kurutmak; 2. imha etmek, yok etmek.
kurutap k-f. ılık suda ezilmiş kurutla (bk. kurut ı ) yapılan yemek.
kurutuu imha etmek yok etmek ( yer yüzünden kaldırma ).
kuruu ı, inşa, yapma, kurma; kuruu materyaldarı: yapı malzemeleri; kayra kuruu : yeniden inşa: rekonstruksiyon; parovoz kuruu zavodu: lokomotif yapan fabrika. ıı, ortadan kaybolma, ortadan kalkma, kökü kuruma.
kuruuçu kurucu.
kusa a. 1. gussa, hasret, tasa; özünö kusa kılat: kendini özletiyor, kendinin hasretini çektiriyor; 2. şiddetli arzu; atka kusa boldu: atı özledi ( can ve yürekten atlı olmayı istedi ).
kusadar a-f = = kusaluu; kösömbü dep cürgömün, kusadar bolup özüñö folk.: hasretini çekerek, seni nasıl göreceğimi düşündüm.
kusalan- özlemek, tasalamak.
kusalandır- tasalandırmak.
kusaluu kederli, küskün, özliyen gussalı.
kusmat a. husumet, düşmanlık.
kustur- kusturmak, kusmaya sebep olmak; kan kustur- mec.: “ canını çıkarmak” ; adamakıllı tedip etmek.
kusuk kusma.
kusul kusuldaarat, a. dn. bütün vücudu yıkamak; gusül; kusuldaarat alasıñ : gusül edeceksin; gusül aptesi alacaksın.
kusundu kusmuk, kusuntu ( kusulan nesne).
kusur a. ( kendi başına kullanılmaz ): eksiklik, kusur; kusuruna kal-: (birisine karşı) mücrim, suçlu olmak; seni kusurum urar: sana gözyaşım düşer; kusur ursun! : kahrol !
kuş ı, ( karş. çımçık, ilbeesin) 1. yırtıcı kuş, alıcı kuş; et cebegen kuş bolboyt ats.: et yemiyen yırtıcı kuş yoktur; kuş sal-: alıcı kuşu bırakmak salıvermek, alıcı kuşla avlanmak; kuştun alğanınan salğanı kızık ats.: kuşun avı yakalamasından ziyade, kuşla avlanmak zevklidir; kara kuşu : 1) step kartalı; kara kuş kardına karayt, şumkar çabıtına karayt ats.: kartal kendinin karnına bakar; songur (falco candicans denilen ak doğan ) ise avına bakar; 2) ense kemiği; (başın) tepesi; it kuş bk. it ı; kuş-kurt = = = = kuşkurt; 2. atmacanın astur palumbaius denilen nevi ( dişisi ) ; 3. kuş; töö kuş: devekuşu; alp kara kuş: bir kuşun adıdır; ala kuş: bir kuşun adıdır; kuş atar: saçma tüfeği; kuş uykusu; kuş tilindey kabar:( kuş dili gibi haber) habercik; kuş tilindey kağaz caz!: ( kuş dili gibi kâğıt yaz!) küçücük olsa da, bir mektup yaz!. ıı, f.: kuş-kat: güzel yazış, hoş hat, temiz yazı, calligraphie; kuş ubak = = kuşubak.
kuşkana f. salhane.
kuşkat = = kuş-kat (bk. kuş ıı ).
kuşkurt hayvanlar,hayvanlar âlemi; diri varlıklar ( insan ve evcil hayvanlardan başka); cersuu, kuşkurt: toprak, su ve hayvanlar (yani canlı cansız tabiat).
kut ı, 1. mit. koyu- kırmızı renkte peltemsi bir nesne parçasıdır, ki gûya tündük’ ten (bk.) geçerekkolomto (bk.) ya düşer ve bu nesneyi yakalayabilene talih getirir ( ancak onu yalnız iyi, temiz adam yakalayabilir; kötü adamın elinden ise, o bir gait parçasına döner); 2. hayatî kuvvet, ruh, can; kutum uçtu: fena halde korktum, ödüm koptu; kutu ketti: pek fazla arıkladı; kut ursun!: kahrol!; 3. talih, baht; 4. gûya hayvanları koruyan muska (içinde bir kurşun parçası bulunan keseye dikilen yedi tane sedef düğme ) ; 5. = = kuttuu; taksır kanım amanbı! kut bolsun altın tağıñız folk.: han hazretleri afiyetteler mi?! kutlu olsun altın tahtınız; coruğan tüşüm kut bolsun folk. (iyiliğe) yorduğum düş kutlu olsun! ıı = kutpa ı; kut cılbız ( = temir kazık): kutup yıldızı.
kutan ı, es. (mutat olduğu üzre kul söziyle çift olarak) hademe; kulkutan: köleler ve hademeler, birine tâbi olan fakir kimseler, başkalarının bakımı altında yaşayan kimseler. ıı = kıtan.
kutku fesat, münazaa, nifak; kutku sal: fesat karıştırmak, ihtilâf salmak; el arasına kutku sal-: halk arasına fesat karıştırmak.
kutkun 1. üzerlerinde celtik’in (bk.) durduğu dört bağ (ip) ; 2. kuskunu eyere pekitmeye yarayan şerit.
kutmaarek k-a. = = maarek; sen kutmaarek aytıp turğanday folk.: sen tebrk eder gibi duruyorsun; kutmaarek bolsun! folk. kutlu- mübarek olsun!
kutman = = kutmanduu.
kutmanduu uğurlu (uğur getiren).
kutpa ı, a.: kutpa cıldız ( = = temir kazık ): kutup yıldızı; kutpacak: şimal. ıı, a. dn. hutpe( cuma namazı sırasında imam tarafından okunan hususî dua).
kuttukta- kutlamak, kutlulamak, selâmlamak.
kuttuktaş- hep beraber kutlamak, birbirini tebrik etmek, selâmlaşmak.
kuttuktoo 1. kutlama, tebrik; orun kuttuktoo: yeni vazifeye tayin münasebetile kutlama; 2. es. bu kutlama sırasında sunulan hediye.
kuttuu uğurlu, bereketli; at kuttuu bolsun; at kutlu olsun! (yeni) atın kutlu olsun!; kunaydın kuttuu künü: kuttuu üydön kuru çıkpa! : eve girince bir şey ye! (hrfn.: uğurlu evden boş elle çıkma!).
kutu f. kutu, çekmece, şişecik.
kutuçu kutu yapan marangoz.
kutul- kurtulmak.
kutuldur- kurtulmak, halâs etmek, salıvermek.
kutult- kurtulmaya yardım etmek veya kurtulma imkânını vermek.
kutur- 1. kudurmak, taşkınlık etmek, kuduz olmak; 2. azmak, heyecan ve tehevvüre gelmek, zaptolunmaz bir hale gelmek; 3. alkolleşmek ( içkiler hakkında)
kuturt- kudurtmak, azdırmak, heyecan ve tehevvüre getirmek; balanı kuturpa!: çocuğu hırslandırma!; arak kuturt-: rakıyı pek fazla sert, alkollü yapmak.
kuturun- müş. kutur-‘dan.
kutuş canlı ve dim-dik duruş ( alıcı kuş hakkında).
kuu ı, kurnaz, sokulgan, her yere burnunu sokan; çıçkaña kebek aldırbağan kuu: fareye kepek çaldırmayan kurnaz. ıı, yahut ak kuu: kuğu kuşu; ala kuu yahut alağuu: bir çeşit güvercin: columbidae palumbus. ııı, ak, beyaz ( köpek ve bazan da başka hayvanlar hakkında) ; soluk, soluk sarı; kuu ingen: beyaz dişi deve; kuu murut: ak bıyıklı; sakalı kuuday: sakalı büsbütün aktır; samandan sarı, çöptön kuu bolup ketti: benzi uçtu (korkudan, hiddetten hastalıktan benzi soldu). ıv, 1. kuru, kurumuş; kuu söök: kuru kemik; kuu karağay: kabuğu iğneleri dökülmüş köknar ağacı; kuu tezek: kurumuş at tezeği; kuu kuuray bk. kuuray; kuu talaa: büsbütün ıssız çöl (ki orada ot ta bulunmaz, hayvanlar da bulunmaz) ; kuu şıyrak: kuru bacak, ince bacak; kuu turmuş: mel’un hayat, sefalet hayatı; kuu baş yahut kuubaş: 1) kurumuş kafatası; 2) çocuksuz ihtiyar, ihtiyar ve kimsesiz adam; kuu baş bolçu ciğitke tuubas katın coluğat ats.: çocuksuz kalmak mukadder olan delikanlıya kısır karı rastgelir; düynödön kuu baş örttü: hayatını çocuksuz geçirdi; kanattın kuusu: kanatların kurumuş kemikleri; kuu kulak: sövüp-saymakla yola gelmiyen kimse ( her türlü nâhoş şeyleri işitmeye alışık olan kulak), vurdum duymaz; kuu tüz: ıssız ova; kuu kötön bk. kötön 2; kuu çiren bk. çiren ı; 2. felce uğramış meflüç; kuu dalı 1) meflüç kürek kemiği; 2) mec. kart kız: 3. kav. ! v, yahut kuu- kuu! falco laniarus denilen doğanı çağırma nidası.
kuu- vıı, 1. kovalamak, takip etmek, kovmak; kaytıp kuu-: geleneği yerine kovmak; kuup cet-; kovalayıp yetişmek; tukum (yahut söök) kuup ketti: akrabasına çekmiş; tukum kuuğan ooru: irsî hastalık; ata colun kuu-: baba yolundan yürümek; kuuru cok: zarureti yok; kun kuu bk. kun ı; 2.ilkah etmek; dişiye aşmak (başlıca çatal tırnaklı hayvanlar hakkında).
kuubaş bk. kuu ıv.
kuucuñda- mazlûm ve zavallı bir adam intibaı vermek.
kuucuñdoo işs. kuucuñda- ‘dan.
kuuçu 1. kovalayıcı; 2. es. gûya loğusadan şerir ruhları koğmak istidadına malik olan sahte tabip.
kudul mukallit, taklit etmeye mistait olan komedyacı; kuudul söz: lâtife, şaka söz, şakaya alma.
kuudulduk komiklik, şakacılık istidadı.
kuudur- ı, kurumuş, buruşuk; kuudur bon: eski ve buruşuk kürk. ıı, et. kuu- vıı ‘den; kız kuudur-, bk. kız
kuudura- kabalaşmak, katılaşmak,sertleşmek; teri kuudurap katıp kalğan: deri büsbütün buruşmuş ve sertleşmiş.
kuur- ıı, 1, kavurmak, kızartmak; 2. mec. bitkin bi hale komak, perişan etmek; zamanasın kuurayın folk.: ben onun hayatını altüst edeyim.
kuura- kurumak, tükenmek, yok olmak; kuurağan kedey: , büsbütün fakir; murunku kuurağan turmuş: eski berbat hayat.
kuural 1. mutlak hazır bulamayız; üç uktasa, kuural tüştö cok: hatıra hayale gelmedi (harfiyen: üç defa uyusan dahi rüyaya girmez); 2. müzmin hastalık.
kuuraş- müş. kuura-‘ dan.
kuurat- 1. kurutmak; 2. mec. imha etmek.
kuuray kuray (içi kof bir bitkidir) ; sarı baş kuuray: sisymbrium bitkisi; sağız kuuray: bir nevi kuuray (!); kara kuuray: peygamber çiçeği; tütük kuuray: civan perçemi (achillea millefolium) ; kuu kuuray: misotu , artemisia vulgaris; süt kuuray: sarı sütlüğen otu (euphoribia) çay kuuray: koyunkıran otu (hypericum) ; dan kuuray: ağaççileği ahududu; kuuray san: ince bacaklı.
kuurçak bebek, kukla.
kuurdak kızartma, kavurma (yiyecek).
kuurğuç (arpa, darı v.s gibi) kazanda kavrulan hububat karıştırmak için kullanılan değnek.
kuurma kavrulmuş, kızartma; kuurma çay bk. çay 1.
kuurmaç kavrulmuş hububat (buğday, arpa v.s ).
kuursun kuş yeleğinin sapı.
kuurt- et. kuur ıı’ den.
kuuru- = = kuur- ıı.
kuurul- kavrulmak, kurumak, kırışmak; buruşmak, büzülmek; zamanası kuurulğan yahut künü kuurulğan: eski refahından mahrum oldu.
kuyañkı inatçı, dik kafalı, harin: huysuz, hilekâr, ( mes. yalnız korktuğu kimseleri yanına yaklaştıran ve başkalrını tepen ve ısıran at hakkında ); kuyañkı kişi: görmüş- geçirmiş adam; kuyañkı cün: ayıklanmamış olan (koyun ve keçi yünü.
kuyruktaş- birbirinin peşinden yürümek, katar halinde gitmek; kündör kubalaşıp, kuyruktaşıp ötüp catat: günler birbirini kovalayıp geçip gitmektedirler.
kuytan : kuytan oynot-: insanın başını ağrıtmak, taciz eylemek.
kuytkula kışkırtmak, fesat karıştırmak.
kuytuy- çok kısa boylu, bodur olmak (insan hakkında) ; kuytuyğan kiçine neme köptün içinde körünböy, topoloñdo coğoldu da ketti: cüce kalabalık içinde gözükmedi ve kargaşalık esnasında gözden kayboldu – gitti.
kuyuk- 1. sürüden ayrılmak; 2. kar tipisi esnasında yolu şaşırmak ve helâk olmak ( insanlar ve hayvanlar hakkında); boroon küçtüü boğon, mal kuyuğup kişi adaşkan ele: tipi şiddetli olup, hayvanlar ve insanlar yolu şaşırdılar; 3. kaybolmak, belli olmayan bir semte kaçmak; it kuyuğup ketti: (kuduz) köpek kaçtı ve gizlendi.
kübüñdö- yavaş konuşmak, fısıldamak, fısıldaşmak; alar birine biri kübüñdöyt: onlar biri- birine fısıldıyorlar.
kübür ıı, 1. buzlar arasında açık kalan ve ufak buz birikintisi ile örtülen yer; kübürgö tüşüp ketti: kübür’e düştü, battı; 2. ufak buz birikintisi; suunun üstündö kübür turup, kübürdün üstü kar bolup, astında suu küldüröp catıptır: su üstünde ufak buz birikintisi, bu birikinti üzerinde kar var ve bütün bunların altında su şırıl şırıl akıyor.
kübürö- fısıldamak, fısıltı ile konuşmak.
kübüröö işs. kübürö-‘den.
kübüröt- et. kübürö-‘den; oozu başın kübürötüp tildedi: homurdanarak küfür ediyordu; içinen kübürötüp aytıp catat: kendi – kendine mırıldanıyor.
kübüt- et. kübü-‘den.
kücü yahut köörültün kücüsü: demirci körüğünden ocağa geçen boru.
kücüldö- hararetlice, hiddetle söylemek,sövmek; kücüldöğön kişi: gayretli, ateşin adam (bilhassa, şişman adamlar hakkında); kücüldöp süylö-: hareretle, hiddetle söyle.
küç 1. kuvvet, güç, kudret, güçlü kuvvetli; küçkö kel- yahut küç al-: kuvvetlenmek; ayaz kırçıldap küçünö keldi: soğuk çatırdadı ve kuvvetlendi; boroon dağı küç aldı: tipi daha ziyade şiddetlendi; buludun küçünö salıp: para kuvvetine güvenerek, para kuvvetinden istifade ederek; küç keltir- yahut küç kıl-: zulmetmek, tazyik etmek; manap katın olsada bizge keltirgen, çığım çıksa da, bizge küç keltirgen: manap evlense de, para harcamıya muhtaç olsa da, bizi sıkıştırıyor (soyuyor) du; sen mağa küç kılba;: sen bana zorbalık etme; beni zorlama; kara küçkö: 1) boşuna; 2) yalandan, calî olarak; kara küçkö katuu katkırıp küldü: yalandan ve kahkaha ile güldü; kara küçkö bışañ-başañ ıyladı; yalandan ağladı; küç at: iş atı; küç unaa: iş hayvanı; 2. tar. bir hizmet mukabilinde eğreti alınan iş hayvanı; bir künü apiyimin ottoşup bermek bolup, küçün mindim: haşhaş tarlasındaki zararlı otları ayıklamak mukabilinde binmek için onun atını almıştım; bir attın küçük alıp bereyin: kullanmak için kira ile sana bir at bulayım; şaarğa barıp keleyin, atıñın küçün bere tur.: şehre varıp geleyim, atını bana iğreti olarak ver.: küç akısı: binek hayvan kirası, ücreti.
küçala f. aconitum, kurtkökü otundan çıkarılan zehir.
küçö- kuvvetlenmek, şiddetlenmek, kuvvet almak.
küçön- kendini zorlamak, ıkınmak, bütün gücünü sarfetmeye çalışmak, kuvvet göstermek.
külkü gülüş, gülme; külkü kıl-: alaya almak, alay etmek, içi ooruluu külkü süyböyt ats. kaygısız olan – uykucu – dur, divane adam – gülegendir.
külküçü = = külküçül.
külküçül gülegen ( çok gülen ); sana ası çok – uykuçul, akılı cok – kül – küçük ats. dertli olan gülme sevmez.
külkülüü gülünç, komik; külkülüü pyesa: komedi.
külmöksön güler gibi gözüken, gülüyormuş gibi görünen; külmöksön bolup: gülüyormuş gibi gözükerek.
külöögöç gülmeyi seven, çok gülen.
külpöñ parıltı, parlama, parıldama.
kültük 1. pisliklerin akması için çocuk beşiğinin altına konulan teneke, kutu, çömlek yahut bir parça keçe gibi şey; 2. vicdan, haya; kültüğü cok: hayasız.
kültüksüz hayasız, vicdansız.
kültüldö- titremek (şişman kimsenin sarkık, yumuşak vücut kısımları hakkında).
kültüy- sarkık ve titrek karınlı şişman görünüşünde bulunmak.
külüstön- f. 1. çiçeklik, gülistan (bu manayla gayet seyrek kullanılmaktadır); balaluu üy külüstön, balasız üy körüstön ats.: çocuklu ev – gülistandır, çocuksuz ev ise – mezar- lıktır; 2. şen, neşeli, iyi, mükemmel; 3. sagu sagarken (ölü için ağlarken) kadınlar ölüyü, adet olduğu üzre, böyle adlarlar, anarlar.
külüş ı, gülüş gülme.
külüş- ıı, hep beraber gülmek, gülüşmek; külüşüp kalğan bala: gülmeye başlıyan çocuk.
küm : küm- cam yahut küm- talkan: tahrip edilmiş, mahvedilmiş, paramparça edilmiş.
kümböz f. kubbe, kümbet, türbe.
kümön f. 1. şüphe, güman, işkil; alarğa kümön keltir-: onlardan şüphelenmek; 2. mec cenin ( ana karnında); üç ay kümön boyunda folk.: karnında üç aylık cenin vardır, üç aylık gebedir; üç aylık kalğan kümönüm folk.: ( karımın karnında) üç aylık ceninim kaldı.
kümöndüü şüpheli.
kümönsüz şüphesiz.
kümp ! güm!
kümüröy memnuniyetsizlik, ilenç ifade eden bir farsça kelimedir [ fars. gümrah- sapıtmış, m.] ; kümüröy bol! : lanet olsun sana! mahvol!.
kümüş gümüş, gümüşten olan; kümüş cügön: gümüş süslerle bezenmiş olan oyan.
kümüştö- : gümüşlemek, gümüşle kaplatmak veya işlemek.
kümüştöt- gümüşletmek, gümüşle kaplatmak veya işletmek.
kümüştüü gümüşle tezyin edilmiş, gümüşlü.
kün 1. güneş; kün çıktı, güneş doğdu; kün çığış: güneşin doğması, doğu , şark: kün çığa: güneş doğar- doğmaz; kün battı: güneş battı; kün tiye: güneş doğunca, sabah erkenden; kün batış: güneşin batışı, batı, garp; kün cak yahut kün cürüş murdu cayıldı: güneş nurunu saçtı; kün karama yahut kün bağış: ayçiçeği; künüñ tuudu: güneşin doğdu,sana gün doğdu ( rahat yaşayacaksın, bahtiyar olacaksın), talihin açıldı;kün es = = künös; 2. gün; eki kün : iki gün içinde; otuz künü: otuz gün zarfında; bul künü: bu günde ; künü bugüngö çeyin :bu güne kadar ;kündördün bir künündö: günün birinde ;künügö : hergün ; künü bugün ;bugün tam gün künü keçee : dün,tam dünkü gün ;bürsü kün = = bürsügünü ;künügö yahut kündö: hergün ;künün barıp ,künün kelet : bir gün içinde varıp gelir;künü- tünü bk. tün ;künü –tünü yahut kündür-tündür: gece –gündüz , geceli-gündüzlü ; cıyırma segizi künü : ayın 28 inde ;bugün ekinci ölgün künü: bugün ölümünün birinci yıl dönümüdür; cumuş künü: iş günü; emgek künü: emek günü; adam künü: insan günü ( bir gündelik) ; ögüntön (o + kün + tön ): o zamandan beri, o günden beri; kün öttü, iş büttü: gün geçti iş bitti ( işte o kadar! ) kün sura bk. sura; ayı – künü bk. tañ ı; attuu kün bk.attuu ı; 3. zaman, zamanlar, devir; künündö kürkürögön : zamanında gürlemişti (meşhur idi) ; kün sal-: vakıt zayi etmek; külükkö kün salğıça, baytalğa bak bersin ats.: koşu atı için vakıt zayi etmektense, kısrağa şans dilemeli ( yani yalnız koşu atiyle meşgul olmaktansa, bütün sürüye bakmak daha kârlıdır); kün saldır- yahut kün salğız: tâbi bir vaziyete koymak; sağa kün saldırıp ( yahut salğızıp) koydum: sana tabi bir duruma konulmuşum; anday bolboğan kündö: aksi takdirde; 4. hava durumu; kün açık: hava açıktır; kün caap turat: yağmur yağıyor; kün seldedi: yağmur bir parça dindi; 5. hayat; kün kör- : yaşamak , var olamak; öz kündörün özdörü körüp cürüştü: kendi geçineceklerini kendileri kazandılar, kimseye yük olmadılar; köröyün değen künüm bar: ben daha bu dünyada bir parça yaşamak istiyorum; mensiz körür künü cok: bensiz yaşayamıyor; kün körsöt- : yaşamak imkânı vermek; kün öt: yaşamak, gün geçirmek; kez kelgen cerde kön öttüm: rast gelen yerde gün geçirdim; çetimçilik künün öz başınan keçirgen: öksüzlük hayatı yaşadı; külö turğan kün barbı ? : gülmenin sırası mı? ; attın künün al kördü: attan o istifade etti ( attan zevkini aldı ).
küncara = = külcara.
künçü = = künüçü.
künçülük ı = = künüçülük. ıı, ( karş. ayçılık , cıçılık ): bir günün uzunluğu ; künçülük sayğan işime ayçılık sayıp cetpegen folk. : benim bir günde işlediğimi o kadın bir ayda işliyemiyordu.
kündö ı, ( çin kırgızlarında ) köy muhtarı.
köndö- ıı: kündöp – tündöp : geceleri ve gündüzleri.
kündökü mutat, adî, her gün vakti olan.
kündölük günlük, hatırat.
kündöş kuma ( bir adamın karıları biri – birine nisbeten kumadırlar ).
kündöştük 1. rekabet, kumalık ( bir erkek yüzünden kadınlar arasındaki rekabet ) ; 2. ( kadın ) kıskançlığı.
kündük 1. günlük, günlükçü; kündük kızmat: gündelikçi işi; 2. her gün vaki olan maişet kaygıları; kündük ömür: beş günlük ömür ( insan ömrünün mutat sıfatıdır ki ömrün kısalığını gösterir ) ; bir gündük : bir günlük; altı kündük : altı gün süren iş ; on kündük: on günlük, on gün süren iş.
kündükçü gündelikçi.
kündüktö- kündüktöp işte - : gündelikçi olarak çalışmak; cay aylarında kündüptöp cumuş kıldı: yaz aylarında gündelikçi sıfatiyle çalıştı.
kündüz günüz; caman it kündüz üröt ats.: kötü köpek gündüzün havlar.
küñküldö- memnuniyetsizlik ifade ederek, burun içinden mırıldanmak.
küñküldök hımhım,hımhımlık.
küñküldöş- mırıldanmak; yalnız bazı ayrı- ayrı sesleri ve kelimeleri işidilecek tarzda söylenmek.
küñkülsüz sızlanmadan, söylenmeden.
küñkülsüzdük sızlanmazsızlık; mırıldanmazsızlık.
küñküü ı = = küñkü ı. ıı, koku.
küñürt donuk, açık olmayan, anlaşılmaz; küñürt süylö- : anlaşılmaz bir tarzda söylemek, burun içinde mırıldanmak; kañırt – küñürt bk. kañırt; küñürt tuman: bulanık sis.
küñürttö- donuk, bulanık etmek.
küñürttön- bulanmak, müphemleşmek.
küñürttük donukluk, bulanıklık.
künkü kün ‘den sıfat ismi (adjectif) dir; bu günkü künü keçeegi künküdön cakşıraak, erteñki künü bolso, bugünkü künküdön cakşıraak, iştöögö üyrönüü kerek: bugün dünkünden, yarın ise bugünkünden daha iyi çalışmaya alışmak lâzımdır.
künö = = künöö; künöyüm : günahım, suçum; çaçımdan köp künöyyüm folk.: günahım başımdaki saçımdan daha çoktur.
künümdük ( tübölük ‘ ün karşıtıdır) 1. bir gün için lâzım olan , muvakkat, daimî olmıyan, geçici; künümdük emes tübölük: muvakkat değil, ebedî; 2. her gün vaki olan: mutat ; künümdük turmuş: mutat hayat.
kününkü : terilgen paktalardı kününküsün- künü punktka ötkörüü kerek : bir gün içinde toplanmış olan pamukları aynı günde noktaya (merkeze) teslim etmek lâzımdır; kününkü tapkanıbız: bir gün zarfında kazandığımız; kününküsün kündö sarp kılıp atam: bir gün içinde kazandığımı aynı günde harcıyorum ( zor geçiniyorum ) .
küp yahut ak küp 1. kuş yavrularının ilk ince tüyü; 2. teni yalnız ince tüylerle örtülü bulunduğu devirde kuş yavrusu.
küpçök 1. (tekerlekte) poyra; 2. bir kabın adıdır; 3. mec. şişmiş, kabarık; küpçök bolup şişip ketti: pek fazla şişti.
küpkö keçe evin sol yanında ( kapıya yakın bir yerde ) yeni doğan kuzular ve oğlaklar için ayrılan mahal.
küplöt r. (kuplet) şarkı parçası, couplet.
küpö es. yünden şilte yahut yastık.
küpsör yahut küpsördöy: kalın, kalınca.
küptü 1. hazımsızlık; 2. hazımsızlıktan mustarip olan; küptü bol-: hazımsızlıktan muztarip olmak; iç küptü bol- mec.: memnun olmamak, ancak memnuniyetsizliğini açıkça bildirmemek, içerlemek.
kür 1. gür, tam kuvvetinde bulunma; kür cayloo: bereketli ve her şeyi mebzul olan yaylak; kür cer: münbit toprak; 2. kusursuz, eksiksiz olan; 3. tam refah ve kifayet durumu.
kürcüy- kaba ve yamrıyumru görüşünüşte bulunan ( mes. adaleli, tıknaz insan, hayvan yahut kaba kalın dokuma hakkında ) ; moyunu kürçüygön buka : boynu adaleli olan boğa.
kürdöldüü günün meselesi olan; ilk sırada gelen, müstacel.
kürdürlö = = küldürö – .
kürgüçtö- 1. bir işi elbirliği ile yapmak; el birliğiyle, küt halinde yahut kütleye ait olamk üzere, hareket etmek; 2. her yandan çevirmek suretiyle içeriye sürmek.
kürgüçtöl- kalabalık halinde toplanmak; el kürgüçtölüp klubka tığılıpcatat: halık kulübe halinde akıyor.
kürgüçtöt- = = et. kürgüçtö-‘den; koylorun menen aldıma kürgü tötüp aydan keldi: koyunlarını top halinde benim yanıma sürüp getirdi.
kürgüy ! obaya sokmak istedşikleri zaman kuzuları böyle çağırırlar.
kürküröt- gürlemeyi mucip olmak; kürkürötüp cetip keldi: gürültü ile yetişti.
kürmö ı, kolsuz elbise; bolumduu kürmö ton kiyip folk. : güzel kolsuz kürk giyerek; kürmö şım: tulum biçimindeki çocuk elbisesi. ıı, 1. kalmuk düğümü ile düğümlemek; 2. lokmayı dille bir iki defa çevirdikten sonra, çiğnemeden yutmak.
körmöçö = = kürmö ı.
kürmöçön yalnız " kürmö " giyerek ( onun üzerine hiçbir başka giyim giymeksizin ).
kürmük kuş darısı; kurmak ( pirinç tarlalarında biten kötü ottur ).
kürmöl- 1. dönmek; bir yandan öbür yana dönmek; 2. mec. bir şey söylemek teşebbüsünde bulunmak.
kürmöö 1. kalmuk düğümiyle düğümleme; kıska cip, kürmöögö kelbeyt ats. kısa ip kalmuk düğümiyle düğümlenmez; 2. döndürme; bir yandan bir yana çevirme; tili kürmöögö kelbeyt: dili dönmüyor; iki kelimeyi bir araya getiremiyor.
kürö- kürekle küremek; kar körü- : kar küremek.
kürök kürek; ataş kürök: kömür küreği; kürökkö bok cokpu kürek; ataş kürök: kömür küreği; kürökkö bok cokpu yahut kürökkö bok tabılat ats. avm. : mal olsun da, müşterisi bulunur.
kürol- mut. kürö-‘ den.
küröndü 1. küremek suretiyle küme halinde konulan nesne; 2. kışın keçe evin etrafına kardan yapılan set.
kürüldö- çağlamak, gürlemek ( hızlı akan büyük ırmak hakkında ) .
kürüşkö ( r. krujka ) maşrapa.
kürzü f. ağır topuz, gürz.
küsö- = = köksö ıı.
küsön = = küzön.
küş : küş- küş ( mes. demirci körüğünden çıkan ) şiddetli hava cereyanının çıkardığı kesik- kesik gürültüyü taklittir.
küşüldö- burnundan sık- sık nefes almak, solumak.
küşüldöt- et. küşüldö- ‘den.
küt- 1. = = küy- ıı; 2. itina etmek; uğraşmak; mal kut- : hayvan gütmek; hayvan yetiştirmek, hayvan beslemekle meşgul olmak; ıyman kötöt: dindardır; konok küt: misafirlere bakmak, onlara izaz, ikram etmek; üy küt- : ev- bark sahibi olmak; malda da kütkö bir kıyal bolot: hayvanın da kendine göre, tabiatı ve düşüncesi vardır; cal küt: ( at hakkında ) tavlanmak; beyil küt bk. beyil 1.
küttür- et. küt- ‘ten; dağı bir iş bar dep, al meni küttürdü: daha bir iş var diyerek, beni beklettirirdi.
küttürüü işs. küttür- ‘den.
küttürüüçülük : kezek küttürüüçülük: sıra bekletme, sırasına bırakma.
kütüü 1. bekleme; 2. bakım, güdüm; mal kütüü: hayvanlara bakma; hayvan yetiştirme; konok kütüü: misafirlere bakma, onlara izaz- ikram etme.
küü hava, nağme, melodi; küügö sal- : bestesini yapmak; küü tart- : bir melodi çalmak; küügö kel- : 1) düzene gelmek, akort edilmiş olmak ( musiki âleti hakkında ); 2) canlanmak, kızışmak; bazar küügö keldş: pazar ( alış- veriş ) kızıştı; ala küü: 1) sarhoşluğun başlangıçı: 2) ihtilâf, nifak; erin küüsü db. dudak sinharmonizmi.
küüdürök = = töö tiken ( bk. tiken ).
küügüm alaca karanlık; küügüm talaş: alaca karanlığın bitip, gecenin çökmeye başladığı zaman; küügüm kirdi: karanlık çökmeye başladı.
küügümdö- karanlık çökmek.
küügümdön- karanlıkla örtülmek, karanlık basmak, çökmek ( gece hakkında ); küügümdönüp şam cañan folk. : donuk bir surette mum yanmış.
küügümdöt- karartmak, karanlık, müphem yapmak.
küüldö- 1. tınlamak, uğuldamak; 2. intizamsızca ve yüksek sesle konuşmak. 1. düzen vermek, akort etmek ( musiki aleti ); komuz küülö- : kopuza düzen vermek; 2. nişan almak; nayza küülöp al- : mızrakla saldırma vaziyeti al ! ; kanat küülö- : kanatı düzeltmek, germek; mec. serbest yaşamak, kışkırtmak, hevesini uyandırmak; baralı dep küülödü: gitmeye heveslendirdi; 4. kükremek ( inek, koyun hakkında ); 5. arzu ile yanmak, şiddetli arzu etmek.
küülön- 1. gittikçe artan hızla hareket etmek; atalet (inertie) kanunu üzerine hareket etmek; küülönüp ketip cığıldım: ihtiyatsız hareket ederek, kendini tutamadı ve düştü; 2. kıçın kıçın giderek kuvvet toplamak ve harekete hazırlanmak; küülönüp- küülönüp uçup ketti: (kuş) önce gereği gibi hazırlandı ve uçtu gitti; 3. kuvvet toplamak, dinlenmek, istirahat etmek; küülönüp iştedim: kuvvet toplayıp çalıştım, gayretle çalıştım; ala küülön: endişeli ve intizar durumunda bulunmak.
küülöndür- iyi bir duruma koymak, çeki- düzen vermek.
küülüü düzgün muntazam, iyi durumda; küülüüsüñbü yahut küülüü- küçtüü cürösüñbü ( yahut turasıñbı ) ? : kendini nasıl hissediyorsun? , sıhhatın nasıl ? ; aman- esen, küülüü- küçtüü: tam sıhhatta; sağ- esen, keyfi tam yerindedir.
köydük canım, sevgili; köydüğüm: canım, azizim.
küydülük : iç küydülük, bk. iç. ı.
küydür- ıı, yakmak, her yandan yakmak, acıtmak, incitmek; iç küydür-: kendisini unutacak derecede hiddetini mucip olmak, dos küydürö aytat, düşman küldürö aytat ats. : dost olan sert söyler, düşman ise, yumuşak söyler:
küydürgü ( atlarda ) şarbon hastalığı.
küygültük küsme, gücenme, can sıkıcı infial, kin, şeytanet.
küygültüktüü incinmeyi mucip olan, şerir; özü küygültüktüü: lâfı acı ve iğnelidir.
küygüz- 1. yakmak; dalı küygüz-: koyunu kürek kemiğine bakarak fal açmak; 2. aşk ateşini tutuşturmak, aşk ateşiyle üzmek.
küykül ( karş. küypül ) 1. gayet küçük; 2. (rad.) küçük at; eki küykül bee bar eken (rad., v ) : gayet küçük iki tane kısrak varmış.
küylö- = = küülö.
küylön- = = küülön.
küymöl- oyalanmak, alıkonulmak, duraklamak; küymölüp kaldım: beni alıkodular, geciktim; küymölböstön kayta kel: gecikmeden dönüver, çabuk dönüp gel; at küymölö tüşüp, cügürdü: at bir parça durakladı, sonra koştu.
kümölüş- müş. küymöl- ‘den ; öz ara küymölüşüp kübürüşkön tabışı uğuldu: onların durakladıkları ve aralarında fısıldaştıkları duyuldu; işke küymölüşüp, baralbay kaldım: bir iş yüzünden geciktim ve gidemeden kaldım.
küymön- 1. kendi üzerinde giyimi düzelterek silkmek; 2. bir yandan öbür yana dönerek yatmak, kımıldamak; kümönüp cattı: bir yandan öbür yana dönerek yattı.
küyöö güveyi, damat, genç koca; küyöö bala: kendi karısının büyük hemşeresi, yahut onun yaşça büyük olan kadın akrabası karşısnda erkek; küyöö coldoş bk. coldoş.
küyöölü- nişanlı kızı nişanlı delikanlı sıfatiyle ziyaret etmek ve onun yanında gecelemek.
küyörmön acıyan, hayırhahlık gösteren.
küypölöktö- = = küypöñdö-.
küypöñdö- 1. telaş etmek, uğraşmak, şurasını-burasını karıştırmak suretiyle meşgul olmak, ileri-geri yürümek; üydön çıkpay ele küypöñdöp atat: evden çıkmıyor boyuna evde bir şeylerle uğraşıyor; 2.yaranmak.